İnsan, yaşamının bir evresinde, farklı bir hayatım olsaydı ne değişirdi sorusunu mutlaka kendisine sormuştur. “Yaşamın anlamı” nedir sorusu bağlamında paralel evrenler vb. unsurlar felsefenin ve bilimin sorunsalıdır.
“Ölüm Günün Kutlu Olsun 2”, yukarıda bahsettiğimiz sorunsala bolca göndermeler içeriyor.
Amerikan sinemasının “rüya fabrikası” tanımlamasının içini dolduran ve korku sinemasının trükleriyle ilerleyen bir film bu. ABD’nin üniversite yaşamına da karikatür lezzetinde göndermeler yapan ve onu fon olarak kullanırken; yasaklayıcı yönetici (Dekan) anlayışıyla da dalgasını geçen bir film…
Serinin ilk filminde üniversite öğrencisi Tree (Jessica Roth), rüyalarında öldürülüşünü loop yapan bir filmin başa sarması gibi yeniden izlemektedir. Bu durumdan kurtulmasının tek çaresi ise üniversitenin futbol takımının sembolü olan maskeyi takan katili öldürmesidir. “Ölüm Günün Kutlu Olsun 2”, bunun devamı niteliğinde. Başta Ryan ve bir dizi genius kıvamında zeki gencin üzerinde çalıştığı bir makine, zamanı yavaşlatacak ve bu keşif “dejavu” döngüsünün kırılmasını sağlayacaktır. Ancak makine, çalışmaya başladığı zaman sadece zamanı yavaşlatma iddiasını karşılamıyor, fakültenin yaşamını da kaosa sokarak gençlerin Dekan’la başının derde girmesine neden oluyor.
Bilim insanı adayı gençlerin öncülüğünü, WASP (White Anglo-Sakson Protestan) gençlerin değil, çekik gözlü Ryan’ın (Phi Vu) yapması ise manidar! Geleceğin dünyasının liderliği hakkında bir varsayım da içeriyor sanki…
Film korku sinemasının asli unsurlarını kullanıyor: kahramanın başına gelecek olası tehlikeyi işaret eden bir fon müziği aşama aşama yükseliyor, seyircinin tüylerinin diken diken olması sürecinde bir kreşendoyla sönüme uğruyor. Bu kısır döngü bir sonraki sahnede de yinelenerek sürüyor.
Korku sineması, kurmacanın etkili türlerinden biri. Her ne kadar insanları korkutmak kolay gibi görünse de dozunu ayarlamak, etkili görsel ve işitsel efektlerden de faydalanarak inandırıcılığı sağlamak kolay değildir. Hele sinemanın olanaklarını, görsel ve işitsel dilin zenginliklerinin anlatım olanaklarını yeterince anlamadıysanız!..
“Ölüm Günün Kutlu Olsun-2”, öyküsünün merkezine yerleşen dejavu anlarıyla sürerken, seyretme eylemini zorlaştıran bir durum almaya başlıyor, aynı yatakta ve aynı soruyu sorarak aynı güne başlayan Tree’yi izlemek “Yetti gari” dedirtiyor biraz... Diğer taraftan mizahi bir anlatımın filme sızması, seyirlik açıdan ilgiyi arttıran bir vaat gibi görünse de bu tarz filmlerin genelde hoş zaman geçirtme dışında başkaca vaadinin olmaması yüzünden bu da boş bir vaat olarak kalıyor.
Korku sineması alanının içine giren bir filmi izlerken, usta yönetmen Alfred Hitchcock akla gelmeden olmuyor tabii. Onun Rebecca (1940), Arka Pencere (Rear Window-1954), Sapık (Psycho-1960), Kuşlar (The Birds-1963) gibi başyapıt olan gerilim ve korku sineması örneklerini hatırladığınızda, şair Enver Ercan’ın dizeleriyle ifade edersek “geçtiği her şeyi öpüyor zaman”! Hitchcock’un mekân ve oyuncu kullanımı, görsel tasarımları ve kurguyla elde ettiği sinematografik etkileri, günümüz korku sinemasının neredeyse ses efektleri ve müziğe yaslanarak yaratmaya çalışmasını ve ana akım sinemanın zekâ gerektiren keşifleri umursamadan sınıfta kalmaya başladığını gözlemler oluyorsunuz!..
Günümüz dünyasında kitle endüstrisinin başat olgularından sayılabilecek olan, seyircinin sadece ve sadece müşteri konumuna indirgenmesi ve meta haline gelmiş “sinema sanatı” maskesi taşıyan filmlerle temaşa ihtiyacının ikame edilmesi bu film örneğinde de karşımıza çıkıyor.
“Ölüm Günün Kutlu Olsun-2”den, ambiyans oluşturmada faydalanılan müzikler ve pek de etkili olmayan özel efektler dışında geriye “yeterince korkutmayan” bir film kalıyor. Hele finalinde oldukça yavan bir aşk üçgenini, bütün o öldürme fantezilerine kurban etmesi de cabası…