Yıllardır çözüm bulamadığımız siyasal sorunlar öyle yakıcı bir hal aldı ki; diğer her türlü sorunu ikincil ya da önemsiz kılıyor. Kürt sorunu başta olmak üzere anayasa, seçim sistemi… gibi yıllardır tartışılan asli sorunlarımıza bir türlü çözüm üretemediğimiz için ikincil veya önemsiz görünen sorunları da gündemden ötelemek zorunda kalıyoruz. Sonra onlarda çözüm bekleyen asli sorunlarımız haline geliyor. Kollektif irade göstererek hiçbir soruna kalıcı bir çözüm bulabildiğimizi de hatırlamıyorum. Aile içinde, kreşte, sokakta, okulda, dağda, kışlada fark etmiyor; bu ülkenin insanları çocukları sevmiyor. Bu nedenle bir gelecek tahayyülleri de yok. Öyle olsa bambaşka davranıyor olurduk. Bu ülkede veya sınır komşularımızdan birinde nerede yaşarsak yaşayalım, önümüzdeki 40-50 yıl çevre sorunlarının giderek artacağı, kıyamet gibi bir geleceğe işaret ediyor. Hayatı son derece zorlaştıracak ve belki de olanaksız kılacak, yaşadığınız coğrafyadan, kim olduğunuzdan, cinsiyetinizden, milliyetinizden bağımsız herkese yönelik ortak bir tehdit bu. Ama gelecekten söz ediyoruz. Gelecekte karşımıza çıkabilecek her türlü sorun şu an yüz yüze olduğumuz can yakıcı sorunlar kadar önemli değil. Sevdiğinin yasını tutan, acılı bir insana böyle sorunları anlatamayız. Ama, bir ülke ya da vatan dediğimiz şey, her zaman ve her koşulda var olacak soyut bir şey değildir ki; en temelde bir toprak parçasıdır, yani sınırları belirlenmiş bir coğrafi bölgeye işaret eder. Bir coğrafi bölgenin yaşama elverişli olduğu sürece ancak bir değeri vardır; aksi takdirde bir mezarlıktır. Bu coğrafyada yaşamak ve en azından bir süre daha çocuklarımız için yaşama elverişli kılabilmek için tek şansımız birbirimize güvenmektir. Bir arada kalabilmektir. Çocuklarımıza bırakabileceğimiz yer uğruna ölmeye değil yaşanabilir bir yer olmalı. Sürekli olarak ölümden söz edilen, evlat acısı çeken insanlarla dolu bir ülkede çevre veya sağlık ile ilgili konularda yazı yazmak gerçekten çok zor. Anlamsız. Ama nihayetinde bu konular da, nasıl bir gelecekte yaşamak istediğimiz ile çok ilintili ve yazmayı anlamlı kılan tek şey de bu…
Obezite erken yaşta çeşitli ve ciddi sağlık sorunlarına yol açan aşırı kilo alma durumudur. Sağlık Bakanlığı tarafından bir süredir, “Obezite ile Mücadele ve Kontrol Programı” yürütülüyor ve çeşitli kurumlar aracılığı ile ülke genelinde konu ile ilgili tanıtım ve bilgilendirme çalışmaları yapılıyor. Program obezitenin nedenleri arasında şunları gösteriyor: aşırı ve yanlış beslenme alışkanlıkları, yetersiz fiziksel aktivite, yaş ve cinsiyet, eğitim düzeyi, sosyo-kültürel etmenler,gelir durumu, genetik, hormonal ve metabolik etmenler, psikolojik problemler, sık aralıklarla diyet yapma, sigara-alkol ve kullanılan bazı ilaçlar. Program özetle, tıbben bir hastalık durumuna işaret eden nedenler dışında obezitenin neredeyse tamamen kişinin kendisinden kaynaklandığını söylüyor. Eğitimsiziz, çok yiyoruz ve az hareket ediyoruz bu nedenle obez oluyoruz diyor. Aslında bu değerlendirme tamamen yanlış değil; ama çok az doğru. Yapılan onca reklam ve bilgilendirme çalışmalarına rağmen, daha çok önem taşıyan başka nedenler üzerinde hiç durulmadığı veya nedensel bağlantılar yanlış kurulduğu için yürütülen obezite ile mücadele programı başarısız olacak. Örneğin, obezite ile ülkenin her tarafına hidroelektrik santralleri (HES) yapmak arasındaki bağlantı; obezite ile hareketsiz yaşam tarzı arasındaki bağlantıdan daha kuvvetlidir. Obezite ile gerçekten mücadele etmek istiyorsak, doğal hayattaki muazzam karmaşıklığı gün be gün azaltan her türlü teknolojik veya endüstriyel faaliyetlerle ilgili olarak biraz ağırdan almamız, kılı kırk yarmamız gerekli. Modern tarım teknikleri ve endüstriyel gıda üretimi ile yiyeceklerimizi, içerdiği besin öğeleri açısından daha fakir ve zehirli kimyasallar açısından ise daha zengin bir bileşime kavuşturduk. Yukarıda obezitenin nedenleri arasında hormonal ve metabolik etmenler belirtiliyordu. Yediğimiz gıdalarda kalıntısı bulunan ve hormonal sistemi bozan kimyasal maddelerle (akademik literatürde ‘obesojenler’ olarak adlandırılıyor) ilgili olarak ne yapılacağını merak ediyor insan doğal olarak. Ama programda bu konuyla ilgili hiçbir şey söylenmiyor.
Obezite dünya genelinde -zengin ya da fakir ülke fark etmiyor- en çok çocukları etkiliyor. En önemli nedeni ise şekerli besinlerin çocuklar tarafından daha fazla tüketilmesi. Ülkemizde de çocuklar arasında obezite ve şeker hastalığı görülme sıklığı yıldan yıla korkutucu bir biçimde artıyor. Piyasada satılan, sürekli reklamı yapılan ve çocukların severek tükettiği çeşitli ürünler üzerinde yapılacak basit bir inceleme bu ürünlerin her birinin ortalama 400-500 kalori içerdiğini gösterecektir. Merak eden bir markete girip ürün etiketlerine bakabilir. Okul çağında bir çocuğun günlük kalori ihtiyacı ise yaklaşık 2000 kalori. Bu ürünlerden birini yiyen bir çocuk günlük enerji ihtiyacının dörtte birini almış oluyor. Alınan 400 kaloriyi harcamak için ise en az iki saat yürümek gerekli! Öyleyse bu ürünler niçin üretiliyor diye sorulabilir. Niçin diye başlayan ve üretim pratiklerine yönelik pek çok sorunun yanıtına akılcı açıklamalar bulmak çok mümkün değil. Daha akılcı bir toplumsal hayat içinde bu ürünleri üretmemek mümkün olabilirdi belki. Yine de bazı şeyler yapılabilir. Yapılacak şeylerin başında özellikle çocukların sıklıkla tükettiği ürünlerin kalori düzeyini azaltacak önlemleri hızla almak geliyor. Bunu sağlamak için gıda formülasyonları değiştirilebilir ve porsiyonlar küçültülebilir; belki tuhaf gelecek ama bazı gıda ürünlerinin belirli yaş altındaki çocuklara satışının yasaklanması tartışılmalı. İnsan türü olarak yağlı ve şekerli gıdaları daha çekici buluyor ve bir kez tadını alınca tekrar yemek için karşı konulmaz bir arzu duyuyoruz. Geçmişte yabani bir doğada bizim hayatta kalmamızı destekleyen bir şeydi bu. Doğada az bulunan ve son elli yıl içinde endüstriyel gıda üretimi ile hayatımıza giren yüksek kalori (şeker) içerikli gıda ürünleri çocuklar için kolayca ulaşılabilir olduğu sürece obezite ile mücadele programı öngördüğü hedeflere ulaşamayacak.
2003 yılında Dünya Sağlık Örgütü tarafından açıklanan bir rapor; dünya genelinde ölümlerin %60’ının fazla yağlı, şekerli ve tuzlu beslenme tarzından kaynaklandığını açıklıyor ve sıkça dile getirilen bir çözüm sunuyordu; “bu tip gıdalar az yenilmeli ve biraz da hareket edilmeli”. Obezite ile mücadele programı tam da bu öneriyi referans alıyor. Amerika’da yıllardır yürütülen benzeri mücadele programlarında hiçbir başarı sağlanamamış olması ise hiç akıllara gelmiyor. Ya da neredeyse her iş kolunda, ‘7 gün 24 saat’ esaslı bir çalışma süresi çalışanlara dayatılırken, ne vakit ve hangi enerjiyle kim spor yapacak bilemiyorum. Bu tip mücadele programları obezite sorununun temelinde yatan nedenleri görmezden gelmekte veya gözden kaçırmaktadır. Görmezden gelinen en önemli nedenlerden biri, teknolojik gelişme veya ekonomik büyüme dediğimiz olgunun doğal süreçleri giderek basitleştiriyor olması. Böylesi bir basitleşme ise felakettir. Hayatı var eden madde ve enerji döngüleri karmaşık, yaşayan biyolojik tür sayısı çok olduğu sürece doğal yaşam yolunda gider. Doğa koşullarındaki bozulma veya çevre kirliliği en temelde bu basitleşme olgusunun ve bir şeylerin yolunda gitmediğinin göstergeleri. Doğayı aşırı zorlayan tarımsal tekniklerle gıda üretimi yapmak besin içeriklerinin basitleşmesi ya da fakirleşmesi sonucunu doğuruyor. Yani, geçmişe kıyasla çok daha az sayıda gıda çeşidi üretmek için tarımsal faaliyet yapıyor ve çeşit olarak çok daha az sayıda gıda ile besleniyoruz. Kullandığımız karmaşık tekniklere rağmen bu böyle. Piyasada birbirinin aynı veya benzeri besin içeriklerine sahip, çok sayıdaki gıda ürünü bol çeşit anlamına gelmiyor.
Bir başka önemli neden ise, ihtiyaçlarımız ile gıda üretimi arasındaki iktisadi bağlantının epeyce uzun bir süreden beri kopmuş olması. Bu kopma, sürekli bir ekonomik büyüme için bir gereklilik. Ekonomik büyüme ise negatif içerimleri de olan bir kavram. Sağlığa uygun olmayan gıda maddeleri üretmek de ekonomik büyümeye katkı yapar; bu gıdaları yediğiniz için hastalandığınız da yapacağınız sağlık harcamaları da. Dolayısıyla ekonomik büyümenin nasıl sağlandığı ve nelerle ilişkili olduğu oldukça sorunludur. Kuşkusuz yağlı, şekerli gıdaları çok yemek ve az hareket etmek nihayetinde kilo almamıza yol açacaktır. İyi de, hayatlarımızın bu tip gıdalarla çepeçevre kuşatılmış olmasında, hiç mi bir tuhaflık yok? Şeker ve yağ içeriği bunca yüksek gıdalara gerçekten ihtiyacımız var mı? Obezite ile mücadele programı bu sorulara herhangi bir yanıt içermiyor. Program, obezite konusuna bambaşka bir perspektiften bakma olanağı sağlayacak, ‘Yavaş Gıda (Slow Food)’ ve ‘Gıda Egemenliği’ gibi dünya çapında yüz milyonlarca üretici-yetiştirici-tüketici üyesi olan hareketlerin neler söylediğini de dikkate almıyor. Kilo alınıyor veya obez olunuyorsa bunun tek nedeninin kişinin kendisi olduğuna işaret ediyor, hepsi bu.
İnançlı kişi sayısı arttıkça, birbiri ile ilişkili olmayan olaylar arasında kurulmuş neden-sonuç ilişkilerinin doğru olduğuna yönelik güven de o oranda artar. Bazen bilinçli bir şekilde yanlış bağlantılar kurulur, başka şeyleri gözden ırak tutmak için; ya da, bir olayın gerçek nedeni apaçık ortadayken başka şeyler ön plana çıkarılır. Böyle durumlarda, Wittgenstein’in dediği gibi akıl tatile çıkmıştır. Bizim ülkemizde genellikle geri dönmez. Sorunların nasıl çözüleceğine ilişkin bir sezgimiz ya da fikrimiz olsa da harekete geçmek epeyce zordur bu ülkede. Her konuda. Oysa en azından, son 30 yıldır ülkemizde olduğu gibi geleneksel tarım, hayvancılık ve beslenme tarzları radikal bir şekilde bozulduğu ve kısa zamanda herhangi bir düzelme-onarılma emaresi de görülmediği için, obezite illetine yakalanmamış bireylerden müteşekkil sağlıklı bir toplumun sadece bir hayal olarak kalacağını söylemek gerekiyor.