Güney Avustralya, bu kıtanın festivaller eyaleti.
Son 1.5 aydır o festivalden, bu festivale koşuyor insanlar; Uluslararası Adelaide Film Festivali (Bal da gösterildi) , panayır, pandomim, sokak gösterisi geleneğinin yaşatıldığı Fringe Festivali ve son olarak da WOMAdelaide Müzik Festivali.
Şehrin Botanik Parkı’nda 4 gün boyunca dünyadan seslerin test edildiği, gece yarılarına kadar notaların göğe yükseldiği, çocuk, genç, yaşlı herkesin piknik havasında, sere serpe yayılıp seyirci olduğu, müziğe doymak için bir sahneden başka bir sahneye sürekli olarak hareket ettiği bir festival.
Türkiye’den bu yıl festivale perküsyon sanatçısı, Roman müziğinin taşıyıcısı, “darbukayı dünyaya sevdirdim” diyecek kadar iddialı bir isim Yaşar Akpençe katıldı. İtiraf etmek gerekirse ben duymamıştım Yaşar Akpençe adını. Balık Ayhan, Mısırlı Ahmetlerde kalmışım.
Akpençe 7 yaşında başlamış darbuka çalmaya, 18’inde de bu işten para kazanmaya… 22 yaşında ise ünlü isimlerin arkasında çalmış. Bireysel öne çıkışı ise, ona dünya festivallerinin kapısını aralayan ilk albümü Harem ile olmuş. Geldiği noktayı “çok çalıştım” diyerek özetliyor. Günde 6 saat darbuka ile teşvik-i mesai de bulunmuş.
Konserde Ömer Faruk Tekbilek’in “aşk” ını, Levent Yüksel’in “yeter ki onursuz olmasın aşk” ve Roman havalarını çalan, ara ara solo çıkışlar yapan Yaşar Akpençe’yi dinleyenlerin sayısı festival ölçülerine göre hiç de fena değildi. İnsanların bedenlerini oryantal ezgilere bıraktığı, yüzlerinden, sözlerinden beğendikleri anlaşılan 1 saatlik konser, Romanların kültürel genlerinden gelen yeteneklerinin sayısız örneklerinden biriydi.
Konser sonrası albümlerini imzalayan (Avustralya ölçülerine göre 5 kişi geldi ve bence iyi bir sayı) Yaşar Akpençe’ye naçizane tercümanlık yaparken, beni de çok etkileyen bir karşılaşma yaşandı. Kırmızı / siyah ağırlıklı kıyafeti, başında şapkası, İngilizce cümlelerin arasına serpiştirilen Türkçe kelimelerle bir kadın geldi imza masasına. Bir heyecanla “gidecem, bir cd alacam, gelecem” dedi. Anadolu koktuğu belliydi her halinden; sıcaklığından, heyecanından. Merakla dönüşünü bekledim; öyküsü neydi diye. Dede ve anneannesi Tarsus’lu. 1915’de soykırım / tehcir / büyük felakete uğrayan Ermenilerden.
Kulağında anneannesinin söylediği türküler var hala. Yarım yamalak Türkçesi de oralardan kalma. Onu geçmişine, köklerine götüren ezgileri duymak için geldiğini söyledi. Nasıl bir korku ise onca yıl sonra bile, cümlelerine yansıyan çekingenlik, ürküntü ile “o dönemlerde bir şeyler olmuş” diyerek geçiştiriyor aslında çok iyi bildiği tarihi.
Büyük kırım sonrası Beyrut, Filistin, Afrika derken son durak Avustralya’ya yerleşenlerden. Ne hissettiğini sorduğumda “tüylerim diken diken oldu” diye yanıtladı. Çünkü sahnede söylenen bir parça anneannesinin çocukken ona söylediği bir şarkı imiş.
Müziğin söz dinlemez arsızlığı ve gücü bir kez daha gösterdi kendini aslında. Tek kelime İngilizce bilmeyenlerden, tek kelime Türkçe bilmeyenlere aktarılan ruh, ritim, ve ezgi o an, ortamın tek diliydi. Yani buralardan bir Roman havası geçti.