KANDİL
Bekaa'dan telefon gelmişti:
"Yarın saat 13.30'da Beyrut'taki Bristol Oteli'nde olun."
İstanbul'da öğle saatleriydi.
Bir gün içersinde Beyrut'a uçmak gerekiyordu ama, tek bir uçak yoktu.
Başka bir yol bulmak gerekiyordu.
Sonunda iki saatlik bir uçuş olan İstanbul-Beyrut yerine 4,5 saat İstanbul Abu Dabi, 3,5 saat de Abu Dabi- Beyrut yolu bulundu. Tek çözüm buydu.
Bu yolculuğun en zor yanı da Abu Dabi havaalanındaki resmi yetkilileri ikna etmek olmuştu.
Öylesine apar topar yola çıkmıştık ki, yanımıza bir çanta alma fırsatımız bile olmamıştı. Bu yüzden omuzunda küçük bir çantayla böylesine uzun ve dolambaçlı bir yola çıkan insanları anlamakta zorlanıyordu gümrük görevlileri de havaalanı polisleri de.
"Neden İstanbul'dan Beyrut'a iki saatte uçmak varken, sekiz saatlik bir yolculuğu seçtiniz?"
Nasıl anlatılacaktı güvenlik görevlilerine, Türkiye çok kritik bir sürecin eşiğindeydi ve dokuz yıldır süren, giderek bir iç savaşa dönüşen çatışma sürecinde nihayet bir ateşkes umudu doğmuştu.
PKK lideri Abdullah Öcalan bir basın toplantısıyla ateşkes ilan ettiğini açıklayacaktı.
1993'ün Mart'ında bir akşam üstü başlayan bu dolambaçlı uçak yolcuğu, Beyrut'ta sona ermişti.
Bristol Oteli'nde verilen randevuya ucu ucuna yetişmiştik.
Bizi lobide bekleyen PKK'li gençlerle, Bekaa'ya doğru yola çıkmıştık üç araçlık bir konvoy olarak.
Öcalan'ın, ilk ateşkes kararını açıklayacağı toplantı Bar Elias kasabasındaki mütevazı bir evdeydi.
Toplantı saatinde Öcalan, Kürdistan Yurtseverler Birliği (YNK) lideri Celal Talabani ile oturdu masaya. Aldığımız haberlere göre dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal, ateşkes sürecine giden yolu açması için özel bir ricada bulunmuştu Talabani'den. O nedenle Talabani'de masadaydı.
PKK'nin ilk ateşkes sürecine gazeteci olarak tanık olmak için gitmiştim Bekaa Vadisi'ne.
İlk kez burada tanışmıştım şimdi KCK Eşbaşkanı olan Cemil Bayık'la. O zamanlar Kandil Dağı'ndaydı Bayık. Belindeki "disk kayması" nedeniyle ameliyat olmak için gelmişti Beyrut'a.
Arkasına ağır makinalı "daçka' konularak IŞİD'e karşı savaşmış olan Toyota pikap Erbil'den Kandil'e doğru gidiyorduk. 1993'te Bekaa'da tanıştığım Cemil Bayık'la 23 yıl sonra ikinci kez karşılaşacaktım.
Kürdistan Federe Devleti'nin başkenti Erbil'den Kandil'e doğru giderken bir Barzani'ye bağlı KDP'li, bir Talabani'ye bağlı YNK'lı peşmergelerin denetim noktasından geçiyorduk.
Resmi olmayan "diplomatik" bir kimliği vardı bizi götüren aracın. Bütün kontrol noktalarında Kandil'e gittiğimizi biliyorlardı. Geçen yıllardaki geçişlerime göre KDP peşmergeleri hayli gergin görünüyorlardı bu sefer. YNK'nın kontrol noktalarında "PKK aracı"na daha sıcak davranıyorlardı.
Güney Kürdistan'daki Federe Devlet yapısında Kürtler parlamentolarını birleştirmişlerdi ama KDP ile YNK'nın peşmergeleri hâlâ tek bir orduya dönüşememişti. Üniformaları bile ayrıydı.
Önce KDP, sonra YNK, ardından bir daha KDP denetim noktalarından geçtikten sonra Kandil Dağı'na doğru İzmir'in varyantını solda sıfır bırakan bir yoldan döne döne tırmanmaya başladık. Yolun çevresine çok şık taşlarla güvenlik duvarı örülmüştü yol boyunca.
Pikabı kullanan gencin anlattığına göre bütün güzel yollar Saddam'dan kalmaymış. Bu yolu da Saddam öyle halkı için falan değil, İran savaşında zırhlı araçlarının geçebilmesi için yapmış.
Varyantın sonunda, yediği bombanın etkisiyle buruşmuş kâğıda dönmüş bir otomobil duruyordu. Hemen yanına da bir anıt dikilmişti. En önde bir kadın heykeli, kucağında da bir yaşındaki çocuğu vardı. Arkasında da beş kişinin fotoğrafı duruyordu.
Bu anıtın öyküsü, Kürtlerin değiştirmeye çalıştıkları "kader"lerinin bir parçasıydı.
22 Ağustos 2011'de, yani "Oslo süreci"nden sonra TSK uçakları sabahın altısında Kandil'i bombalamaya başlıyor. Kortek yolu üzerindeki Golle Köyü'nden Hüseyin ailesi beş çocuğunu alıp kaçmak istiyor bombardımandan. İçinde yedi kişinin bulunduğu araca, uçaklardan atılan bir bomba isabet ediyor. Beşi çocuk yedi kişi oracıkta ölüyor. Hatta bu olaya ilişkin öyle görüntüler var ki, insanın içi kaldırmaz. En dramatik olanı da annenin kucağında bir yaşındaki çocuğuyla birlikte bombanın hedefi olup oracıkta ölüvermeleri.
İşte PKK'liler yedi kişinin öldüğü bu noktaya bir anıt dikmişler.
Anıtı geçip dağın yükseklerine doğru iki virajlık tırmanmadan sonra bu kez karşımıza PKK'nin kontrol notası çıkıyor. İşte burası PKK'nın kontrol ettiği Kandil Dağı'ndaki bölgenin başlangıç noktası.
Sağlı sollu, kimi alçak, kimi yüksek sıradağlar uzanıyor göz alabildiğine. Anlatılanlara göre beş saatlik bir araç yolcuğuyla ancak varılabiliyormuş PKK bölgesinin öbür ucuna.
Bölgede savaşmış bir generalin "Kandil'i ütüleyince Türkiye kadar bir alan çıkar ortaya" sözünü ancak bu dağları görünce anlıyor insan.
Bir yandan uçsuz bucaksız, dalga dalga, tepe tepe, yamaç yamaç yayılan dağa bakarken diğer yandan da MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin 2012 Ağustos'undaki talebi geliyor aklıma.
Bahçeli, "Terörün yuvalarının yok edilmesi için ve gelecek tehditlere karşı, öncelikle Kandil'in yerle bir edilmesi ve Kandil'e Türk bayrağının dikilmesi gerektiğini" söylemişti.
Bu sözünü duyunca "Ya bayrağı bildiğimizden çok daha büyük Bahçeli'nin ya da Kandil'i hiç görmemiş" demekten kendimizi alamamıştık.
Hatta bölgeyi bilen bir siyasi "Galiba Kandil'i saksı zannediyor, bir koşuda fidan diker gibi bayrak dikecek" diye gülmüştü.
Elbette sadece kendi köylülerini bombalamakla kalmayıp, kendi sınırları içersindeki Cudi Dağı'na bayrak çekmekle övünen bir gelenek olunca galiba Kandil'i görmemişe bayrak dikmek kolay geliyordu.
Aslında o tarihte yaptığı konuşmada başka talebi de vardı Bahçeli'nin. "Tehditleri en aza indirmek amacıyla Batı ucu Afrin'i ve Doğu ucu Kandil'i içine alacak biçimde tesis edilecek hilal şeklindeki güvenlik kuşağının bir an önce hayata geçirilmesini" istemişti.
Allah için bu gerçekleşti. O güvenlik kuşağını kimin çekmesini istediğini bilemem Bahçeli'nin ama, Kandil'e ayak bastığımız sırada zaten PKK Suriye'deki Afrin'den Kobane'ye, Cezire'den Şengal'e, Kerkük'ten Mahmur'a, oradan Kandil'e kadar gerillalarıyla bir güvenlik kuşağını çoktan çekmişti.
PKK'nin kontrol ettiği bölgede onlarca köy vardı. Bir de merkezi konumdaki bir noktada Kandil Belediyesi bulunuyordu. İşte zaman zaman Kandil'e yapılan bombardımandan buradaki köylüler de nasibini alıyordu.
Yol kıyısında; keçileriyle, koyunlarıyla çok sayıda göçer de çadır kurmuştu. Bir yandan hayvanlarını otlatıyor, diğer yandan da yoğurt ve peynir yapıyorlardı.
Artık Kandil Dağı'nın içine girmiştik. Yol boyunca ikişerli, üçerli, elleri silahlı, kimi kadınlardan kimi erkeklerden oluşan gerilla gruplarıyla karşılaştıkça ellerimizi kaldırıp birbirimize selam veriyorduk.
Toyota pikabı kullanan genç Kürtçe birkaç telefon görüşmesi yaptıktan sonra belli bir noktaya gelince sola çekip durdu.
"Birazdan sizi almaya gelecekler" dedi.
Daha arabadan yeni inmiştik ki bir cip geldi yanımıza. İçinden gerilla giysili, güler yüzlü başka bir genç çıktı. Sıcak bir "Hoşgeldiniz"le karşıladı bizi.
Belli ki güvenlik nedeniyle Erbil'den yola çıktığımız araç belli bir noktaya kadar bizi getirdikten sonra geri dönecek, nereye gittiğimizi bilmeyecekti. Biz de yolumuza başka bir araçla devam edecektik.
Birkaç viraj döndükten sonra ağacı bol, ne olduğu pek anlaşılmayan bir yapının önünde durduk.
Birisi, "Cuma birazdan gelecek" dedi. Kimi kastettiğini anladık, çünkü PKK'nın ilk yıllarında ve bir süre daha sonrasında "Cemil Bayık"tan çok kod adı "Cuma" kullanılırdı. Demek ki Kandil'de hâlâ "Cuma" geçerliymiş.
Aç olup olmadığımızı sordular. Herhalde bizim "Hayır" deyişimizden anlamış olacaklar ki hemen kurdular sofrayı. Bamya çorbası, pilav üstü tavuktu menü.
Yemeğin ortasındaydık ki, Cemil Bayık birkaç korumasıyla girdi içeri. Bu Bekaa'dan 23 yıl sonra ilk karşılaşmamızdı. Umduğumdan daha hareketli, daha canlıydı 23 yıl sonra gördüğüm Cemil Bayık. En önemli değişiklik ise ikimizin de saçları biraz daha fazla beyazlamıştı. Bir de bıyığı gitmişti.
Masanın bir ucuna oturdu.
Yemeği kesip röportaja başlamak için hazırlıklıklara girişince müdahale etti:
"Kesinlikle olmaz, yemeğini bitirmezsen ben şimdi buradan çıkar giderim."
Kritik günlerden geçiyorduk, yoğunluğunu bildiğimden bekletmek istemiyordum ama mecburen bitirdim yemeği.
Artık Cemil Bayık'la, 7 Haziran seçimlerine beş kala Türkiye'nin durumu, seçimler, AKP, HDP, müzakere süreci, seçimler ve sonrası, Ortadoğu, Rojava üzerine röportaja başlayabilirdim.
Oturma düzeni belliydi. Kandil'de röportaj yapan bir gazeteci muhatabıyla karşılıklı oturur, aralarında da bir sehpa olurdu çoğunlukla.
Aynen o klasik "Kandil röportajı" düzenindeydik.
Biz bir sehpanın iki tarafına karşılıklı oturmuştuk ama, "müzakere süreci" için aynı şeyi söylemek mümkün değildi. Çünkü masa ya da sehpa daha kurulmadan Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından "Kürt sorunu yoktur", "Dolmabahçe deklarasyonu yanlıştı" denilerek devrilmişti. "Çözüm süreci"nin AKP'ye oy kaybettirip MHP'ye kazandırması nedeniyle mi devrilmişti "müzakere masası", yoksa yolsuzluk iddiaları, sarayın şatafatı, ekonominin kötüye gidişi esas oy kaybettiren etkendi de, Erdoğan bunu "müzakere süreci"ne yorup yanlış bir tespitle mi devirmişti masayı? Seçim sonrası sürecin normale döneceğini umuyor muydu?
"Daha çok AKP ve Erdoğan yanlısı medya bunu işledi. 'Seçimdir, taktik yapılır, esasında çözüm sürecine yönelik bir olumsuz yaklaşım söz konusu değildir, sırf seçimde oy almak için bu söylemler geliştiriliyor. Seçim sonrası işler normal biçimde yürütülecek' şeklinde çok yoğun bir manipülasyon geliştirildi. Bu kesinlikle doğru değil. Böyle bir taktik yoktur ortada. Aslında Erdoğan kendi gerçekliğini ortaya koyuyor. Daha önceki seçimlerde Erdoğan ve AKP gerçekliği toplum tarafından anlaşılmıyordu. Çünkü toplumu aldatabiliyorlardı. Rahatlıkla oyalayabiliyorlardı ve zaman kazanabiliyorlardı. Buna dayanarak kendi anlayışlarını adım adım gerçekleştirebiliyorlardı ve zaman kazanıyorlardı. En çok da Türkiye toplumunun yüzde 65-70'inin savaş istememesinden yararlandılar. Bunu Erdoğan ve AKP çok iyi biliyor. Çünkü sürekli anketler yapıyorlar. Akil adamların sunduğu raporlarda da bu çok netti. Bunu bildikleri için toplumun duygularını istismar ettiler. Kendilerini öyle bir gösterdiler ki, sanki Kürt sorununu barışçıl yöntemlerle çözeceklermiş gibi bir algı yarattılar. Türk toplumu da buna inandı. Türkiye'de demokrasiyi geliştireceklerine dair bir algıyı da yarattılar. Onun için liberallerden bazı yazarlara birçok kesimin desteğini alarak kendi iktidarını pekiştirdi. Sonra da otoriterleşmeye doğru daha fazla adım attı."
Bu noktada sormak gerekiyordu Bayık'a; "İyi de işte böyle güzel güzel giderken ne oldu da masayı devirmek zorunda kaldılar?"
"Şimdi önder Apo ve PKK, Erdoğan gerçeğini ortaya çıkarmak, topluma gerçeğini göstermek için çok yoğun çaba sarf etti. Oldukça da sabırlı davrandı. Çünkü bu aldatmanın ortaya çıkması gerekiyordu. Şengal'deki, daha sonra Kobane'deki direniş AKP ve Erdoğan gerçeğini biraz ortaya koydu. Önder Apo da daha sonra geliştirdiği siyasi hamle ile bunu tamamladı. Çünkü önder Apo gelişmeleri müzakere masasına kadar getirdi. Müzakereyi dayattı. Artık ya müzakere gerekiyordu ya da müzakere karşıtlığı. Başka ara yol kalmadı. Dolmabahçe'deki HDP heyeti ve Türk Hükümeti ortak açıklama yapıp 10 madde üzerinde mutabakat sağlanınca, izleme heyetinin önder Apo'nun yanına gideceği hükümetçe kabul edilince, 'Artık masa yok' dedi. Diyalogla artık yapılacak bir şey kalmamıştı. Burada ya AKP müzakereye gelecekti ya da gerçek yüzü ortaya çıkacaktı ki müzakereye gelemedi. Çünkü amacında Kürt sorununu çözmek, Türkiye'yi demokratikleştirmek yoktu. Aldatmaydı. Gerçek yüzü ortaya çıktı. Türkiye'de herkes artık Erdoğan'ın gerçek yüzünü tanımaya başlıyor. Onun için Erdoğan ve AKP gerilemeye başladı. Eğer bu gerçeklik ortaya çıkmasaydı hâlâ toplumu aldatabilecekti. Ama AKP yanlısı basın bunu örtbas etmeye çalışıp taktik bir manevra olduğunu söyleyerek yine AKP'nin çözümden yana olduğunu söylüyor. Hatta bazı AKP'liler 'Çözüm devam ediyor' diyor."
İyi de bu koşullarda nasıl bir seçimin son virajına giriyordu Türkiye?
Başından beri olduğu gibi tane tane, sakin bir cümle akışıyla yanıtlamaya başladı bu soruyu da Bayık:
"Oldukça çatışmalı bir seçim yaşıyoruz. Bu da normaldir bana göre. Çünkü Türkiye'de sistem tıkandı. AKP artık aşılmaya başlıyor. Bu hem siyasette yeni bir boşluk yaratıyor, hem de hızla bunun doldurulması gerekiyor. Ama demokrasi güçleri tarafından doldurulması gerekiyor. Demokrasi güçleri bu sefer de dolduramazsa kendileri açısından hiç de iyi bir sonuç ortaya çıkmaz. İç ve dış koşullar demokrasi güçlerinin bu boşluğu doldurmasını gerektiriyor. Bundan iyi koşulları da sanıyorum ele geçirilemezler. İddialarını güçlendirmeleri ve mutlaka parlamentoya girmeleri gerekiyor. Bu seçim herhangi bir seçime benzemiyor. Aslında rejim seçime giriyor. Bu yanıyla da daha çok HDP ve AKP arasında geçiyor. İki parti arasında çelişki çok yoğun. AKP esas olarak HDP'yi hedefliyor. HDP'nin önünü kesmeye çalışıyor, barajın altında tutmaya çalışıyor. Dikkat edilirse daha önceki seçimlerde AKP ortamın gerginleşmemesini istiyordu. O ortam AKP'nin başarısına hizmet ediyordu, ama bu seçimde öyle bir ortamın kendisine hizmet etmeyeceğini çok iyi anladı. Onun için gerginlik ve çatışma siyasetini izledi. Hatta yer yer şiddeti, çatışmayı, ölümleri arttırmayı istedi. Ölümler üzerinden şovenizmi alabildiğince güçlendirmeyi, böylece demokrasi güçlerinin önünü kesmeyi ve böylece seçimleri kazanmayı esas aldı. Onun için habire ortamı provoke ediyor, gerginleştiriyor, çatışmalı duruma getiriyor. Ama demokrasi güçleri bu tuzağa düşmüyor. Seçimlerin başarısı için de AKP'nin bu tuzağına düşmemesi gerekir. Şimdiye kadar izledikleri yöntem bana göre başarılıdır.
"AKP'nin gerginlik politikası yürüteceğini, hatta kontrollü bir şiddeti geliştirebileceği, yer yer bazı öldürme ve bombalamalarla seçimi kazanma yoluna gideceği konusunda aylar öncesinden bazı duyumlar, hatta duyumlardan öte bazı bilgiler aldıklarını" söyleyen Bayık, bu bilgilerin doğru çıkıp çıkmadığı sorusunu da yanıtlıyor:
"Bunu imalı bir biçimde basına yansıttık. Herkesin bunu bilerek hareket etmesi gerektiğini söyledik. Hatta bazı suikastlerin geliştirilebileceğine dair bilgiler de ulaşmıştı. Nitekim gelişmeler bu bilgilerin doğruluğunu ortaya koydu. AKP gerçekten her şeyi kendi iktidarına kurban etmek istiyor. Sadece bombalamalar da değil, birçok yerde eski JİTEM grupları, kontrgerilla grupları dolaşıyor. Yer yer bazı subaylar, kaymakamlar, valiler toplantılar yapıyor. Açık açık halkı tehdit ediyorlar. 'Eğer HDP'ye oy verirseniz sizi yaşatmayız buralarda' diyorlar. Büyük bir baskı, sindirme geliştiriyorlar. Yine bazı yerlerde operasyonlar yapıyorlar. Mesela helikopterler ateş açıyor. Toplarla, tanklarla, sürekli savaş uçaklarının keşif uçuşları var. Alabildiğine tahrikler uyguluyorlar. Aslında bununla bir nevi hem bizi , hem demokrasi güçlerini istedikleri noktaya çekmek istiyorlar. Kendileri ortamı provoke ediyor ve bunu bizimle demokrasi güçlerinin üstüne atmaya çalışıyorlar. Böylece yine kendilerini mağdur gösterip mağdurluk edebiyatı yaparak gerçek niyetlerini gizlemek istiyorlar. Elbette ki bu tuzaklara düşmeyeceğiz."
Sürecek...