\'Belki de bu duyarlılıklarımızı çoktan yitirdik. Gözlerimiz var ama göremiyoruz; hareket edebiliyor ama eyleme geçemiyoruz. Düşünülenin aksine ne zamana ve ne de mekâna hükmedebiliyoruz.\'
Bülent ŞIK
Bitkilerin gözleri yoktur. Yoktur, çünkü hayvanlar gibi besin bulmak için sürekli hareket etmeye gerek duymazlar. Gözleri olmasa da, ömürleri hayvanlarla kıyaslandığında çok uzundur. Beklemeye çok alışıktırlar; tohumları onlarca yıl boyunca filizlenmek için uygun koşulları bekleyebilir. Bazılarının ölümleri bile çok yavaş, parça parça olur.
Hayvanlar mekâna, bitkilerse zamana hükmeder.
Yaşadığımız gezegendeki hayat büyüleyici bir karmaşıklık ve çeşitlilik içerir. Bu hemen her zaman böyle olmuştur. Her ne kadar, yıkıcı insani faaliyetlerimizden ötürü doğada var olan bitki ve hayvan türlerinin sayısında kaygı verici bir azalma olsa da, er veya geç hayat eski çeşitliliğine kavuşacaktır; o zaman geldiğinde gezegende hala insan olacak mı? Muhtemelen hayır, ama yine de bundan emin olamayız elbet.
Bitkileri, hayvanları ya da kestirmeden söylemek gerekirse insan dışındaki diğer canlıları korumak; ya da onların biyolojik bir tür olarak hayatta kalmalarını sağlamak konusundaki asli sorumluluğumuz, bu canlıların bizim için önemli olmaları ya da olabilecekleri gerçeğine değil; onları koruma güdümüzü harekete geçiren duyarlılıklarımızı yitirmenin bizler için felaket sonuçlar doğuracağı gerçeğine dayanmalıdır. Bu duyarlılıklarımızı yitirirsek hapı yutarız.
Belki de bu duyarlılıklarımızı çoktan yitirdik. Gözlerimiz var ama göremiyoruz; hareket edebiliyor ama eyleme geçemiyoruz. Düşünülenin aksine ne zamana ve ne de mekâna hükmedebiliyoruz. İnsanın hayat ile kurduğu ilişki giderek daha çok basitleşiyor; olağandışı boyutlardaki bilgi sağanağı öyle bir karmaşıklık yanılsaması yaratıyor ve bağlantıların üzerini öyle güzel örtüyor ki, bunu fark edebilmek gün be gün daha da zorlaşıyor.
Mantı sevenimiz çoktur. En beğenilen ve sevilerek yenen yemeklerimizin başında geldiğine hiç kuşku yok. İtalyan’ların meşhur Ravioli’si ise mantıya çok benzeyen bir yemek. Aşağıda herhangi bir internet sitesinde kolayca bulunacak bir tarif var.
Ravioli yapmak için gereken ana malzemeler: 5 çay fincanı un, 3 yumurta, 1 çay bardağı ince irmik, 2 çorba kaşığı tereyağı, 500 gr az yağlı koyun ya da kuzu kıyması, 1 su bardağı dolusu rendelenmiş kaşar peyniri ve 5-6 adet küçük domates. Bu malzemelerin içine çeşitli baharatlar dâhil değil. Sonrası yapanın ustalığına kalıyor.
Ülkemizde hazır yemek alışkanlığı pek yok. İyi ki öyle. Ama bir an için bunu bir tarafa bırakalım ve evde mutfağınızda değil de, fabrikada konserve ravioli yapıldığında durum ne, ona bakalım.
Konserve ravioli yapmak için gereken ana malzemeler: konserve kutu üretmek için gereken metaller-Brezilya; domuz eti-Danimarka veya Romanya; domates-Portekiz; sığır eti-Polonya; yumurta-Fransa; un için gereken buğday-Ukrayna ve zeytinyağı-İtalya’dan fabrikaya getiriliyor. Gelen malzemelerin konserve ravioli ürününe işlenmesi ise Fransa’daki fabrikada yapılıyor. Üretilen ve satışa sunulan ürünün nihai varış yerlerinden biri ise Finlandiya’da bir süpermarket olabiliyor. Durum kabaca böyle.
Yukarıdaki tarife eklenmesi gereken bir şey daha var: İnsanlar. Yönetmenliğini Katja Gauriloff ‘un yaptığı 2012 yapımı ‘Konserve Düşler’ (Canned Dreams) isimli film, bütün bu konserve ravioli üretim sürecini insanları da katarak ele alıyor. Film boyunca, berbat işlerde çalışan insanların hikâyelerine eşlik ediyoruz. Konserve ravioli için gerekli malzemeleri üretmek için, zor şartlar altında çalışan, bazıları yaptığı işten nefret eden ve hepsi de yaptıkları işe çocuklarına iyi bir gelecek hazırlamak için katlandıklarını ifade eden insanlar ve film boyunca onların hayat hikâyeleri ve düşlerine bir şekilde sızan ama birer hammadde olmaktan başka hiç bir işlevi olmayan bitki ve hayvanlar.
Filmdeki herkesin umutları ve gelecekle ilgili planları var. Bazılarının ki kaçış planı! Yaptıkları işleri katlanılır kılan tek ortak şey ise çocuklar; her şey onlar için yapılıyor. Onlara iyi bir gelecek hazırlamak için. Film boyunca dinlediğimiz hayat hikâyeleri, özlem ve düşler sonunda bir süpermarket rafında satın alınmayı bekleyen bir kutu ravioli içine sıkışıyor. Dünyanın farklı yerlerinden gelen ve toplam olarak ‘30 bin kilometre’ yol kat eden malzemeler, onları üreten insanların düşleri ile beraber bir kutu konserve içine dolduruluyor. Endüstriyel gıda üretimi denilen, son derece rasyonel işleyen, hemen her aşamasında mühendislik faaliyetlerine yaslanan ve küresel ölçekte seyreden böyle bir sürecin gerçekte ne kadar saçma olduğu fark ediyorsunuz. Böylesine aşırı ve gereksiz bir kaynak (ve enerji) tüketimini rasyonel bir şekilde açıklamak da zorlanıyorsunuz.
Kuşkusuz evde yemek yapıldığında da bazı malzemeler uzaktan getirilmiş olabilir; ama bu gerçekten ender bir durumdur. Üzerinde durulan konu, konserve ravioli değil de başka bir şey olsaydı yine benzeri bir saçmalık ya da anlamsızlık ortaya çıkacaktı. Çocuklarımıza daha iyi bir gelecek sağlamak için dayanılmaz ya da katlanılmaz işler yapılabilir kuşkusuz. Yapılıyor da. Ama bu onlara daha iyi bir gelecek sağlar mı? İnanmadığımız, sevmediğimiz işleri yapmaya devam ederek onlar için huzurlu bir gelecek ihtimalini ortadan kaldırıyor ve her zaman olmasa da, içten içe ne yaptığımızı biliyorken üstelik. Bizi acıtan şeylerin onlara hiç değmeyeceğini sanıyoruz. Hiç kimsenin kendi hayatı ile ilgili bir değişiklik yapma düşüncesi yok gibi.
Filmde gayet çarpıcı bir şekilde anlatılan akıldışı faaliyetlerin nasıl yapılabildiği ve bu kadar yaygınlık kazandığı sorgulanmalı. Gıda üretimi ve tüketimi ile ilgili faaliyetlerin olabildiğince yerel ölçek gözetilerek yapılması gerekliliğine uzun yıllardır işaret eden onca bilimsel çalışma varken; nasıl olur da konserve ravioli üretmek gibi çok kaynak ve enerji tüketen bir iktisadi etkinlik ısrarla yapılabilir? Bir başka açıdan, bu üretim faaliyeti esnasında ortaya çıkan veya ortaya çıkması olası sorunların çözümü için yapılan destekleyici ArGe çalışmaları üzerinde de düşünülmeli. Sonuçta konserve ravioli üretmek gibi basit görünen bir iş için dahi yapılan ArGe çalışmalarının tutarı inanın olağandışı bir parasal büyüklüktedir. Ama üzerinde düşünülmesi gereken konu, bir iktisadi faaliyetin olumsuz sonuçlarına işaret eden bilimsel çalışmaların değil de aksini söyleyen çalışmaların neden daha çok itibar ve kabul gördüğü.
Bu sorunun yanıtı çok kolay değil ve çeşitli bakış açılarından pek çok farklı açıklama da getirilebilir kuşkusuz. Yazıyı çok da uzatmadan söylemek gerekirse, benim düşüncem, bilimsel faaliyetlerin genel olarak ‘piyasa’ ne istiyor veya neye gereksinim duyuyorsa artık ona yanıt verecek şekilde biçimlendiğidir. Piyasa koşulları akademik düşünme dediğimiz şeyin sınırlarını belirlemektedir. Ama tekrar vurgulamak gerek, gözümüzün önündeki basit gerçekleri bilinçli veya bilinçsiz öylesine kolay gözden kaçırıyoruz ki; teknolojik olarak karmaşık süreçleri idare etme konusundaki becerimizi bilgi düzeyinde bir derinleşme olarak algılıyoruz. Bu algının yarattığı heyecan -en azından konunun farkında olmayanlar için- özgür irademizle bilim yaptığımız, bilimsel gelişme sağladığımız yanılsamasını doğuruyor. Ama bu doğru değil. Örneğin, basitçe şu soruyu sormak gerekli: Konserve ravioli üretimi için toplamda 30 bin kilometre kat edilerek bir araya getirilen malzemeleri kullanarak üretilen ve elde edilen ürünün de binlerce kilometre öteye gönderildiği bir ‘iktisadi etkinliğe’ ihtiyaç var mı? Bu iktisadi etkinliği gerçekleştirirken karşımıza çıkan sorunları çözmek amacıyla yapılan ArGe çalışmalarına kaynak ayırmak ne kadar akıllıca. Üstelik bütün bu süreç boyunca karşımıza çıkan ve ‘tüketicileri’ terörize eden gıda güvenliği sorunlarını da hiç hesaba katmıyoruz. Bütün bunlara rağmen, bu saçma üretim faaliyetinin sürdürülmesine yönelik akademik çalışmalar; yararını sorgulayan veya yol açtığı sorunlara işaret eden çalışmalara kıyasla çok daha fazla. Söyleyecek çok sözü olanlar sesi en az duyulanlar. Bir kere daha düşünelim, neden?
Bilim özünde kamusal bir faaliyettir. Bu anlamda, nelerin ‘ters gittiğini’ dile getirmesi çok daha kıymetli ve vazgeçilmez bir şey. Üniversiteler bir anonim şirket değildi. Olmamalı da. Ancak yeni YÖK yasası tam da bu sonuca yol açacak bir öz barındırıyor. Piyasa baskısı ve bu baskıya ne düzeyde ‘istenilen yanıtlar’ verdiğinizi ölçmeye dayanan performans sistemi bilimsel faaliyetlere çok zarar verecek. Hazırlanan yeni YÖK yasası özünde üniversiteleri birer şirkete dönüştürme amacını taşımaktadır. Bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de zaten güdük olan toplum ve çevre sağlığına yönelik problemlere odaklı bilimsel ArGe faaliyetleri, bu yasa tasarısının yürürlüğe girmesi ile zaman içinde büyük ölçüde ortadan kalkacak. Bilimin ‘uyarıcı’ olma niteliği aşınacak ve ‘hakikat’ denilen şey ile teması büyük ölçüde yitecektir.
Ama akademi içinden-dışından bu düşüncelerin aksine biat etmiş öyle çok insan var ki. Bu insanlara Harvard Üniversitesinde beşeri bilimler yayın editörü olan Lindsay Waters’ın, ‘Akademinin Düşmanları’ isimli kitabında(1), yer alan şu sözünü hatırlatmak gerekli: “Derin düşünceler, kendilerini sadece çığlıklarla duyurmazlar. Bazen fısıltıları da dinlemek gerekir.”
1 Lindsay Waters, Akademinin Düşmanları, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi. 2009. Çevirmen: Müge ÖZBEK.