Londra
Bu yazıyı, üzerinden hikâyeler geçen bir çatı altından ve iki doz aşısı yapılmış biri olarak yazıyorum.
Tam havaalanının kıyısında, kalabalığa yakın ama bir o kadar da uzak bir yerdeyim. Dışarıda yaşam belirtisi oldukça havalı görünüyor. Nerede miyim? Tam yolun yanındaki odada. Asfalt adeta buranın bulut rengi. Gök, yere yansımış gibi. Hava ılık. Çok dar bir yerden giriyor insanların soluğu, ağaçların hışırtısı ve kuşların sohbetleri içeriye. Çünkü pencere, metal bir iple kilitlenmiş daha fazla açılmasın, açamasın içeride olanlar diye. Ayrıca açmak da zaten eğer yanınızda yankeskiniz yoksa mümkün değil…
Pazar günüydü sevdiklerimle vedalaşıp uçağa bindiğimde. Öğle sonrası saatleriydi ve sanki kadranda hareket olmamasını bir tek ben istemiyordum. Çok özlemekten korkmanın endişe yarattığı anlardı fakat kaçınılmazdı. Bir karar almıştım artık ve bunu uygulamak için de son evredeydim. Vedalaşıp, uçağa binmek. İki kelime, ancak duygusunda bolca yük var. Köpeğim Dagu'yu da Türkiye'de bırakmıştım. Koşullarımı iyileştirince o da yanıma gelecek.. Neyse ki dünyanın en güvenli ellerinde ve içim çok rahat. Biraz hasretlik yaşayacağız ama geçecek… Dünyanın sonu değildi elbet, sürgüne de gitmiyordum ama çevremde hep görüp ama ilk kez kendimin yaşadığı durumun, bende ve etrafımda bu kadar nüfuz bulacağını hiç düşünmemiştim. Belki de hep dönüş biletli gitmiştim gideceğim yere, bu sefer dönüş almamıştım. Onun yarattığı bir bulanıklık da olabilirdi bu. Bunu çözmek için epey vaktim olacaktı.
Bu kararı vermek zor olmuştu. İngiltere'ye yerleşme fikrinden söz ediyorum. Buraları pek severim ama hep turist olarak gelince mi güzelmiş, yoksa yaşayınca da aynı fikirde olacak mıyım, yaşayarak göreceğim. Bunu hep tecrübe etmek istemiştim ve artık kendimi yeniden inşaa süreci başlıyor.
CNNTürk'te 12 yıl boyunca haber spikerliği yapmıştım ve üç ay önce ayrıldım yıllarca çalıştığım yerden. Üniversiteden mezun olmadan orada çalışmaya başlamıştım ve çıktığımda arkama bakmak aklıma bile gelmemişti. Oysa ne güzel günlerim olmuştu orada, ne çok şey öğrendiğim insanlar tanımıştım. Güzel dostluklarım kaldı. CNNTürk iyi bir okuldu, sektördeki herkes bilir bunu. Konuşabildiğimiz işi bilen insanlarla çalışmıştım. Konuma göre konumlandırmadan bir ekip bilincinde olarak, herkesin kapısı açık olarak, bilgi paylaşarak ve paslaşarak birbirimizi besleyerek yaptık bu işi ve yayınları. Editörü, genel müdürü, rejisi ve bize o yayınlarda çay çorba taşıyan emekçi arkadaşlarımıza kadar. Zamanla işte, bilirsiniz çok şey değişiyor… Bu değişimin içinde herkes de, ya değişiyor ya da değişmiyor ve farklı dinamikler ortaya çıkabiliyor. Ama sonuç olarak elde, üzerine yapışan hastalıklar ve akıp geçen zaman oluyor. Hepsinin toplamından size kalan, 12 yılın ardından arkanıza bakmadan çekip gitmek… Neticede tecrübe ucuz bir şey değil.
Kanalla yollarım ayrılmadan önce İngiltere'de yaşamak için Ankara Anlaşması'na başvurmuştum. Çünkü bu anlaşma bitecekti ve sonrasında ise revize edip sisteme yeniden yükleyeceklerdi. Bu olmadan şansımı denemek istedim, başka bir yerde yaşayacak olma fikri fena gelmedi ve Britanya'yı da seviyorken bu adımı atmaktan çekinmedim. Sonuç gelince de buraya doğru yolculuk başladı. Tabii, Covid dünyayı kucakladığı için buraya gelmek pek kolay olmadı. Önce İngiltere, Türkiye'yi kırmızı listeye aldı ve ardından da iki kez biletler iptal edildi. Toplanmış hazır bavullar orada hep bekledi, üstelik yol ne zaman görünecek bilmeden. Kırmızı listedeki ülkelerden gelen kişilere otel karantinası şartı kondu.
Olay zaten benim için biraz da burada başlıyor. Mesela karantina aslında çok da yazıldığı gibi hissedilmeyen bir kelimeymiş. Her ne kadar yazıldığı gibi okunsa da… '10 gün kalınır geçer gider' diye bakılan basit bir kelime hissi veriyor olabiliyor. Fakat işin enteresan tarafı şu ki, kare bir prizmanın içindesin ve yerleştiğin oda zaman geçtikçe küçülüyor ama sonra alışıyorsun. Gelmeden önce düşünüyordum karantinada yapacağım şeyleri ama geldiğimde bitirmeyi planladığım kitabımı bitiremedim bile henüz. İnsanın üzerine ölü toprağı serpiliyor sanki. Zaman geçmeden geçiyor. Enteresan bir durum. Film izlemeye başladım bitiremedim, kitabı bitiremedim ama şu an bu yazıyı yazarken üzerimdeki toprak silkeleniyor gibi hissediyorum. Üretiyorum çünkü… Yahu daha kaç gün oldu, diyebilirsiniz, haklısınız. Aklıma suçsuz yere cezaevinde yatan insanlar geliyor. Benim hissettiğim sıkışmışlık hissinin aslında ne kadar da kaale alınamayacak bir düzeyde kaldığını biliyorum. İçeride ne kitaplar, ne senaryolar yazılıyor ve ne çok kitap okunuyor, ne çeviriler yapılıyor diye düşünüyorum. Sonra yaşadığım şeyin şımarıklık olabileceğini hissedip yüzümü yıkamaya gidiyorum.
İşin daha da ilginç ve saçma tarafıysa, basın mensubu olduğum için iki doz aşı olmama rağmen, burada aşılı kişilerin hâlâ karantinaya alınıyor olması. O zaman bu, tam olarak ne anlam ifade ediyor? Pek çok ülke iki doz aşısını olmuş insanlar için "Ülkemize gelebilir" dedi, ama İngiltere pek böyle düşünmüyor. Acaba bildiği bir şey var da bizden mi saklıyor!Biz üç arkadaş otelde aynı odayı paylaşıyoruz. Hem birbirimize yoldaş olmak için hem de oda fiyatı daha uyguna geliyor böyle olunca. Kişi başı 1750 pound iken, paylaştığımız için kişi başı 1000 pound. Yalnız olmadığımız için de sohbet ediyoruz, fikir fırtınaları ve networkümüze dair bazı çalışmalar yapıyoruz. Yani oturduğumuz yerden yapılacak ne varsa çıkmadan yapmaya çalışıyoruz. Bu deneyime ve belki de kişisel olarak, "deney"e beraber katılmak bizi çok uyuşturmadı. Karantina şansımızız. Buradayken çok arkadaşım arayıp çeşitli tavsiyeler yaptı ama içlerinde bir tanesi var ki çok iddialıydı. O da, Netflix'in "Dünyanın En Zorlu Hapishaneleri" belgesel serisiydi...
10 günlük karantinanın 8. günü bugün. 2. günde Covid-19 test kitini getirdiler, ilk kez kendimiz test yaptık. Bugün de ikincisini yapacağız ve 10. günde salıverecekler. Kanatlarımı kullanmak için sabırsızlanıyorum hakitaten.
Biraz otel prosedürlerden bahsedecek olursam…
Yemekleri kapının önüne bırakıp, kapıyı tıklatıp gidiyorlar. Kapıyı bir açıyorsun kimse yok, uçmuş. Uzaklaşırken bile görmüyorsun. Kahvaltı, öğle yemeği ve akşam yemeği hep aynı saatlerde getiriliyor, yemekler de güzel. Önlemler çok sıkı tutuluyor ve buradan da ülkenin ne kadar yara aldığını, bunu sarmak için ne kadar uğraştıklarını anlıyorum. "Şimdi beni kim görecek yahu" deyip de kimse işini savsaklamıyor. Bahçeye, günde 5-6 kez çıkılıyor ve 10 dakika kadar kalabiliyorsun. Çıkmak istediğinde arıyorsun ve odaya görevli gelip sana eşlik ediyor, bahçedeki süren bitince de "Süreniz bitti" diyerek odaya kadar eşlik ediyorlar. Koridorda nöbetçiler geziyor, odadan istediğinde çıkamıyorsun. Her gün otobüslerle insanlar getiriyorlar, hunharca! Konuştuğum bir arkadaşım, "Sizin otel yine iyiymiş, başka otellerde vegan olduğunu söyleyene üç öğün elma veriyorlarmış" dedi.
Bir haberci gözüyle de bakınca, içinde olduğum durumun anlatılması gereken bir durum olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla bir YouTube kanalı açtım, oradan düşüncelerimi hislerimi, gidişatı ve süreci anlatıyorum. Hem dışarıya ulaşıyor hem de içeriden üretiyorum. Bu da paslanmamı engelliyor. Pas-Çöz gibi bir şey benim için şu an YouTube :) Gelirseniz, beklerim…
Her gün diğerinin aynısı olmaktan çekinmiyor bu otelde. Bazen biraz daha geç kalkarsam, gün daha çabuk biter gibi oluyor, o kadar. Bir taraftan da sanki sosyal bir gözlem yapıyormuşum gibi de bakıyorum kendime ve etrafa. Bunu yaşamak da başka bir deneyim, diye düşünüyorum. İnsan her şeyin kıymetini bir kez daha hatırlıyor. Yürümenin, yanağına değen rüzgârın, biriyle karşılaşmanın, burnuna gelen çiçek kokularının ve yolda bir çocuk sesi duymanın… Sana yaklaşan bir köpeğin gözlerini ya da kuyruğunu sana dolayan kediyi görmeyi de özlüyor insan.
Özetle, altın da olsa, kafes yine kafes...
Londra'dan selamlar…