ABD'nin Minneapolis kentinde bir polisin, George Floyd adlı Afro-Amerikalı'yı boğazına dizini bastırarak öldürmesi global bir isyan hareketine dönüşürken, "Batılı beyazların üstünlüğü inancına" dayanan "aşırı sağ ideoloji" ne yazık ki Avrupa'da da kendine taban buluyor. Bu tabanın ortaya koyduğu ırkçı yaklaşım sosyal hayatın içinde olduğu kadar milyonları adeta "paralize" eden Avrupa futbolunun içinde de kendini gösteriyor.
İşte tam da burada pandemi öncesinde sosyal medyada yer alan paylaşımlarda Liverpool'un yılda 10,2 milyon dolar kazanan Senegalli forveti Sadio Mane'nin "ekranı kırık cep telefonu" ile görüntülenmesi akla geliyor. Siyahi forvetin kırık cep telefonu, sefaletin, ırkçılığın, gelecek ve insanca yaşam kaygısının milyarca insan üzerindeki etkisini hemen özetleyiveriyor. Peki kendisiyle kırık telefonu üzerinden dalga geçen İngilizlere ne diyordu Mane;
"Neden 10 Ferrari, 20 elmas saat ve iki jet uçağı isteyeyim? Bu dünya için ne işe yarar? Açlıktan öldüm, tarlalarda çalıştım, yalın ayak oynadım ve okula gitmedim. Artık insanlara yardım edebilirim. Okullar kurup fakirlere yiyecek veya giysi vermeyi tercih ederim. Okullar ve stadyum yaptım; aşırı yoksulluk içinde olan insanlara kıyafet, ayakkabı ve yiyecek sağlıyoruz. Ayrıca aile ekonomisine katkı sağlamak için çok farklı bir Senegal bölgesinden tüm insanlara aylık 70 avro veriyorum. Lüks arabaları, lüks evleri, geziler ve hatta uçakları sergilememe gerek yok. Halkımın hayatın bana verdiklerinden birazını almasını tercih ederim."
Futbolu yakından takip edenler ve hatta etmeyenlerin diline pelesenk olmuş bir deyiş vardır "Hayat fena halde futbola benzer." Endüstriyel futbol içinde Mane gibi futbolculara rastlıyor olmanın günümüzde çok zor olduğunu biliyoruz, görüyoruz. Ama yok da değiller… Dünyanın en önemli futbol yıldızlarından biri olan Ronaldo'nun Filistin'e yaptığı yardımlar dillendirilirken, çocukluğunda aç kalmasın diye artık hamburgerleri veren üç fast-food çalışanını bulup onlara birer milyon Euro vermesi konunun bir başka yönünü temsil ediyor. Bu başka yön ise "Paylaşmayı önemsiyor olmaktan başka bir şey değil açıkçası."
Ekonomik ve iktisadi yönden kalkınmışlık seviyesi dünyanın gündemini oluşturan en önemli konu başlıklarından biri. Global düzen sistematiği ile birlikte refah artışlarının belli bir oranda arttığı görülse de bugün dünyada açlık ve yoksulluk sınırında olan insan sayısı 2 milyar 500 milyon olarak raporlara yansıyor. Bu rakam Dünya Bankası tarafından günlük 2 dolar olarak belirlenen yoksulluk sınırı altındaki insanların sayısı. Dünya nüfusunun 8 milyara dayandığı düşünülürse, bu rakamın korkunçluğu da apaçık ortaya çıkıyor.
Hayat fena halde futbola benziyor demiştik. Hayatın içindeki hemen her duygu, düşünce ve neden-sonuç ilişkisi futbol ile paralellik gösteriyor. Milyarlarca doların döndüğü ve yine milyarca insanı peşinden sürükleyen futbol, getirisiyle bugün dünyanın 1 numaralı sporu olmuş durumda. Zengini fakiri, genci yaşlısıyla bu temaşaya ortak olmak ve maksimum 2 saat içinde tek bir şeye kanalize olup tüm dertlerden sıyrılmak ise konunun bir başka boyutu.
Ama konumuz bu değil. Mane'nin alkışı hak eden bu davranışı sosyalist düşünceye sahip olan birçok futbol adamını akla getiriyor. Sahada top koşturanından, kenarda yönetenlere TV'de gazetelerde yorumlayanlara kadar dünya gerçeklerini gözlemleyen pek çok futbol insanı bu çerçevenin keskin köşelerini temsil ediyor. İngiliz sosyalist aydın Terry Eagleton, günümüzde futbolu halkların afyonu olarak nitelese de spor yorumcusu John Barnes futbolu sosyalist bir spor olarak tanımlıyor. Ne diyor Barnes "Süperstarlara sahip olmaktansa sosyalist ideolojiyi kucaklayan takımlar genelde daha başarılı oluyorlar. Veya süperstarlar varsa da kendilerini bu şekilde görmedikleri örneklerde… Takımda bir süperstar bulunsa da bu futbolcu, takım arkadaşlarına ve onların ortak çabalarına saygı duyuyor."
Temelinde paylaşım ve insanca yaşama düşüncesini barındıran sosyalist düşüncenin futboldaki en önemli yansımalarından biri de bir dönem Beşiktaş'ın teknik direktörlüğünü yapan Slaven Biliç olsa gerek. Gerçek anlamda bir sosyalist olduğunu söyleyen, paylaşmanın onur ve mutlulukla yaşamanın anahtarı olduğunun da altını kalınca çizen Biliç'in de şu sözlerine kulak vermek gerekiyor:
"Benim babam da bir işçiydi. Sanıyorum pek çoğunuzun babası da, sizi beden gücüyle çalıştırarak büyüttü. Orada çocuklarına gelecek sunmak isteyen insanlar, sizin bir yılda aldığınız parayı belki de hayatları boyu kazanamayacakları bir para. Bunları unutmayın ve ona göre yaşayın. Paramı yoksullarla paylaşmadığım gün insanlıktan yoksun olduğum gündür."
Futbolun endüstriyel bir hal almasından önce yeşil sahaların önemli bir ismi de hırçınlığı ve sertliği ile olduğu kadar "solcu" kimliğini de açıkça ortaya koyan Fenerbahçeli olarak hatırladığımız Kemalettin Şentürk'tü. Her fırsatta solculuğunun altını çizen Kemalettin gibi ülkemizde ve dünyada top koşturan diğer sol tandanslı futbol isimlerini de hatırlayalım isterseniz.
Türkiye'ye baktığımızda bunlardan hemen akla gelen ilk isim 2012 yılında aramızdan ayrılan Galatasaraylı Metin Kurt. Futbolda sendikalaşmanın önemine vurgu yapan söylemleri ve çabalarıyla öne çıkan Metin Kurt "Mücadele toplumsaldır ama fatura bireyseldir" diyerek futbol dışındaki mücadelesini de gönderme yaparken "neden çizgide oynuyorsun?" sorusuna bakınız nasıl cevap vermiş;" Halka en yakın yer neresi? Çizgi. Ben de çizgide beklerdim. Antrenör ve idarecilerin olduğu tarafta oynamayı sevmiyorum. Bir devre sağ açık, bir devre de sol açık oynardım."
Dört büyüklerin şampiyonluk hegemonyasını kırarak 2009-2010 sezonunda ipi göğüsleyen Bursaspor'un başarılı oyuncusu İvan Ergic'e de ayrı bir parantez açmak lazım. Sırp futbolcu paranın futbolun dengesini bozduğunu söyleyerek endüstriyel futbola dokundururken o sezonki Şampiyonlar Ligi'nde oynadıkları Manchester United maçına 630 çocuğun parasını kimseye duyurmadan ödeyerek konuk ediyor ve ardından şunları söylüyordu "Bir çocuğun Bursa'da Manchester United'ı izlemesinden daha önemli ne şey ne olabilir ki?"
Şimdi de Galatasaray'ın efsanesi Cevad Prekazi'nin genlerine işleyen sosyalist düşüncelerine yer vermek gerekiyor. Prekazi, kapitalizmi bir hırsızlık düzeni olarak nitelerken bir röportajında şunları da ekliyor; " Çok büyük bir yoksulluk var dünyada, fakirleşme her yerde, işte kapitalizm budur. Birkaç aile zengin olsun da ötekiler ölse de olur. Devrimler yine olacak. Olması lazım, başka türlü de gitmez bu. İnşallah gençler yetişecekler ve insan için normal olan bir hayatı kuracaklar. Biz normal bir sosyalist ülke olarak yaşıyorduk. Okulumuz bedava, doktorlarımız bedava, hastanelerimiz, ilaçlarımız bedava. Devlet düşünüyordu bunları. Babam işçiydi ama her sene tatile giderdik, hem de nereye istersek oraya. Her işçi ev sahibi olurdu. Her şeyimiz vardı Yugoslavya'da. Şehirlerde yüzme havuzları vardı, her isteyen kullanabiliyordu. Şimdi ne oldu? Her şey para oldu."
Milyarlarca doların havalarda uçuştuğu, reklam ve TV gelirleri nedeniyle adeta büyük şirketlerin bir nevi oyuncağına dönen futbol endüstrisinde "sol kanatta" oynayanlar saymakla bitmez. Yılmaz Güney'in yakın arkadaşı Beşiktaş efsanelerinden Yusuf Tunaoğlu, Meksika Zapatista hareketine yardımlar yaptığını gizlemeyen Fransız Eric Cantona, İtalya'da "Hakemler tarafından kollanmayan tek kulüp Livorno'dur, çünkü komünisttir" diyen Cristiano Lucarelli, Futbol Tanrısı olarak nitelenen Diego Armando Maradona, Javier Zanetti… Örnekler çok fazla… Ve bu örnekler bize gösteriyor ki hayatı yaşanır kılan şey "ben" olmaktan çıkıp "biz" olmaya yönelenlerin varlığı. Yineleyelim; "Hayat fena halde futbola benzemiyor mu?" Ne dersiniz?