Önce bir sevinelim, tadını çıkara çıkara. Ne sevinçler ne üzüntüler, yaslar layığınca yaşanmıyor bu ülkede. Her zaman böyle de olmuş. Sevinçler yaşanamadıkça ukdeye dönüşmüş. Yaşanamayan üzüntüler, acılar da iyileşmez travmalara dönüşmüş. Yaşanamamışlıklar ağırbaşlılık gibi pozitif, tepkisizlik gibi negatif hasletlere dönüşmüş. O nedenle bir kendimizle ve tarihimizle yüzleşmeye ve toplumsal onarım sürecine ihtiyaç var zaten. Ama bugün sevinme günü. Demokratikleşmenin, devleti yeniden yapılandırmanın önündeki en büyük siyasi ve zihnî engel olan Kürt meselesinde bir kavşaktan geçildi. Yalnızca sürecin adımları değil kastettiğim. O kadar aleniyet içinde oluyor ki her şey, bu, şimdiki sürecin en önemli farklılığı. Süreci dönülmez yapan da bu şeffaflık. Bu şeffaflık giderek her bir aktörü sürece mahkûm edecek. Kimse kolay kolay “çıkarın ceketleri, sıvayın kolları tekrar dövüşüyoruz” diyemeyecek. Ya da bunu diyebilmesi için gerçekten çok sağlam gerekçeler üretmesi gerekecek. Tüm bir ülke ekranlardan Öcalan’ın mektubunu dinledi. Bir futbol maçının ardından bile yollara dökülenlerden, havalara serseri kurşun sıkanlardan biri bile ortalığa saçılmadı. Sevineni de öfkeleneni de serinkanlılıkla izledi. Bugün belki henüz gündelik hayata, sokaklara yansımış bir şey yok gibi görünse de bir süre sonra nasıl bir zihnî kırılma yaşanmakta olduğunu göreceğiz. Bu kırılmanın suyun buhara dönüşmesi kadar niteliksel değişime yol açtığını yaşayarak anlayacağız kısa süre sonra. Toplumun kenara çekilip olan biteni sessizce izlemesinin ardında duygusal ve zihinsel nedenler var.
İnsanlar üç önemli duygu ve tutumun ikircikliliğinde. Birincisi toplumun çok önemli kısmı Kürt meselesinin çözülmeden sürüp gideceği gibi bir algıya kapılmıştı. Bu negatif beklentinin insanların bireysel kararlarına da ülkeye dair olan bitenlere karşı aldıkları tutumları da etkiliyor. O nedenle “bu kez çözeceğiz” inancı düşük. Umutlanmak isteyenler bile yeni hayal kırıklıklarından kaçınmak için temkinli pozisyon alıyor. İkincisi yaşanan AK Parti yandaşlığı-karşıtlığı eksenindeki siyasal kutuplaşma toplumun beşte üçünü ruhi ve zihinsel ambargosuna almış durumda. Her şeye bu eksenden bakanların AK Parti karşıtlığı ucunda duranları —ki kabaca toplumun dörtte biri—, Kürt meselesi üzerinden değil Başbakan’ın ve hükümetin örtük niyetleri ve kazanımları üzerinden meseleleri izliyor. Kürt meselesinin kaybettirdikleri ya da çözümün vaat ettikleri henüz onların gündeminde yok. Üçüncüsü de Türk-Kürt ekseninde yaşanan kutuplaşmanın ürettiği duygusal ambargolar. Kürt meselesinin, özü itibariyle devletle birey arasındaki hak ve eşitlik taleplerine dayanan siyasal bir mesele olduğunu biliyoruz. Fakat Kürt meselesinin sıcak çatışmaya dönüşerek çözümsüz biçimde yıllardır sürdürülmüş olması meselenin katman arttırarak toplumun iç meselesi hâline de dönüşmesine neden oldu. Tüm araştırmalar gösteriyor ki kültürel kimlikler ekseninde de bir kutuplaşma yaşanıyor ve bu durum ortak yaşama iradesini zayıflatan bir süreç üretiyor. Milliyetçilik değil lümpenleşme dediğim gelişme de bu süreçten ve duygu hâlinden besleniyor. Sıraladığım bu üç duygu ve tutum ikircikliliğini aşmak zorundayız. Bu ikirciklilik sürecin hızlı yürümesinin önündeki duygusal eşiği oluşturuyor.
Öte yandan da toplum hem binlerce yılın deneyim ve duygu birikimiyle hem de yaşamını sürdürme güdüsüyle bu ruh hâlinin sürdürülemezliğinin farkında. O nedenle bireysel hayatı ile ülke hayatını zihin dünyasında ayırıyor. Ülke meselelerinin ürettiği sorunları, duygusal ve zihnî kısıtları kendi bireysel hayatının dışında tutuyor. Kürt meselesi bugün yalnızca Kürtlere dair ve yalnızca Kürtlerin taleplerinden ibaret bir mesele değil artık. Kürt meselesi devletin ve yönetimin yeniden yapılandırılması, devletin, yönetimin ve toplumun demokratikleşmesi meselesi. Yani hepimizin meselesi. Hepimizin meselesi olduğu içindir ki yalnızca iki liderin, iki partinin değil hepimizin sürece dâhil ve müdahil olması gerekiyor. İş siyasete, medyaya, sivil topluma düşüyor. Çünkü özellikle siyasi ve kültürel kutuplaşmayı bu aktörler üretti ve çoğalttı. Bu sürecin içinde her bir partinin, medya organının, yayın yönetmeninin, köşe yazarının, kanaat önderinin, sivil toplum aktivistinin yapabileceği üç şey var. Birincisi “doğruları yapmak”. İkincisi “yanlışları yapmak”. Üçüncüsü de kutuplaşmanın ruhi ve zihnî ambargolarından kurtulamayarak “bilerek yanlış yapmak”. Hangi aktörün, kimin ne yaptığını, niçin yaptığını toplumsal bellek kaydedecek, tarih ve arşivler de. (T24/Taraf 25.03.2013)