Almanya’yı ve bütün bir kıtayı felakete sürükleyen, milyonların ölümünden sorumlu Nazizm’in Hitler’den sonra en bilinen figürü oldu bu gazeteci eskisi. Dünyanın her yerinde kifayetsiz ama muhteris politikacılara rehber olan ‘‘Yalan ne kadar büyükse, inananı o kadar çok olur!’’ sözünün sahibiydi.
Ondan, ‘‘ergen bir gencin duygusal dünyasının yüksek entelektüel bir cila ile kaplanmış hâli’’ diye söz edilmişti bir defasında… Sağ ayağı sol ayağından 3,5 santimetre kısaydı. Topallayarak yürüyebiliyordu. Vücuduna göre orantısız büyüklükte bir kafa, ufak tefek ve oldukça kırılgan bir bünyesi vardı. Gözle görünür hiçbir karizması yoktu. Sürekli başkalarının açıklarına odaklanan ve laf taşıyan fesatçı karakteri nedeniyle gençliğinden itibaren hiç sevilmedi. Bununla beraber, kitle psikolojisi konusunda yeni fikir üretmede tükenmez bir hırsa ve yeteneğe sahipti. Ve bu yeteneğinin onu, o günlerde adım adım diktatörlüğe yürüyen ve yürüyüşünü belli bir noktaya götürünceye kadar kitleye ihtiyacı olan hamasi bir politikacı ile yollarını kesiştirmesi uzun sürmedi.
‘Kavgam’ kitabını nihayet yazmayı bitirip yeniden partisinin teşkilat sorunlarına eğilmeye başlayan Aldoph Hitler, 1926 yılı Nisan ayında Münih’te eski gazeteci Joseph Goebbels ile oturup baş başa saatlerce sohbet ettiğinde aradığını bulmuştu… Alman halkına, kendilerini nihayetinde büyük bir felakete sürükleyecek çılgınlığı, coşkuyla alkışlatıp desteklettirecek propaganda dehasını…
Bir muhasebecinin oğlu olarak 29 Ekim 1897’de Mönchengladbach’ta doğan Goebbels, oldukça dindar Katolik bir ailede büyüdü. Ailesi din adamı olmasını, o ise yazar olmayı istiyordu. Felsefe ve edebiyat eğitimi aldı, 19’uncu yüzyıl romantik piyesleri alanında doktorasını 1921’de tamamladı. Ancak yazar olma arzusu asla gerçekleşmedi. Başvurduğu bütün yayınevlerinden ret cevabı aldı. Bir süre gazetecilik yaptı. Bu sırada yarı otobiyografik bir roman ile bazı piyesler ve romantik şiirler yazdı. Bunlarda, fiziksel ‘özürlerinin’ kişiliğindeki psikolojik tahribatını sergiledi. Topaldı ve dahası gözleri kahverengi, saçı siyahtı, boyu da sadece 1,60 metreydi. Yani inandığı Aryan ırkının özelliklerini taşımaktan çok uzaktı. Yazdıkları ilgi görmedi. Aşırı süslü ve ağdalı üslubu, edebiyat yerine politik retorikte kendine yer buldu.
1920’lerin başında nasyonal sosyalist ideolojiye bağlanmaya başladığında, bir çelişkiyle yüz yüze gelmişti. Alman aşırı sağı şiddete eğilimliydi ve entelektüel kültürden nefret ediyordu. Bu, üniversite mezunu, okumaya düşkün ve fiziksel olarak şiddet üretmeye engelli, topal bir vücuda sahip Goebbels için bir sorundu. Alman tarihçi Joachim Fest, şöyle yazıyor: ‘‘Bu durum Goebbels’in entelektüellerden nefretinin ana kaynağı oldu. Bu aynı zamanda bir öz-nefretin ifadesiydi. Kendinden nefret ediyordu. Kitleler tarafından bir ‘burjuva entelektüeli’ olarak damgalanmak korkusu sürekli bir işkenceye dönüşmüştü. Bu yüzden de entelektüele karşı en yüksek perdeden muhalefeti o sergiliyordu.’’
Uzun süre sempatizanı olduğu Nazi partisine 27 yaşındayken 1924 yılında resmen katıldığında, parti içinde ‘Nasyonal sosyalizmin hangi kanadı daha öncelikli?’ tartışması vardı. Goebbels de, ‘‘Önce nasyonalist miyiz, yoksa önce sosyalist mi?’’ sorusunu soranlardan biriydi. Partinin girdiği yolda anlamsız bir soru olduğunu çok geçmeden fark edecekti.
1926 Nisan ayında Hitler ile baş başa görüşmesinden sonra Hitler’e bütün sadakatiyle bağlandı. Hitler, aynı yılın sonbaharında Goebbels’i terfi ettirdi ve ondan ‘kızıl’ Berlin’e giderek orada Nazi teşkilatını kurmasını istedi. Solcuların kalesi olan Berlin’de, propaganda yeteneğini ilk defa sergileme imkânı buldu. Berlin aynı zamanda ‘şiddeti’ keşfettiği ve ondan zevk aldığını fark ettiği yer oldu. Emrindeki Nazi SA üyesi gençleri sosyal demokratların üzerine salıyor, sokaklardan, barlardan, sosyal mekânlardan sosyalistleri ‘püskürtüyordu’. ‘Tarih sokaklarda yapılmıştır’ diyordu. Eski solcu arkadaşlarına ise, ‘Köpeklerinizi bağlayın, içimdeki şeytanı sokağa salarsam hiçbiriniz durduramazsınız’ tehdidinde bulunuyordu. ‘Der Angriff (Atak)’ adlı Nazi propaganda bülteninin editörü olarak, Berlin’in en korkulan kışkırtıcısına dönüştü. ‘Propagandanın amacı sonuç elde etmektir. Mantıklı olmasına gerek yok. Kitleler nezdinde istenen sonuç alınmışsa o propaganda başarılıdır’ diye yazacaktı. Berlin’de ortaya çıkan bir yeteneği de hitabetiydi. Bu yeteneğiyle kısa sürede Nazi partisinin Hitler’den sonraki ikinci hatibi olacaktı.
Hitler de, kitle psikolojisini çok iyi hissedebilme gücüne ve bu hislere uygun hitabeti sergileyebilme yeteneğine sahipti. Bazı tarihçiler, kitleleri ‘hipnotize edebilme’ gücü diyor. Alfons Heck, ‘Hitler Gençliği’ grubunun eski bir üyesi, Hitler’in kitlesel konuşmalarındaki psikolojilerini şu şekilde anlatıyor: ‘‘Histeri sınırında dolaşan bir ulusal gurur patlaması yaşıyorduk. Konuşma bittikten sonra gözümüzden yaşlar akarken dakikalarca ciğerimizi yırtarcasına Sieg Heil, Sieg Heil, Sieg Heil (Yaşasın liderimiz)! diye bağırıyorduk. O andan itibaren ruhum ve bedenim artık Hitler’e aitti…’’
Hitler’den farklı olarak, konuşmalarının, samimi düşüncelerden çok propaganda amaçlı olduğunu açıktan kabul ediyordu. Yabancı düşmanlığı, ırkçılık, özgüvensizlik ve sınıfsal haset gibi Alman halkının en iptidai iç güdülerine hitap ediyordu. ‘Alman halkının iradesini, bir piyano çalar gibi yönlendirip, onları gitmelerini istediğimiz her yere götürebilirim’ diyordu. Kitleleri bir cezbe haline sokup saatlerce ayakta kendisini dinleyebilir yapıyor, onlara marşlar söyletip, kollarını kaldırtıp kitlesel yeminler yaptırıyordu. Ve bütün bunları o anın coşkusuyla değil, kitle psikolojisi hesabıyla oldukça planlı yapıyordu. İnsanların eğitilmesi fikrine sıcak bakmıyordu. İnsanları, belli politik amaçlar için sürekli psikolojik olarak hazır tutulması gereken araçlar olarak görüyordu. ‘Nasyonal sosyalizm benim dinimdir. Partim benim mabedimdir’ diye konuşacaktı.
1928 yılında daha 31 yaşındayken Nazi partisini yöneten dar kadronun içine girmişti. Hitler, Goebbels’i 1930 yılında partinin propagandadan sorumlu yetkilisi yaptı. Bu da onu partinin ‘Völkischer Beobachter (Halkın Gözcüsü)’ adlı gazetesi başta olmak üzere bütün yayınlarının bir numaralı yetkilisi haline getirdi. 1930, 1932 ve 1933 seçimleri ile Hitler’in 1932 devlet başkanlığı seçiminin kampanyasını o yönetti. Bu seçimlerde bir propaganda ve organizasyon dehası sergiledi. Meşaleli yürüyüşler, bando takımları, kitlesel korolar gibi yeni teknikler özellikle, heyecan ve gurura aç Alman gençlerinin ilgisini partiye çekmekte önemli rol oynadı. Sürekli yeni sloganlar üretiliyor, sinema ve radyo etkin şekilde kullanılıyordu.
Nazilerin her seçimde oy oranını artırmasında Goebbels’in payı olduğu kabul ediliyor ve takdir ediliyordu. Ve nihayet, 30 Ocak 1933’te Hitler, Almanya Başbakanı olunca, Goebbels de, kabinede ‘Kamuoyunu Bilgilendirme ve Propaganda Bakanı’ olarak yer aldı. Artık tek bir görevi vardı; Bakanlığın bütün imkânlarıyla, başta sinema, radyo ve görsel sanatlar olmak üzere Alman kültürel ve entelektüel hayatının bütün unsurlarının Nazi kontrolüne girmesini sağlamak. Aynı yılın 3 Mayıs’ında günlüğüne, ”Almanya’nın efendileri artık biziz.” diye yazacaktı.
Yeni Almanya’yı sembolize eden oldukça etkili bir eylemi organize etti. 10 Mayıs 1933’te, organize ettiği Nazi gençlerine, Alman halkının okumaması gerektiğine karar verdikleri 20 binden fazla kitabı, kütüphanelerden toplatarak Berlin’de Bebelplatz meydanında görkemli bir törenle yaktırdı. Goebbels kitap yakma töreninde, ‘solcular, liberaller, Alman olmayanlar ve Yahudiler tarafından yazılan bütün kitapları lanetlediğini söyledi ve ‘Almanların ruhunu temizliyoruz’ diye konuştu. Batı kamuoyunun Nazi partisinin tehdidini gerçek manasıyla hissetmeye başladığı tarih bu oldu. Ama işaretleri aslında birkaç yıldır geliyordu. Örneğin 5 Aralık 1930’da Goebbels Nazi gençleriyle beraber, ‘Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’ filminin Berlin’deki açılış galasını basarak filmin gösterimini engellemişti. Kendilerine itiraz eden seyircileri de dövmüşlerdi. Gerekçe ise Nazilerin bu filmi ‘Almanlara uygun’ bulmamasıydı. Nazi iktidarında ise tamamen yasaklanacak filmler arasında yer aldı.
Propaganda Bakanlığı’nın her geçen gün artan ağır baskıları karşısında birçok sosyalist, liberal veya Yahudi kökenli, sanatçı, müzisyen, yazar ülkeden göç etmeye başladı. Yahudi olmayan ve dünyaca ünlü bazı sanatçılar, aydınlar 1930’ların ortalarına kadar pozisyonlarını koruyabildiler ancak sonrasında onlar da yerlerinden oldu. Nazi iktidarının ilk günlerinde Nazi olmayan aydın ve sanatçılara yönelik baskılar ‘kişisel’ sebeplerle yapılıyor görülse de Propaganda Bakanlığı’nın konuya hiç de kişisel bakmadığı kısa sürede ortaya çıktı. Artık Almanya’da yayımlanan bütün ulusal ve yerel gazeteler, yayınevleri, tiyatrolar, yazılan romanlar, sahnelenen tiyatro oyunları, konserler, Propaganda Bakanlığı’nın tam denetimine bağlandı. Kısa sürede bütün bu kültürel ve entelektüel faaliyet dünyasına ‘otosansürü’ yerleştirmeyi başaran bakanlık asıl işine odaklandı: Ülkenin en çok satan iki gazetesi ile hızla büyüyen radyosunun kontrolüne.
1933 tarihli ‘Sekizinci Büyük Güç Olarak Radyo’ başlıklı konuşmasında Goebbels, ‘‘Radyo olmasaydı biz iktidara gelemez ve iktidarı etkin şekilde kullanamazdık’’ diyecekti. Hitler’in Silahlanma Bakanı Albert Speer da, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yargılandığı Nuremberg Mahkemesi’nde, ‘‘Radyo sayesinde 80 milyon kişinin özgürce düşünebilme imkânı elinden alındı.’’ diye konuşacaktı.
Nazi partisinin iktidarı güçlendikçe, partinin ilgili birimlerine bağlı olmayan hiçbir yazar kitap yazamaz, hiçbir ressam sergi açamaz, hiçbir şarkıcı radyoya çıkamaz oldu. O birimlere bağlı olmak da kolay değildi. Bağlılığını sergileme ve ‘iyi davranışlar’da bulunmak şartı vardı. Bu da Goebbels’e ülkedeki aydınlardan rüşvet toplama imkânı verdi. Ayrıca, bakanlığına çok büyük bir bütçe tahsis edildi. Böylece, Nazilerden yana saf tutan aydın ve sanatçılara oldukça cazip maaşlar bağlanarak sadakatleri satın alındı. Nazilere sadık olmayı kabul eden sinema filmlerine, tiyatro oyunlarına, orkestralara önemli kaynak aktarımı yapıldı. Büyük Buhran’dan dolayı oldukça zor bir dönem geçiren birçoğu için bu ‘cömert’ teklifleri reddetmek oldukça zordu.
Nazilerin en okumuş ve kültürlü yöneticilerinden biri olan Goebbels, bu sürecin, bütün Alman kültürünü sığ bir propaganda faaliyetine indirgediğinin farkındaydı ve hedefi de buydu. Ona göre, sanatın ve propagandanın amacı tek ve ortaktı: Alman halkını harekete geçirmek. Bununla beraber Goebbels, opera ve senfoniler gibi bazı üst kültür faaliyetlerinin devamına izin vermenin de, hem Nazilerin uluslararası prestiji hem de orta ve üst kentli sınıfın partiye desteğini sağlamak için önemli olduğunu düşünüyordu. Partisini de buna ikna etti. Hitler’in Wagner ve Alman klasik sanatına düşkünlüğü de bu konuda Goebbels’e destek vermesine yetti. Hitler’in isteklerine her zaman itirazsız uydu. Modernist kültürü sevmesine rağmen Hitler sevmediği için modernist yaklaşımları düşünmeden engelledi ve geleneksel olanları öne çıkarmaya başladı. Müzisyen Paul Hindermith’in müziklerini yasaklamasının tek bir sebebi vardı. Hitler bu adamın müziklerinden hoşlanmıyordu. Yabancı filmler tamamen yasaklanmadıysa, Hitler zaman zaman yabancı filmleri izlemeyi sevdiği içindi.
Bunun yanı sıra sanatın ve kültürün tamamen Nazifikasyonunu da bir hata olarak görüyor ve halka bazı kültürel tüketim alanları açılmasını taktik olarak görüyordu. Film şirketlerinin, hafif romantik veya komedi filmler yapmalarına bunun için izin verdi. Halk bunları izlemek için sinema salonlarını dolduruyor ancak filmlerle beraber Nazi propagandası da yapılıyordu. Böylece propagandanın ulaşmadığı kimse kalmaması için uğraşılıyordu. Herkesin alabilmesi için ucuz radyolar üretildi. En küçük yerleşim birimlerine kadar giden gezici sinemalar kuruldu. Kültürün kitleselleşmesi ve herkese ulaşması, kültürel imkânlardan mahrum sıradan halkla rejimi de bütünleştiriyordu.
Bu yazı Aksiyon'da yayımlanmıştır