Bu yıl bütün film festivallerimiz, yönetim değişikliğiyle karşımızda. Adana, Antalya ve Malatya…
Antalya, bu yıl en çok ulusal yarışmayı kaldırmış olmasıyla konuşuluyor. Önceki gündemleri ise sansür ve Altın Portakal’ı isminden kaldırmasıydı.
Yeni döndüğümüz Adana’da ise aksaklıklar festival başlamadan önce pr ekibinin sektöre pek hakim olmamasıyla gelen sorunlarla başladı maalesef. Yine de festivalde altyazı, gösterim, film iptali, geç başlama gibi aksaklıkları yüzünden zaman zaman çileden çıksak da sorunları hep güleryüzle çözmeye çalışan genç bir ekip vardı. Uluslararası seçkinin gücü karşısında ben daha hoşgörülü oldum.
10 yıllık deneyimli bir ekibin ardından beklentileri karşılamamaları doğal sonuçtu.
Filmografisini ilmek ilmek ören, gittikçe bizi heyecanlandıran filmlere imza atan, ve Leviathan gibi bir başyapıta imza atmış Andrey Zvyagintsev; boşanmakta olan karı-koca ve aralarında kalmış, evi terk eden kaybolan çocuk hikayesiyle Yeşilçam melodram düzeyindeydi. Sadece senaryosu değil yönetmenliği de üstün körü, sıradan bir film izledim. En iyi Uluslararası film ödülünü almış olması önemli değil benim için. Bunu hak eden çok net ki; sinemanın henüz ölmediğini, parçacıklarımızla hala oynamaya devam edebileceğini ispatlayan Ruben Östlund- The Square idi. The Square’i jürinin izlemediği ve filmin yapımcısının filminin Adana’da yarıştığını bilmediği kulislerde konuşuluyor. Ki zaten Cannes’da ödül almış bir film başka bir festivalde yarışamıyor. Bu konularda festivalden bir ses çıkmadı….
Yorgos Lanthimos’un diğer filmleri kadar bayılmadığımız ama sevdiğimiz filmi The Killing of a Sacred Deer’ı dururken pek sıradan Loveless’a en iyi filmi vermek de olmadı kanımca.
Ulusal Ana jürinin özel olarak Jüri Özel Ödülü kategorisi açtığı Körfez ise senaryosu bile olmayan bir filmdi.aFilmi izlemeden sinopsisini okuyunca heyecan duymuştum ama böylesi kusura bakmayın ‘boş ve çöp’ bir film izlememiştim uzun zamandır. Özel ödül alması akıllara seza. 'Körfez'i anlatmaya yazmaya çalışırken iyi cümle kurma çabanız gözümü yaşartıyor. Ne deneyselliği... bu film sinema adına çöptür. Üzgünüm, sinemanın artık tamamen bir pr faaliyetine ve eş dost ahbap arasında dönen bir mekanizmaya dönüşüyor oluşu derin üzücü. bu elbette sinemayı ruhuyla seven izleyen ve gerçekle bağını her şeye rağmen yaşatmaya, anlatmaya çalışanlar için.
En iyi film ödülü alan Aşkın Gören Gözlere İhtiyacı Yok, her ne kadar Onur Ünlü aceleye getirmiş, tv dizisi gibi bir prodüksiyonla 1 haftada çekmiş konuşmalarımıza rağmen, benim için ince mizahıyla ve kurgusuyla iyi bir filmdi. Ünlü’yü seviyorum. Ve bence yaptıklarının aynı, benzer olmasında bir sakınca yok.
Benim karşı çıktığım, festivalin en iyisi olmaması. Çünkü bence açık ara festivalin en iyi yerli filmi Daha’ydı. Oyunculuğuna hayran olduğum Onur Saylak, yönetmenliği ile de gönlümü fethetti. işte evrensel bir dil, işte evrensel sinema dedirtti. Hakan Günday’ın eseri bu denli iyi görselliğe dökülebilirdi. Filmi göğüsleyen Hayat Van Eck ve Ahmet Mümtaz Taylan’ın uyumu ve yeteneklerine saygıyla eğiliyorum. Erkek oyuncu ödülünü de bu ikili paylaşmalıydı. Daha, Siyad ödülü de aldı ancak “daha”sını hak ediyordu. Burada bence Onur Saylak’ın oyunculuktan yönetmenliğe bu keskin, iyi geçişi hazmedilememiş olabilir.
Pelin Esmer’in İşe Yarar Bir Şey’i asla kötü bir film değil ama ben bu denli söze görüntü döşeme çabası olan aşırılığa kaçan filmleri sevmiyorum. Sinema, bazen sadece gösterir ve yeter. Hep anlatma, benim açımdan kaybettiriyor. Sinemadan çok tiyatro metni haline dönüşüyor.
En iyi senaryo ödülüm de böylece İşe Yarar Bir Şey’e değil, Ümit Ünal’ın kadın”ı inanılmaz iyi anladığı, çözdüğü, zekice kurguladığı, mizahı enfes filmi Sofra Sırları’naydı. En iyi kadın oyuncu ödülüm ise ruhtan ruha bürünen Demet Evgar’aydı. Başak Köklükaya’nın sinemaya dönüşü sevindirici ama çok donuktu benim için.
Film-Yön en iyi yönetmen ödülü Semih Kaplanoğlu’na gitti. Açıkçası Buğday ile müthiş bir post-apokaliptik dünya yaratmış, wow diye izlerken, film yarım saat içinde genetik tezi ve m parçacığıyla kafamızı yakmaktayken, yarım saat sonra türün bütün kodlarının bir kenara itildiği, unutulduğu; 'topraktan gelip toprağa gidiyoruz tek yolculuk kendimize yapılandır'a bağlanıp zekamıza hakaret etmeseydi keşke.
Ulusal yarışma oldu, ulusal çatışma…
Bu kadar çatışmanın, kişisel kararların olduğu ulusal yarışmada, acaba Antalya doğru mu karar veriyor demekten kendimi alamadım, şiddetle karşı çıksam da bunu düşündüm sonunda…
Ya bu seçim sistemi değişmeli ya da, ya daaa….
Gerçekten de belki de yerli filmlerin de uluslararası yarışmada yarışıp, sayısı 1 olur ya da 2, hakkaniyetli ve vizyonist bir jüri tarafından analiz edilmesi daha doğru. Açıkçası jüri kararlarının bu denli konuşulmasından boğuldum tören sonrası.
Ödül gecesinin sunuculuğu Meltem Cumbul ve Ayşe Arman’a emanetti. Benim açımdan uyumsuz bir ikili. Ayşe Arman, ünlü bir Adanalı ama sunuculuk ve sinemayla bağını çözemedik. Bunu düşünürken Meltem Cumbul- Semih Kaplanoğlu olayı baş gösterdi.
Meltem Cumbul ile açıkçası çoğu görüşüm uyumludur. Oyuncular Sendikası’ndaki görevini de Demet Akbağ’a devretmeden önce layıkıyla yaptı. Severek takip ederim. Ancak, bu olayda yanında değilim. El sıkıştığı herkesle dost olmaz insanlar. Eğer o törenin sunuculuğunu üstlendiyse sonuçlarına katlanmalıydı. Ödül almış bir yönetmen, sunucuya el uzatıyorsa eli sıkılmalıdır bu evrensel bir ayıptır bence. Bunu sevmediği insanlara selam vermeyebilen biri olarak söylüyorum, ama bir yükümlülüğüm ya da kendimden başka bir temsiliyetim yok.
Cumbul keşke, o zaman yüreğine ve sevgiye düşman olanın yarıştığı festivalde sunuculuk da yapmasaydı, para kazanmamayı tercih etseydi.