ABD, bağımsızlığını kazandıktan sonra iki ana politik akımın da temelleri oluşmaya başladı. Bir grup yeni ve federal devletin güçlenmesini savunurken, çoğunluk, toplumsal yaşamda mümkün olduğunca az bir devlet olmasını savunuyordu. Az ve küçük devleti savunanlar kendilerine, ‘devletin halkı değil, halkın kendi kendini yönetmesi’ anlamında ‘Cumhuriyetçi’ dediler. Ancak 200 yıl sonra Cumhuriyetçiler, halktan da demokrasiden de umudunu kesmiş durumda…
Çok değil daha 5-6 yıl önce bir siyahın hem de Demokrat partili bir siyahın kesinlikle ABD başkanı olamayacağına ABD’nin ve dünyanın büyük bölümü çok inanıyordu. Ancak, Demokrat Partili siyahi başkan, net bir farkla ikinci kez de kazanmayı başardı. Bırakın geleneksel Demokrat eyaletleri, bir Demokrat adaya uzun süredir oy vermeyen kökten Cumhuriyetçi eyaletlerde bile rüzgar Demokratlar lehine esiyor. Beyaz Amerikan ‘establishment’inin doğum yeri olan Virginia 1964’te Lyndon Johnson’dan beri ilk kez 2008’de bir Demokrat adaya oy verdi. 2012’de yeniden Obama’yı destekledi. Colorado, North Carolina gibi geleneksel Cumhuriyetçi eyaletlerde Demokratlar kazanıyor. Dahası birkaç seçime kalmaz, en büyük Cumhuriyetçi eyalet olan Texas’ın da hızlı demografik değişim nedeniyle Demokrat mavisine bürüneceğine kesin gözüyle bakılıyor.
Bütün bu gelişmede hiç şüphesiz Barack Obama’nın karizmatik kişiliği ile ABD’yi ve çağı oldukça isabetli okuyabilen siyasal strateji ekibinin rolü vardı. Tıpkı, siyasi denkleme yerleşen internet kuşağının ve demografik değişimin etkisi olduğu gibi. Ancak bunların hiçbiri, bir başka faktör kadar etkili olmadı. Her iki seçimde de Obama’nın işini en çok kolaylaştıran ve görünür gelecekte de Beyaz Saray’a Cumhuriyetçi bir başkanın yerleşme ihtimalini oldukça zayıflatan asıl aktör bizzat Cumhuriyetçi Partinin kendisi.
George W. Bush’un Irak hezimeti ve seçimden birkaç ay önce patlayan büyük ekonomik kriz nedeniyle 2008’de seçimi kaybedince çok fazla sürpriz yaşamayan Cumhuriyetçiler, 2012 Kasım’ında Obama’nın ikinci kez farkla seçilmesi karşısında büyük şok yaşadılar. Bu sarsıntı, ‘nerde yanlış yapıyoruz?’ sorusunu parti içinde ilk kez gündeme getirdi. Bu şokun etkisiyle, partide zayıf da olsa köklü değişim sinyalleri de gelmedi değil. Ancak, son haftalardaki kritik tartışmalarda Cumhuriyetçi Parti’yi adeta esir alan tutucu, statükocu, halktan ve gerçeklerden kopuk, milyarderler partisi kimliği yeniden hortladı. Son olarak, ABD’yi dünyada alay konusu yapan toplu katliamlara bir son verebilmek için bakkalarda bile silah satın alınabilmesi kolaylığına sınır getirmek isteyen yasa, önceki gün tutucu Cumhuriyetçilere çarptı. Birçok politik analist, Cumhuriyetçi Partinin içine düştüğü derin kuyudan çıkmasının en az birkaç yıl daha mümkün olmayacağı görüşünde. Çünkü, parti aklı, hala bu kuyuya neden düşüldüğünü değerlendirebilecek kapasitede değil. Göçmen karşıtlığı nedeniyle Hispaniklerin, Obama’ya karşı yürütülen kişisel saldırılar sebebiyle siyahların, vergi politikaları nedeniyle sendikaların, kürtaj tartışmasında mahremiyete yönelik saldırılarıyla kadınların, nostaljik bir reaksiyondan ibaret sıkıcı söylemleriyle gençlerin, ayrımcı yaklaşımlarıyla, Müslüman, Yahudi, Uzakdoğulu Amerikalıların çoğunun desteğinden mahrum kalan parti, ırkçı tutucu adayların partinin adaylıklarına ve söyleminde belirleyici olmasıyla merkezdeki bağımsız beyaz protstan seçmene de hızla yabancılaşıyor.
Kendini sorgulamayı, ‘içinden geçilen sert mücadele döneminde’ bir zaaf olacağını düşünen Cumhuriyetçi Parti, bütün siyasi başarısını ‘Obama’nın başarısızlığına’ bağlamış durumda. 2010 – 2012 arasında görev yapan 212’nci Kongre, Cumhuriyetçi milletvekillerinin, ‘Obama’ya iş yaptırmama’ felsefesi yüzünden Amerikan tarihinin en verimsiz ve en başarısız Kongresi olarak kayıtlara geçti. ABD halkının çeşitli konulardaki nabzını günlük tutan PublicPolicyPolling’e göre ise 112’nci Kongre, ‘’kolonoskopi, ikinci el oto pazarlamacıları ve Rock grubu Nickelback’ten bile daha düşük popülariteye sahip. Cumhuriyetçi milletvekilleri, yasama konusundaki etkisizliklerini ucuz milliyetçilik ve yurtseverlik şovlarıyla örtmeye çalışıyor. Örneğin, 2011 Ocak ayında, Obama’nın ABD Anayasasına düşmanlığı olduğu iddiasıyla Temsilciler Meclisinde topluca Amerikan Anayasasını okuma eylemi gerçekleştirdiler. 135 Miletvekilinin hiçbir anlamı olmayan bu saçma eyleminin, Amerikalı vergi mükelleflerine maliyeti 1,1 milyon dolar oldu. Yine, ABD’nin ciddi bir ekonomik kriz ve dış sorunlarla uğraştığı ve bunlarla ilgili birçok acil yasa tasarısının görüşülmeyi beklediği yoğunlukta Temsilciler Meclisi günlerini ABD’nin ulusal sloganı olan ‘’In God We Trust’’ mottosunun yeniden ilanı için karar tasarısı oylamalarına harcadı. Güya Obama’nın bir konuşmasında, "E Pluribus Unum" (Latince, ‘’çoklukta birlik’’) sloganını kullanmasına cevap olmak için bu hareketi gerçekleştirdiler. "E Pluribus Unum" 1956’da yerini ‘Tanrıya Güveniyoruz’a bırakıncaya kadar ABD’nin milli sloganıydı. Demokrat milletvekillerinden 8’i hariç hiçbiri bu kültürel savaş komedisine katılmadı. Obama da Demokratlar da ABD’nin milli sloganını değiştirmek gibi bir amaçları olmadığını defalarca deklare ettiler. Ancak ülkesinin ‘içten işgal edilmekte’ olduğu paranoyası yaşayan Cumhuriyetçi taban bu açıklamalara doğal olarak inanmadı, inanmıyor.
‘Dövüş Kulübü’nün yazarı Chuck Palahniuk, ‘’Geleceğe güvensizlik, geçmişe daha sıkı bağlanmaya yol açar’’ diyor. Cumhuriyetçi Parti’nin tutucu tabanında da bu oldu. Obama’nın seçim sürecinden itibaren partinin tabanında örgütlenmeye başlayan ve ABD’nin kurtuluş savaşında İngilizlere karşı mücadele etmiş milis kuvvetlerinden esinlenen tutucu Çay Partisi hareketi, 20’nci yüzyılın büyük bölümünde ABD’yi yöneten Cumhuriyetçi Parti’yi her geçen gün daha da kolları arasına alıp marjinal bir partiye dönüştürmeye başladı. Cumhuriyetçi Parti bugün ‘statükocu ve bağnaz beyazların’ partisi kimliğinde. Partide bir yere gelmek isteyenler, bu tutucu tabanın duymak istediklerini söylemek zorunda. Tabanın hoşuna giden söylemler ise adayı merkez seçmene yabancılaştırıyor. Dolayısıyla, ‘parti içinde sağlam kalmayı’ önceleyen içsel bir kısır döngüye mahkum olunmuş durumda.
Cumhuriyetçi Parti, etnik olarak homojenliğe yakın olsa da politik olarak hiç de homojen bir parti değil. Biraz yakından takip edenler partinin tavanının aslında bir koalisyon olduğunu farketmekte gecikmeyecektir. Parti yönetiminde, dış savaşlara hiç sıcak bakmayan izolasyonistler de var, ABD’yi Ortadoğu’da savaşlara sokmak için takla üstüne takla atan Neocon’lar da… Ucuz iş gücü sağlayacağı için göçmen reformuna ve niteliksiz kaçak göçmenlere af reformuna destek veren Ticaret Odaları muhafazakarları da var, göçmenlerden, silah yasağından ve federal hükümetten hiç hazzetmeyen Çay Partililer de… FED’e ve Wall Street’e meydan okuyan libertaryanlar da var Wall Street muhafazakarları da… Kürtaj karşıtı Katolikler de var, ‘muhafazakar’ denince herkesin aklına gelenler olan Protestan ‘Evanjelik’ler de…
Partinin en aktif unsuru olduğu için bütün partiye rengini veren tutucu tabanı birarada tutan şey ise ‘korku’. Dolayısıyla Demokrat Parti’ye hakim olan hava ‘umut ve değişim’ iken, Cumhuriyetçi Parti adeta bir korku tüneli kadar kasvetli. Amerikan kimliğinin ve rejiminin dahili bir saldırıya maruz kaldığını iddia ediyorlar. Ülkenin, ‘Kurucu Babalarca’ temelleri atılan ‘ideolojik temellerinin’ alttan alta oyulduğu ya da sosyalizme kayıldığı korkusu çok canlı. Bir kısmında daha kimliksel bir ulusalcılık hakimken çoğunluğunda beyaz ırkçılığı hakim. Örneğin, Hispanik göç dalgasının meydana getirdiği sosyal gerilimden çok besleniyor bu taban. Bu sebeple de en fazla Hispanik göçü alan eyaletlerde en güçlü desteğe ulaşıyorlar.
Korku, komplo teorilerine olan ilgiyi artırıyor. Cumhuriyetçi tabanın önemli bir kısmı, ABD’nin ‘küresel güçler’ ve ‘yerli işbirlikçilerince’ ele geçirilmeye çalışıldığına kuvvetle iman ediyor. Obama’nın aslında doğuştan Amerikan olmadığını, ‘gizli Müslüman’ olduğunu ‘ispat eden’ kitaplar, yayınlar pek revaçta bu kesimde. Siyaset dillerine, askeri terminoloji hakim. ‘Seçim kazanmaktan’ değil, ‘ülkeyi geri kazanmaktan’ sözediyorlar.
Cumhuriyetçi Partinin tutucu tabanı, bütün tutucu topluluklar gibi son derece içe kapanık bir kültürel ve enformatik iklimde yaşıyor. Sadece iddialarını doğrulayan, onaylayan, kendilerini haklı hissettiren yayınlar okuyorlar. Arkadaşları dostları hep kendilerine benzeyen insanlardan oluşuyor. Bir Cumhuriyetçi Parti mitinginin katılımcılarına bakan amatör bir gözlemci bile rahatlıkla farkedebilir. Bu kapalı sosyal atmosfer de onları sadece Amerika’nın değil, dünyanın ve çağın gerçeklerinden de koparıyor. Bilimsel açıklamalara bile net şekilde karşı durabiliyorlar.
Tutucu medyadan başkasını okumadıkları için 2012 seçimi öncesinde Amerikalıların, Obama’dan kendileri kadar nefret ettiğine çok inanıyorlardı. Hatta, seçimleri doğru tahmin etmesiyle ünlü Nate Silver adlı son derece başarılı anketçi ve analisti, ‘Obama kazanacak’ öngörüsünden dolayı adeta yaylım ateşine tuttular. Seçimi manipüle etmeye çalışan bir tetikçi gibi sundular. Alay edip aşağıladılar. Oysa ki Silver, 2008 seçiminde tam 49 eyaleti doğru bilerek görülmemiş bir başarıya imza atmıştı. 2008’de yanıldığı tek eyalet olan Indiana’da McCain’in kazanacağını öngörmüştü ancak Obama yarım puan farkla bu eyaleti de kazanmıştı. 6 Kasım 2012 günü sonuçlar belli olduğunda Nate Silver’ın bu kez 50 eyalette de hangi adayın kazanacağını doğru bildiği ortaya çıktı.
Cumhuriyetçiler ise büyük şok ve hayal kırıklığı yaşadılar. Rush Limbough, ‘ABD’yi kaybetik’ dedi. Donald Trump, ‘Washington DC’ye isyan çağrısı yaptı’ ama kimse ciddiye almadı. Cumhuriyetçi senatör Ron Johnson, Amerikalıların neye oy verdiklerini bilemeyecek derecede aptal olduklarını iddia etti. Eric Dondero adlı aşırı sağcı blogger ise, Demokrat Partili tanıdığı herkese ‘kişisel boykot’ ilan etti: ‘’Tanıdığım bütün Demokratlar, aile üyelerim bile olsalar artık benim için ölüdürler. Yaşamımın geri kalanında hiçbiri ile konuşmayacağım’’.
Cumhuriyetçi parti temsilcileri, konumlarında, halkın sorularını değil, tutucu medyanın sorularını yanıtlayarak tutunabiliyor. Tutucu medya, onlara, kürtaj, gay evliliği, silah taşıma hakkı konularını soruyor. Bazen de ‘İslamizmle mücadele’ ya da Hispanik korkusundan başka birşey olmayan göçmen reformu… Başka bir gündemi yok bu medyanın. Oysa bütün bilimsel analizler gösteriyor ki, Amerikalı seçmenin ezici çoğunluğu oy sandığı başında tamamen ‘ekonomik bir mantıkla’ oy kullanıyor. Medicare, sosyal güvenlik, sosyal programların akıbeti, ekonomik göstergeler, adayın, tanrı, gayler veya silahlar hakkında ne düşündüğünden daha önemli ortalama seçmen için.
Parti içinde sayıları azalsa da makul isimler, 2016 seçimi öncesi çok geç olmadan bir iç tartışma başlatmanın gerekliliğine inanıyor. Bir stratejist Cumhuriyetçilerin Çay Partisi hareketinin önlenemeyen yükselişiyle yaşadığı krizi, ‘’Cumhuriyetçi Partinin ciddi bir iç problemi var. Çay Partisi hareketi nitrogliserin gibi. Biraz hareket ettirmeye kalkarsanız infilak edebilir’’ şeklinde tasvir ediyor.
Öte yandan, parti vitrininde her geçen gün sayısı artan kifayetsizler için bu bağnaz taban bir avantaj. Komedyen Jay Leno, partinin 2012 başkan adayı Mitt Romney’nin kampanya sloganının ‘bana mahkumsunuz’ şeklinde olduğu şakasıyla aslında partiye hakim olan siyasal stratejiye dikkat çekiyordu: Nasıl olsa bize oy vermek zorundalar.
Partinin tutucu tabanı, 2008 seçiminin kaybedilmesinde John McCain’i sorumlu tutarak işin içinden çıkmıştı. 2012 seçimindeki hezimetten ise Mitt Romney’i sorumlu tuttu çabucak. Herkesin hezimete sorumlu aradığı o günlerde filozof komedyen Jon Stewart bu tutucu tabana can alıcı soruyu sordu: ‘’Peki siz olamaz mısınız? Bu partinin bu halde olmasının, böyle adayları olmasının, böyle berbat bir politik çizginin oluşmasının sorumlusu siz olabilir misiniz?’
Fonksiyonel piskolojinin kurucusu John Dewey, ‘’problemin tespiti, çözümün yarısıdır’’ diyor.