Seçimlere dönük stratejiler için tüm analizler yapmaya çalışırken; küresel ve bölgesel gelişmeleri, dinamikleri ve karşı karşıya olduğumuz meselelere etkilerini dikkate almadan önümüzdeki tabloyu tam anlamıyla anlayamayız.
Son beş yılda dünyadaki tüm seçimlerde popülist, şoven söylemin ve partilerin yükseldiğini görüyoruz. Son beş yılda yapılan hemen tüm seçimlerde popülist, şoven, nefret söylemine yaslanan ama her bir toplumun en az yarısının rızasına dayalı partiler ve liderler yükselişte.
Tabii ki yüzeyde ve güncelde görünen bir hareketlilik ve gerilimler var. “Soğuk Savaş bitti” sanıyorduk, şimdi Rusya yeniden sahne aldı; Amerika ile Rusya arasında yeni bir denge nasıl kurulacak bilmiyoruz. “Ekonomik ağırlık Çin ve Hindistan’a hatta Doğu’ya kayıyor” deniyor ama yeni ekonomik denge nasıl kurulacak bilmiyoruz. Avrupa Birliği’nin kendi krizi var, yeni düzen nasıl tanımlanacak bilmiyoruz. 2008 Küresel ekonomik kriz neden çıktı, nasıl geçecek, yeni ekonomik model nasıl olacak sorularının henüz tam bir cevabı yok. Arap Baharı yaşandı ama bu ülkelerde henüz tam bir reform çabası yok, hatta Müslüman ülkelerde neredeyse “devletsizleşme” sürecinden bahsetmek mümkün. Kimse adlı adınca söylemese de bir yandan Müslüman coğrafya ile Hristiyan coğrafyanın yeni denge arayışı, öte yandan da Müslüman coğrafyada mezhepsel gerilimler, radikal arayışlar yaşanıyor.
Yeni devlet, hukuk ve siyasal sistem modellerini üretemedi; yeni hayatın sorunlarıyla baş edemedikçe de geleneksel ulus devlet kodlarına geri dönülüyor
Dolayısıyla Suriye diye kodlanan şey, yeni dünyanın yeni denge arayışının kostümlü provasıdır. Ve yine Suriye diye kodlanan şey Türkiye’dir. Çünkü Türkiye bir yandan sanayi toplumu-bilgi toplumu süreçlerini bir arada yaşayan, tüm küresel gerilimlerin doğrudan muhatabı hem de kendi özgün siyasi ve toplumsal meseleleri olan ülkedir. O nedenle de küresel gerilimlerin ve kostümlü provanın bizzatihi oyun sahasıdır.
Tüm bu krizlerin altında daha derin bir mesele var, 21. yüzyıl veya bilgi toplumu veya postmodern dünya olarak nasıl adlandırırsak adlandıralım ama insanlık yeni hayatın yeni devlet, hukuk ve siyasal sistem modellerini üretemedi. Yeni hayatın sorunlarıyla baş edemedikçe de geleneksel ulus devlet kodlarına geri dönülüyor. Özgürlük yerine güvenlik, demokrasi yerine ekonomik kalkınma politikalarıyla, ülke sınırlarına duvarlar inşa edilerek sorunların aşılabileceği sanılıyor. Bu dönemi ben “küresel ara buzul dönem” olarak adlandırıyorum.
Halbuki gündelik hayat ve zihin dünyamız değişti. Yeni hayatta sınıfsal sorunlar kadar kültürel sorunlar, emek-sermaye çelişkisi kadar tüketici-sermaye çelişkisi, hayatı sürdürme-yeme-içme-barınma talebi kadar özgürlük talebi, temsiliyet yerine katılım, zaman ve mekandan bağımsız iş yapma-örgütlenme-siyaset yapma imkanı gibi tüm bildiklerimiz dışında değişimler var. O nedenle de ulus devlet modeliyle çözüm arayışları sonuçsuz kalacak. Ta ki “koşulsuz vatandaş memnuniyeti” diyecek devlet modeli ve bu talebi siyasete çevirecek “küresel demokrasi hareketi” ağırlık kazanana kadar.
Kendi makbul vatandaşlarını yaratmaya çalışan, son derece merkeziyetçi, son derece keyfiyetçi bir siyaset anlayışına sahip, son derece partizan bir iktidar ve devlet söz konusu
Türkiye, küresel ara buzul döneme demokrasi kriziyle, orta gelir tuzağına takılmış ekonomisiyle, popülist ve sürdürebilirliği olmayan günlük ekonomi politikalarıyla ve kimliklere sıkışmış, kutuplaşmış siyaset yapısıyla yakalandı. Tüm bu karmaşada ülkenin refahı, huzuru için politikalar üretmesi gereken iktidar yerine karşımızda hegemonik, hükmedici bir devlet ve iktidar var. Kendi makbul vatandaşlarını yaratmaya çalışan, son derece merkeziyetçi, son derece keyfiyetçi bir siyaset anlayışına sahip, son derece partizan bir iktidar ve devlet söz konusu. Siyasi alanın her gün biraz daha kısıtlandığı ve daraltıldığı bir dönemden geçiyoruz.
Türkiye, “biz” duygusunun parçalandığı bir süreç yaşıyor. “Biz” derken bir kısmımız dindarları, önemlice bir kısmımız Kürtleri, bir kısmımız sekülerleri, solcuları, bizden farklı düşünenleri dâhil etmiyoruz. İktidar ve fanatik yandaşları da “biz” derken muhalif düşünenleri dahil etmiyor. Üç farklı siyasal, kültürel, sosyoekonomik coğrafyanın ve toplumsal dokunun üç farklı Türkiye hayali var.
İktidar ve ortakları özgürlük yerine güvenliği, demokrasi yerine ekonomiyi tercih etmiş, kutuplaşmaya yaslanmayı, muhalifleri ötekileştirmeyi seçim stratejisi olarak benimsemiş görünüyor.
Üstelik tüm bu politikalar küresel ara buzul dönemin farklı katmanlardaki yeni küresel denge arayışlarını savaş politikalarıyla sürdürme aşamasına geçildiği, her biri doğrudan bizi ilgilendiren küresel meselelerde ülke çıkarının Müslüman coğrafyanın ve vicdan siyasetinin küresel liderliği illüzyonuyla daha da karmaşık hale geldiği bir süreçle vücut buluyor.
İktidar ve ortakları seçim sürecini “yerli, milli olmak-olmamak” şeklinde kodlanan bir söylem ve kutuplaşma üzerinden kuracak
Görünen o ki iktidar ve ortakları seçim sürecini “yerli, milli olmak-olmamak” şeklinde kodlanan bir söylem ve kutuplaşma üzerinden kuracak. Yine görünen o ki kendi sorumluluğunu dışarıda bırakarak ülkenin beka sorunu ve ülkenin düşmanları diline yaslanacak. Söylemler korku ve güvenlik üzerine kurulacak.
Buraya dek not ettiğim var olan siyaset zeminine dair tespitleri özetlersek, siyaset konsolide oldu, kimliklere sıkıştı ve kutuplaştı. Siyasi rekabet eksik ve belirleyici siyasi aktör iktidar partisi. Aşağıdaki grafikte üç yıllık araştırma bulgularındaki doğrudan söylenen tercihlerdeki değişimi görselleştirilmiş. Görüldüğü gibi siyasi tercihlerdeki dalgalanmayı üreten muhalefet değil iktidar partisinin yaptıklarına seçmenin beğenileri ya da tepkileri belirliyor. Bir başka ifade ile Ak Parti’nin icraatlarından memnun olmayan, ya da ilk bölümde alıntıladığım şiirdeki gibi ‘memleketin dağılmış pazar yerlerine’ benzediğini düşünen seçmenler başka bir partiye oy vermiyor ve seçim yaklaşınca yeniden Ak Parti’ye oy veriyorlar. Çünkü pazarı düzenleme iddiasını sahiplenebilen, yönetme kapasitesi olduğunu gördüğü, güven veren bir parti bulamıyorlar.
Ortak gelecek konusunda muhafazakârlar, dindarlar afallamış; modernler, sekülerler umutsuz ve endişeli; Kürtler kırgın ve kızgın...
Bir başka tespitte siyasi partilerin radikal değişme, dönüşme kapasitelerinin sınırlı olduğu ve hatta hiç olmadığı. Bunlara karşılık da siyasetten umudu giderek azalan toplumun kendi gündelik hayatının meselelerine, hanesinin dirlik düzenliğine odaklanarak siyasetle ilişkisini en aza indirdiği gözleniyor.
Toplumlar böylesi sıkışma, kırılma anlarında aydınlarına ve siyasetçilerine bakar. Onlardan çıkış yollarını duymayı bekler. Ortak gelecek konusunda muhafazakârlar, dindarlar afallamış; modernler, sekülerler umutsuz ve endişeli, Kürtler kırgın ve kızgınlar. Siyasi aktörler gündelik hayattan kopmuş, beslenme ve değişme kanallarını kapatmış durumdalar. Aydınlar ise bir yandan baskı altındalar öte yandan da ıssızlığa ve korkularına teslim olmuş durumdalar. Daha da vahim olanı siyasi aktörler de aydınlar da kendi pozisyonlarına, kendi akıl ve tercihlerine aşık, o nedenle değişimi diğerlerinden bekliyor.
Bu verili hal içinde 21. yüzyılın, bilgi toplumun siyasetini seçimlere kadar kısa sürede inşa edecek bilgi, kapasite, model, beceri olmadığına göre kısa vadeli seçim stratejisi ne olacak? Bu verili hal içinde seçimlerin sonuçlarını ne belirleyecek? Süreci belirleme rolünü iktidar sürdürebilecek mi yoksa muhalefet beklenmeyen bir sıçrama yapabilecek mi?
İktidar bloku 'kaos mu, düzen mi' ikileminde toplumun düzeni tercih edeceği hesabı yapıyor
Bu yazı dizisinin son bölümü hazırlanırken seçimin 24 Haziran'da yapılacağı ilan edildi. İktidar blokunun “ekonomide ve siyasette bir şeyleri toparlayıp seçime gitme” hesabı yerine “muhalif blokun dağınıklığına, muhalif aktörlerin toplumun yükselen huzursuzluğunu örgütleme maharetlerindeki eksikliğine yatırım” hesabı yaptığı anlaşılıyor. Kaos mu, düzen mi ikileminde toplumun düzeni tercih edeceği hesabı yapıyor. Tüm bunların yanında Erdoğan’ın kitlesi üzerindeki dönüştürücü etkisi ve mahareti dikkate alınırsa iktidar ve ortaklarının oyun planı ve stratejisi belli. Yukarıda bahsettiğim üzere kararsız seçmeni sandık önlerine gelene kadar ikna etmedeki başarıları ve deneyimleri de ortada. Soru işareti muhalefetteki aktörlerin ne yapacaklarına dair.
Bu seçim sürecinin korkulara, korkutmalara, bölünme kaygılarına yaslanan birlik, beraberlik söylemleri ağırlıklı yürüyeceği öngörülebilir. İktidarın OHAL yetkilerini, KHK yetkilerini, medyayı sonuna kadar kullanacağı da bilinmeyen bir şey değil. Hayatın her bir alanını denetlemeye çalışan bir iktidara karşı muhalefetin olası tehlikeler, korkular üzerinden söylemi bu seçimde etkisiz kalacaktır çünkü iktidar bloğunun korkutma kapasitesi daha büyük. Muhalefet ancak umut yaratarak oyunu değiştirebilir. Dolayısıyla oyunu değiştirmek için muhalefetin beklenmeyen, oy oranlarında olağanüstü bir sıçrama yaratacak stratejiyi üretebilmesi lazım.
Bu kadar kısa sürede bağımsız bir adayın örgütlenebilmesi, verili koşullarda topluma kendini anlatabilmesi ve ikna edebilmesi beklenemez
Baskın seçim tarihinin bu kadar yakın olması, partisiz aday çıkabilmesi ve başarılı olması gibi olasılıkları zayıflatıyor. Bu kadar kısa sürede bağımsız bir adayın örgütlenebilmesi, verili koşullarda topluma kendini anlatabilmesi ve ikna edebilmesi beklenemez. Hele toplumun idolü kabul edilebilecek, farklı kimliklerin ortak beğenisine sahip siyasi kişiliklerin bile olmadığı ıssız zamanlarda böylesi aday denemelerinden başarı beklemek olanaksız. Bu aday Meral Akşener bile olsa.
Bu durumda muhalif partilerin birinci ve ikinci tur stratejilerine odaklanmak gerekir. Örneğin 2015 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde uygulanması gerektiği halde yapılamayan “çoklu aday ile seçimi ikinci tura taşıma stratejisi” bu seçimde uygulanırsa başarı şansı var mı? Diyelim ki her parti kendi adaylarını çıkardı ve yine diyelim ki birinci turda Erdoğan yüzde 45, diğerleri de sırasıyla yüzde 18, yüzde 12 gibi oylar aldı. İkinci turda yüzde 18’lik adayın arkasında yüzde 51’in dizilmesi, o adayın yönetme kapasitesine 15 günde ikna olması mümkün mü? Bu durumda ikinci tur “Erdoğan yandaşları ve karşıtları” oyununa, kutuplaşma içindeki seçmen tercihlerine döner ki sonucunu merak etmeye gerek yok.
2015 Cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki Ak Parti yandaşları-karşıtları ekseni de, 16 Nisan halkoylamasının evet-hayır bloklaşması da bugünkü oyun planının başlangıç noktası olarak ele alınmasının, her iki sonucu da hatırlayınca, yetersiz kalacağı açık.
Yalnızca Cumhurbaşkanlığı seçiminin esas alınması da doğru olmaz. Her ne kadar sistem değişmiş olsa da parlamentonun yasama gücü ve bu gücün içinde kimin 400 milletvekilini yakalayacağı da en az Cumhurbaşkanının kim olacağı kadar önemli.
Oyunun akışını radikal biçimde değiştirecek, seçmen tercihlerinde olağanüstü sıçrama üretme potansiyeli olan tüm kimliklerin kendi kimliklerini aşarak, kutuplaşmanın duygusal ambargolarını aşarak oy verebilecekleri strateji ne olabilir?
Ülkenin biraz sakinleşmeye, kendi fırsatlarını, risklerini, ihtiyaçlarını ve taleplerini müzakere edecek, küresel ara buzul dönemin kargaşası ve kaosu dışından düşünecek zemine ihtiyacı var.
Ülkenin güçler ayrılığını yeniden tesis etmeye, iktidar ve yürütme gücünün hukukun içine çekilmesine ihtiyacı var.
Ülkenin savaştan, şidetten, terörden, her türlü siyasi ve ekonomik, çıkar ve terör çetelerinden kurtulmaya ihtiyacı var.
Ülkenin yargıyı acilen yeniden yapılandırmaya, tarafsızlığını ve bağımsızlığını tesis etmeye kurtarmaya ihtiyacı var.
Ülkenin siyasetin doğallaştırılmasına, siyasi alanın güçlendirilmesine ve demokratikleşmesine, parlamentoda her türlü farklılığın temsiliyetine ihtiyacı var.
Ülkenin birarada yaşama iradesinin ve biz duygusunun yeniden inşa edilmesine ihtiyacı var.
Hedef durum bunlar. Bu hedef durum içinde farklı siyasi tercihlerimiz, farklı siyasi tutum ve davranışlarımız, farklı kültürel aidiyetlerimiz, farklı hayat tarzlarımız olabilir.
Aslında seçimi kim kazanırsa kazansın bu durumu yaratmaya ihtiyacımız var.
Eğer muhalefetin tüm aktörleri, hiçbirisini dışarıda bırakmadan, hedef durum konusunda ilkesel bir birlik oluşturabilirler, her birisinin varolan tutum ve davranışlarında gerekli zihni dönüşümü yapabilirlerse ancak herşey değişebilir. Her kimliğin, her kutuplaşma köşesinin aktörleri bir arada yaşamanın koşullarını inşa etmek konusunda mutabık kalır ve bir arada oldukları konusunda seçmeni ikna edebilirlerse her şey değişebilir. Bu biraradalık sağlanabilirse ortak adayın kim olacağı sorusuna sıra gelir. İktidar blokunun stratejisi ancak böyle boşa düşürebilir.
Muhalif aktörlerin bunu başarabilmesinin önşartı, bu toprakların insanlarına, bu toprakların geleceğine güvenmeleri, toplumun kendi kararlarını verebilecek olgunlukta olduğuna inanmalarıdır. Önşart; şiddetsiz, çatışmasız, terörsüz, dayatmasız siyaset marifetiyle toplumun daha iyisini yapabileceğine, ülkenin tüm renkleriyle bunu hakettiğine inanmaktır. O zaman ancak toplum da onlara inanacaktır.
İktidar adayı, vaatleri, yapabilecekleri belli. Muhalefetin siyaset üretme mahirliği ve ihtiyacı da belli, zaman dar. Bu koşullarda seçime gidiliyor. O nedenle seçimin sonucunu iktidarın yapacaklarından çok muhalefetin yapabilecekleri belirleyecek.