İlkokul eğitimi almış herkesin bildiği bir öyküdür: 15’nci yüzyılda Kolomb, Dünya’nın yuvarlak olduğunu ispatlamaya çalışır. “Sürekli batıya gidersem, doğudaki Hindistan’a ulaşabilirim’’ iddiasındadır. Yola çıkmak için paraya ve gemilere ihtiyacı vardır. Ancak o günlerde kilisenin etkisiyle herkes dünyanın tepsi gibi düz olduğuna inandığı için kimseyi bu iddiasına inandıramaz. Sonunda İspanya kraliyet ailesini ikna eder de para ve gemi bulup yola çıkabilir.
Bu şahane öykünün tek sorunu, tamamen uydurma olması. Çünkü, 1490’lı yıllarda, dünyanın tepsi gibi düz olduğuna inanan aklı başında kimse zaten yoktu. Herkes dünyanın yuvarlak olduğunu biliyordu.
Kolomb’tan daha 2000 yıl önce, Milattan Önce 6’ncı yüzyılda Pisagor, sonraki yüzyıllarda Aristo, Öklit, Batlamyus, El Biruni, Nasreddin Tusi ve diğer birçok bilimci, düşünür, doğa gözlemcisi dünyanın yuvarlak olduğunu zaten kaydetmiş, değişik şekillerde ispatlamıştı.
Peki dünyanın düz olduğu iddiası Orta Çağ’a ait değilse hangi çağa ait?
Modern çağa ait bir iddia bu. İlk kez 19’ncu yüzyılda ortaya çıktı. Yani, ironik olarak, yeni olan iddia, dünyanın yuvarlak olduğu değil, düz olduğu…
Tarihçi Jeffrey Burton Russell, geriye dönük olarak kayıtları taradığında, 1830’lardan önceki yıllarda dünyanın düz olduğuna inanıldığını düşünen insanlar olduğuna dair hiçbir kayıt bulamadığını aktarıyor.
Onun bulgularına göre ‘Orta Çağ’da dünyanın düz olduğuna inanıyorlardı’ iddiasını ilk ortaya atan kişi, Fransa’da kilise ile keskin bir savaşa girmiş Antoine-Jean Letronne’dı. 1834 yılında yazdığı ‘’Kilise Kurucularının Kozmografik İddiaları’’ kitabında dini önderlerin ve onların Orta Çağ’daki akıl hocalarının ‘dünyanın düz olduğuna inandıkları’ iddiasını ortaya attı. Elbette ki amacı o günlerde keskin şekilde tartıştığı bu sosyal kesimin sadece o gün değil, tarih boyunca akla, bilime ve ilerlemeye karşı oldukları iddiasını desteklemekti. Aynı iddiayı Amerika’da ünlendiren ise gerçek tarihi olaymış gibi menkıbe uydurmakla bilinen ünlü edebiyatçı Washington Irwing’ti. Dünyanın yuvarlak olduğunu iddia ettiği için ‘Salamanca Engizisyon Konseyi’nin önünde sorguya çekilen Kolomb’ imajı, Irwing’in zengin hayal gücünün eseri. Demreli Aziz Nikolas’tan, pipo içen, şöminelerden evlere giren beyaz sakallı tombul Noel Baba’yı çıkaran da Irwing’ti.
Peki ‘Orta Çağ’da dünyanın düz olduğuna inanıyorlardı’ iddiası hiçbir somut belgeye dayanmadığı halde, hem de gerçeğe karşı daha duyarlı olduklarını düşünen insanlar arasında niye bu kadar kolayca tuttu?
Çünkü, gittikçe keskinleşen din – bilim tartışmalarında, peşin yargıyı pekiştiren yani ‘çok doğru görünen’ bir hikâyeydi. O kadar doğru görünüyordu ki kimse sorgulama gereği duymuyordu bile.
Bazı 19’ncu yüzyıl aydınları, insan beyninin bu tuzağına düşerek, gerçekliğini hiç sorgulamadan bu uydurma öyküye sahip çıktı. Böylece bu uydurma hikaye, önce ABD ve Avrupa’da ardından bütün dünyada nerdeyse bir asır boyunca ilk okul kitaplarında gerçek bilgiymiş gibi kendine yer buldu. Tartışmalarda argüman olarak kullanılabildi. Bugün bile hâlâ, “Orta Çağ’da dünyanın tepsi gibi düz olduğuna inanıyorlardı’’ sanan çok sayıda insan var.
Jeffrey Burton Russell, 4 Ağustos 1997 yılında Westmont Üniversitesi’nde yaptığı ‘Düz Dünya Efsanesi’ başlıklı konuşmasında, düz dünya teorisi ile ilgili bu hikâyenin, tarihçiliğin çok riskli bir uğraşı olmasının çarpıcı örneklerinden biri olduğunu vurgulayacaktı. Ona göre tarihçilik üç sebepten riskli bir çalışma alanıydı.
Tarihte olmuş bitmiş, tanıkları kalmamış bir olaylar serisinde ‘gerçekte’ ne olduğunu belirlemenin son derece güç bir iş olması ilk sebep.
İkinci sebep tarihçiliğin sınırları açısından dağınık bir uzmanlık olması. Yani birkaç tarih kitabı okuyan biri bile kendisini tarihçi olarak sunabiliyor.
En ürpertici risk ise birçok tarihçinin, tarihsel olayları kendi dünya görüşünü veya aidiyetini destekleyecek şekilde eğip-bükme eğiliminde olması. Gerçekte ne olduğundan çok, olduğuna inandıkları şeye uygun malzeme ararlar...
Gazetecilik de bir yönüyle güncel tarihçiliktir. Ancak, haberin konusu olan olay tarihte olup bitmediği, tanıkları hâlâ hayatta olduğu ve taraflarına ulaşmak mümkün olduğu için, bir haberi yazarken, öyküyü, farklı taraflarıyla tespit edip aktarma olanağı mevcuttur. İyi ve ideal gazeteciliğin olmazsa olmazlarından biri de, bir haberi, habere konu bütün taraflardan dinleyip, sorgulayıp, haberi bir bütün olarak ortaya koymak ve yorumu okuyucuya veya yorumcuya bırakmaktır.
Fakat gazetecilik tarihi boyunca bu ilkeye gerçekten değer veren gazete veya gazeteciler hep azınlıkta oldu.
PBS’in kıdemli isimlerinden Mark Shields, 1979 yılında Washington Post’ta editörlük yapmaya başladığı dönemde, bir kıdemli editörün, genç bir muhabiri, tarafları ve gerçek verileri eksik özel haberinden dolayı azarlarken, “ben, doğrudan birinci sayfa manşeti olacak ve dünyayı değiştirecek özel haberleri bile bu sebeple yayınlatmadım’’ diye bağırdığına tanık olduğunu aktarıyor. Aynı editör, genç muhabire bir gazeteci olarak haberin içeriği konusunda taşıması gereken şüpheciliği de, “Sen gazetecisin, annen sana seni sevdiğini söylerse, bundan bile şüphe duyup önce gerçekliğini sorgula’’ şeklinde telkinde bulunmuş.
Amerikan gazetecilik geleneğinde, daha ilk bakışta çok doğru görünen yanıltıcı haberler için ‘too good to check’ deyimi kullanılıyor. Yani o kadar doğru görünüyor ki kontrol etmeye bile gerek yok. Bu tür fiyaskoların en parlak örneklerinden biri, Rolling Stones dergisinin, yayınlandığı ilk günlerde büyük yankı yapan 2014 Kasım sayısının ‘Kampüste Tecavüz’ başlıklı kapak dosyasıydı. Dosyaya göre, Virginia Üniversitesi’ndeki erkek öğrenci kulüplerinden (fraternity) biri olan Phi Kappa Psiüyesi yedi beyaz erkek öğrenci, kulüp evinde 28 Eylül 2012 günü yapılan yemin töreni partisinde, ‘Jackie’ adlı kız öğrenciye topluca tecavüz etmişti. Üniversitelerde erkek kardeşlik kulüplerinin çoğunun maçoluğu, beyaz ırkçılığını ve cinsiyet ayrımcılığını besleyen kültürüne yönelik sosyal tepkinin yükseldiği günlerde, bu genç kızın hikayesini duyar duymaz balıklama atlamıştı dergi. Jackie’nin son derece detaylı anlattığı öykü korkunçtu. Ve muhabirin son derece çarpıcı dosyası derginin editoryal kadrosundan da kolayca geçip kapaktan yayınlandı.
Dergi piyasaya çıktıktan sonra tepki çok büyüktü. Üniversite kulübü kapattığını açıkladı. Söz konusu kardeşlik kulübünün üyeleri, tehditler nedeniyle adreslerinden kalamadı, haftalarca gizlenmek zorunda kaldılar. Ülkedeki bu türden bütün kulüplerin kapatılması için kampanya bile başlatıldı.
Haberin ilk günlerdeki büyük yankısı geçtikçe bazı sorular gündeme geldi. Sorular şüpheye dönüştü ve ancak ondan sonraki sorgulamalarda bu hikâyenin tamamen uydurma olduğu ve üstelik Jackie’nin geçmişinde bu türden öyküler uydurmakla ünlü biri olduğu ortaya çıktı. Dergi, tecavüz sorununa dikkat çekmeyi hedeflerken, ondan sonra belki de birçok gerçek tecavüz mağdurunun ifşalarının ciddiye alınmasını zorlaştıracak bir fiyasko yaşadı.
New York Times’ın, gazetecilik konulu haberleriyle de ünlü kıdemli muhabirlerinden Jonathan Mahler, RS dergisinin, söz konusu haberin bütün editoryal sürecinde, gazeteciliğin en büyük günahlarından biri olan ‘hiç şüpheye yer vermeme günahı’’ işlediğine dikkat çekecekti.
Gazeteciler, muhabirler de insandır, robot değiller. Seçilen her haber, takip edilen her konu, yazılan her haber bir sosyal, düşünsel eğilimin ifadesidir. Editoryal denetim de bunun için vardır.
Nitekim aynı tartışmada, New York Times’ın eski yayın yönetmeni Bill Keller da, şüpheci editoryal denetimin önemine şöyle dikkat çekecekti:
“Bir haberi ilk duyuran olmak için acele eden, güvenilmez bir kaynağa dayanarak haberini hazırlayan veya öykünün büyüsüne kendini kaptıran muhabire karşı, gazeteciliğin son savunma hattı, editörlerdir“.
Editoryal denetimi işlevsiz hale getirecek en önemli risk ise ‘grup düşüncesi’dir. Bir haber yayına girmeden önce ne kadar içerik sorgulamasına, itiraza tabi olursa, haberin güvenilirliği de o derece artar. Herkesin düşünce, bakış, algı, sosyal çevre olarak birbirinin kopyası olduğu bir haber odasının, ‘çok doğru görünen bir haber’ çukuruna düşme olasılığı çok ama çok yüksektir. Elbette ki böylesi bir durumda en hafif maliyet rezil olmaktır.
Örneğin, Amerikan aşırı sağının popüler haber portalı Breitbart, New York Times’ın ekonomiye soldan bakan köşe yazarı ekonomist Paul Krugman’ın iflas başvurusunda bulunduğunu okuyunca bu ‘’şahane’’ haberi aynen sayfasına taşımakta bir saniye bile tereddüt etmeyecekti. Nobel Ekonomi Ödülü de kazanmış bu solcu ekonomistin kendisine bile faydası olmadığını ima eden haberi, ‘’öyle görünüyor ki, Keynesyan yaklaşım mikro düzeyde hiç bir işe yaramıyor’’ diye alaylı bir yorumla bitirdiler.
Ekonomistin ve savunduğu ekonomik yaklaşımın rezilliğini sergileyeceklerini düşünerek, haberi yayına koydular. Keyifle tepkileri beklediler. Okuyucularının uyarısıyla, rezil olanın kendileri olduğunu farkedinceye kadar... Haberin kaynağı olan Daily Currantgazetesi, bu işin ilk örneği olan The Onionveya Türkiye’deki popüler versiyonu Zaytunggibi uydurma satirik haberler yayınlayan bir siteydi. Gençler, Krugman ile eğlenmişlerdi. Yani Krugman’ın gerçekte iflas ettiği falan yoktu.
Daha da ötesi, Breitbart editoryal kadrosu, Daily Currant’ın uydurma haberlerle hiciv yapan bir gazete olduğunu çok iyi bilebilecek bir durumdaydı. Çünkü kendi fiyaskolarından sadece bir ay önce koskoca Washington Post gazetesinin de bu tuzağa düşmesini onlar yakalamış ve çok eğlenmişlerdi.
Washington Post, Amerikan aşırı sağının o günlerdeki yıldız politikacılarından Sarah Palin’in Al Jazeera televizyon kanalında program yapmaya başlayacağı haberine balıklama atlamıştı. Sık sık gazeteyi ve diğer ana akım medyayı eleştiren bu anti-Müslüman politikacının, bir Müslüman ülkeye ait yayın kurumunun Amerikan kanalında para karşılığı çalışmaya başlayacak olması ‘’şahane’’ bir haberdi. Gazete haberin güzelliğine kendini kaptırıp anında yayınladı. Ta ki haberin aslında bir Daily Currant haberi olduğunu önce Breitbart ve sonra diğerlerinin alaylarıyla fark edinceye kadar. Apar topar biz özürle düzeltme yapacaktı Washington Post.
Post, bu fiyaskosundan adeta ders çıkarmak istercesine haberi sitesinden silmedi. Sadece başlığı değiştirdi ve başına da haberin öyküsünü ve düzeltmesini koyarak içeriğini aynen sitede tutmaya devam etti. Breitbart ise, uydurma çıkan Krugman haberini anında sildi ve sanki böyle bir şey hiç olmamış gibi yaptı. Özür bile dilemedi. Media Matters sitesinin aldığı ekran görüntüleriyle bu ‘çakma’ haber gazetecilik arşivlerine girebildi.
Bir ay önce alay ettikleri duruma bir ay sonra kendilerinin de kolayca düşmelerine neden olan şey aynıydı; Önyargılarını pekiştirdiği için ‘çok doğru görünen’ bir haberin büyüsü…
Mark Bowden, 2009’de ‘Haberin Arkasındaki Haber’ yazısında, ‘’Artık herkesin peşinde olduğu tek şey var. Bu tek şey "gerçek" değil, "zafer". Çünkü bu dünyada kazanmak haklı olmaktan daha mühim. Bu tavır, bütün dünyada gazeteciliğin yerini alıyor ve bütün haberler birer propagandaya dönüşüyor" eleştirisinde bulunacaktı.
Günümüz ikliminde, haber konusu her şey bir dava konusu gibi. Ya ihale almış müteahhit gazetesi gibi keskin bir savunma, ya da kariyer hesaplı cahil bir savcının iddianamesi şeklinde yazılıyor haberler.
Ama sorunun kökeni, tarihçiler ve gazetecilerle sınırlı mesleki bir durum değil. Tek tek her birimizi ilgilendiren insani bir nedeni var…
Değişen iletişim teknolojisi hepimizi bir tür gazeteciye dönüştürdü. Tek tek her birimiz, haberlerin artık sadece tüketicisi değil, aracısıyız da… Her gün bazı dedikoduların, bazı haberlerin, bazı fotoğrafların, bazı görüntülerin, bazı iddiaların, bazı savunmaların yüzlerce, binlerce hatta bazen milyonlarca kişiye ulaşmasına aracılık yapıyoruz.
Beynimizin, sevmediğimiz insanlar, bir şekilde antipatik bulduğumuz ünlüler, hazzetmediğimiz gruplar, kimlikler hakkında karalayıcı bir haberin gerçekliğini sorgulamaya ihtiyaç duymayacağı gerçeğinin farkında olmamız çok önemli.
Yaygın kanının aksine çoğumuz yeni şeyler öğrenmek için okumayız. Birçoğumuz, mevcut önyargılarımızı, bakış açımızı pekiştirmek için okuruz. Ezberimizi bozacak şeyler okumaktan kaçınırız. Yine hepimiz, şu anda sahip olduğumuz ‘son derece doğru düşünce düzeyi’ni yaşamımız boyunca da hep istikrarlı olarak sürdürdüğümüze inanırız. Kendi kendimize sıkça söylediğimiz yalanlardan biridir bu... Hem geçmişimiz hem de mevcut durumumuzla ilgili olarak… Tam diktatör işi yani... Kuzey Kore’nin kurucu lideri Kim Il-sung’ın okullarda okutulan biyografisinde 8 yaşında tam bir Marksist-Leninist devrimci olduğu yazılıyor. Çünkü hayatında bir kez bile ‘yanlış’ düşünmüş olabileceği düşünülemez.
İşte başka insanlarla, komşularımızla, sevmediğimiz sosyo politik çizgide insanlarla ilgili olumsuz her sosyal medya fotoğrafını, Tweetini, dedikoduyu, ‘çok doğru görünümlü haberi’ hiç sorgulamadan kolayca paylaşmamızın nedeni beynimizin yüzbinlerce yıllık evriminde kazandığı bu kestirme yetenekler.
Telefonunuzda mesaj yazarken, mesajınızı, sadece kelimelerin ilk harfine tıklayınca gelen ilk kelime önerilerinden oluşturmak ne derece doğru? İşte beynimiz de çoğu zaman bir isim, bir düşünce, bir kimlik vs. duyduğunda tıpkı akıllı telefonlar gibi gerisini ‘önyargılarımızla’ otomatik doldurur. Düşünmenin gerçekte zahmet ve emek isteyen sancılı bir iş olmasının nedeni budur. Yine yaygın kanımızın aksine çoğumuzun aslında pek de düşünmeyen insanlar olmasının nedeni budur.
Ve bu hata potansiyelimizi daha da artıracak olan ise, hatada yalnız olmamamızdır. Hepsi bizim gibi düşünenlerden ibaret olduğu için yankı odasına dönüşmüş sosyal medya çevremizde çok sayıda kişinin de ‘çok doğru görünen’ bir yalanı paylaşması, ‘doğru ki bu kadar doğru insan da paylaşıyor’ çukuruna kolayca itebilir bizi. Her birimizin kişisel sosyal medya tarihimizde bir yalan veya yanlış bilginin yayılmasına yardım ve yataklığı şu veya bu ölçüde olmuştur.
Çinliler, çok kişinin tekrar etmesinin bir yalanı doğru hale getirmeyeceği hikmetine dikkat çekmek için ‘bir kaplan yapmak için üç insan yeter’ derler. M.Ö 4’ncü yüzyılda yaşamış ünlü vezir Pang Cong, Wei hükümdarıyla sohbet ederken ona farazi bir soru sorar;
‘’Hükümdarım, bir veya iki kişi size gelip başkentin merkezi çarşısında insanlarla beraber bir de vahşi kaplan geziniyor derse inanır mısınız?’’.
‘’Tabii ki hayır’’ der hükümdar.
‘’Peki üç kişi söylerse..?’’ diye bir daha sorar vezir.
‘’Üç kişi söylerse inanırım’’ der hükümdar.
Bilge vezir, hükümdara, ‘’çarşıda insanlarla beraber bir kaplanın da gezinmesi, realiteye aykırıdır. Kaç insan söylerse söylesin görmeden inanmamak lazım’’ diye bir hatırlatma yapar.
Latincede, buna ‘argumentum ad populum’ deniyor. Yani bir şeyin doğruluğunu, herkes böyle olduğuna inanıyor diyerek tartışmak.
‘’Millet şunu istiyor öyleyse doğru olan budur’’ diyen kişi, aynı milletin tarih boyunca çoğunlukla neler istediğini hiç bilmiyor demektir. Anne babalarımızın, ‘arkadaşların camdan atlasa sen de mi atlayacaksın?’ uyarısı, koyunlarla özdeşleştirdiğimiz bu eğilimimizi dizginlemek için bilgece bir nasihattir. Gözümüzün önünde 1 milyon kişi de camdan dışarı atlasa bu hâlâ yanlıştır.
Psikolojide ise ‘bandwagon etkisi’ yani ‘sürü psikolojisi’ olarak adlandırılıyor. Hepimizde az veya çok bu eğilim mevcut. Sadece sürülerimiz farklı.
Rüşvet, ihale komisyonu yolsuzluğu, torpil gibi bazı suçların bazı toplumlarda çok fazla yaygınlaşmasının nedeni de, ‘’herkes yapıyor’’ düşüncesinin, ‘meşrulaştırıcı’ etkisidir.
Bir ülkede yargının ve üniversitenin sadece devletten değil toplumsal baskıdan da bağımsız olmasının yaşamsal önemde olmasının temel nedenlerinden biri de budur. Sadece sosyal medya rüzgarıyla harekete geçebilen veya sosyal medyada, toplumda esen rüzgara göre iş yapan bir yargı bir ülke için felakettir. Gerçek bir yargıç, bir Amerikalı hukukçunun da dediği gibi, 50 bin kişilik öfkeli bir taraftar kitlesinin önünde son saniyede gerekiyorsa ev sahibi takım aleyhine penaltı kararını tereddütsüz verebilen hakem gibi olmalı.
Cinayet işlerken suçüstü yakalanmış insanlara bile kendisini özgürce savunma hakkı verilmesi gerçeğe saygının ifadesidir.
Sadece toplumun yaygın inanç ve kanaatlerini pekiştirme peşindeki bir üniversite bir toplumu kör eder.
Mahkeme gerçeği arama yeridir, toplumun kanaatini pekiştirme yeri değil.
Üniversite, gerçeği arama yeridir. Resmi iddialara, toplum inançlarına kılıf bulma yeri değil.
Yargısı toplumdan bağımsız olmayan bir toplumun bugünü, üniversitesi toplumdan bağımsız olmayan bir toplumun ise geleceği karanlıktır.
Uygarlaşma sürecinde edindiğimiz şüphe, sorgulama gibi erdemleri, ‘nasıl olsa haklıyız’ diyerek önemsememek de bizi gerçekten uzaklaştırır.
Tek tek her birimizin ve bütün bir toplumun çıkarı, haklı çıkmamızda değil, gerçeği öğrenmekte. Gerçeğe saygıyı tesis etmekte... Bunun yolu da bizim de bize ‘çok doğru görünen’ haberlere, iddialara, paylaşımlara da temkinli yaklaşıp kontrol etmemizden, sorgulamamızdan geçer. Gerçeği, kanaatlerimize aykırı olsa bile, işimize gelmese bile içtenlikle aramak, uygar bir toplumda, uygar bir ülkede, uygar bir hayat yaşamamızın kapısını aralayacak olan şey.