Bu hafta yine Hrant Dink davası duruşması vardı...
Bu hafta yine Hrant Dink davası duruşması vardı. Her zamanki gibi Hrant dostları bu kez de yanlarında diğer faili meçhul kurban yakınlarıyla beraber mahkemenin önündeydiler. Büyük olasılıkla okudunuz ama yine de bu hafta ki davaya dair gelişmeleri özetlemeye çalışayım. Emniyetin, Erhan Tuncel’in Trabzon’daki polislerle yaptığı telefon görüşmeleriyle ilgili görüşme dökümlerini “personele ait kişisel bilgi ve telefonların deşifre olmaması, istihbarat zafiyeti yaşanmaması” gerekçesiyle mahkemeye göndermediği anlaşıldı.Duruşma günü gizli tanığın duruşmada olmadığı anlaşılınca önce polisin duruşmaya beklenen gizli tanığı almayı unuttuğu iddia edildi. Polis mahkeme tarafından gizli tanığın getirilmesinin istenmediğini açıkladı. Daha sonraki günde de İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Erkan Canak açıklama yaptı: "Gizli tanık Türkçeyi tam bilmiyormuş. Polis gizli tanığın Türkçeyi tam konuşamadığını söyledi. Tercüman da bulunmadığı için gizli tanığı çağırmadım. Tercüman hazır olsaydı polis gizli tanığı getirecekti. Bir dahaki oturumda hazır edilmesini ve tercüman da istenmesini kararlaştırdık."Bu hafta yine ortaya çıktı ki, Hrant Dink'in adının, Şişli'deki Ergenekon Caddesi'ne verilmesiyle ilgili gündem önerisi İstanbul Büyükşehir Belediyesi Meclisi’nde Ak Parti’li üyelerin oylarıyla reddedilmiş. Üç yıldır katili belli ama azmettiren ve örgütleyenlerinin ortaya çıkmaması için tüm kurumların tam bir mutabakat içinde olduğu bir kez daha anlaşıldı. Katillerinin şovuna dönmüş ve üç ayda bir tekrarlanan duruşmalarla bu iş sürüncemede bırakıldığına göre artık herhalde tereddüt yok, mesele eğer şovenlikse hiçbir parti veya devlet kurumunun birbirinden kalır yeri yoktur. Siyasi aktörlerce yürütülen demokrasi etiketli tartışmalar özünde toplumun demokrasi talebinden üremiş siyasetin çekişmesi değil siyasi aktörlerin birbirleriyle güç ve pozisyon kavgalarıdır. Ve eğer mesele şovenlik ya da Kürt meselesinin çözümü ya da Hrant’ın katillerinin ortaya çıkarılması ise birbirleriyle Ergenekon labirentlerinde çatışanlar bir anda müttefikler haline dönüşmektedirler.Alın size bir başka örnek: Bakan Hayati Yazıcı’dan TEKEL işçilerinin direnişine yorum: "İşe şeytan karıştı, hani 72 buçuk millet derler ya, Türkiye'de ne varsa, buna PKK da dâhil bu işe fitne sokmaya başladı." TEKEL işçilerinin haklı olup olmadığı tartışmasına girmeden benim takıldığım nokta şu: Herhangi bir işçi eylemini, hak arama mücadelesini böyle yorumladığınızda, bilincinizin derinliklerinde demokratlığın mı, şovenliğin mi daha güçlü olarak var olduğu ortaya çıkıyor işte.Anımsayanlarınız çıkacaktır, Başbakan, iki yıl önce Melen suyu taşıma projesinin açılışı ve ağaçlandırma seferberliğinin başlatılması törenlerinde şöyle demişti: “İktidara geldiğimizde söylemiştim. Türkiye'nin ırmakları, dereleri, akarsuları var ama sular akıp gidiyor. Nereye? Denizlere. Tutamadığımız, kullanamadığımız su bizim değildir. Ama bakıyorsunuz Greenpeace çıkıyor. Ayaklanıyorlar buraya baraj yapamazsınız. Niye? Doğaya saldırıyorsunuz. Kardeşim bak biz bu suyu insan için kullanıyoruz. İnsandan daha değerli varlık var mı? Eğer bu su denizlere akıp giderse bunun insana faydası var mı? Yine de onlar hayır diyorlar. Çünkü her yaklaşım ideolojik.”Örgütlü toplum, sendikalar, sivil toplum örgütleri, aktif yurttaş, hak arama mücadeleleri olmadan demokrasi ne menem bir şeydir ben bilmiyorum. Ya da orada demokrasiden söz edilebilir mi?Dolayısıyla böyle bir siyaset savunanların diğerlerinden daha az veya çok demokrat olmalarının tek bir ölçüsü olmamalıdır. Demokrat olmak, demokrasiyi savunmak öyle kolayca herkesin diline pelesenk olabilecek kadar kolay ve zahmetsiz de değildir. Hepsinden öte demokrasi yalnızca bir siyasi tartışma konu başlığı değil bir düşünme ve yaşam biçimidir.