IMF Türkiye Temsilcisi Mark Lewis'in, hükümetin IMF ile anlaşmayarak isabet kaydettiğini içeren açıklaması...
IMF Türkiye Temsilcisi Mark Lewis'in, hükümetin IMF ile anlaşmayarak isabet kaydettiğini içeren açıklaması, AKP'nin 3 Kasım 2002'de yakaladığı iktidar fırsatını nasıl değerlendiğine ilişkin olarak bir süredir aklımda olan düşünceleri tetikledi. İkisi milletvekili genel, ikisi de genel yerel seçim olmak üzere 2002-2009 arasındaki yedi yılda yapılan dört seçimden birinci parti olarak çıkan AKP'nin 12 Haziran seçimlerinin de favori partisi olması, seçmenin önemli bir bölümünün, muhalefetin öne sürdüğü AKP'den daha farklı bir AKP algıladığını gösteriyor. AKP'nin halka çok şey ifade eden bazı adımlarına karşı, özellikle CHP ve sol gelenekle şekillenmiş örgütlerden gelen “klişe” ve “seçkinci” itirazlar, kamuoyundaki algıya AKP lehine kuvvet kazandırıyor. Ayrı bir yazı konusu olmakla birlikte, “tam gün yasası”nı örnek verebiliriz. Bir avuç fedakâr hekimi tenzih ederek ve özellikle İstanbul'u kastederek altını çizelim: Üniversite hastanelerini özel muayenehaneleri ve çalıştıkları özel hastanelere hasta taşımak için kullanan hekimlerin “kitlesel” varlığı ve halkın bu konudaki sıkıntıları-ihtiyaçları ortadayken, “tam gün yasası”na itiraz, sosyal demokrat CHP'den ve sol gelenekten gelen Türk Tabipleri Birliği'nden yükselebiliyor. Neden seçmenin önemli bir bölümünün ana muhalefetin öne sürdüğü AKP'den daha farklı bir AKP algıladığını gösteren benzer örnekler artırılabilir... 1991 koalisyonunun kadrolarını hatırlıyor musunuz? IMF Türkiye Temsilcisi'nin tetiklediği düşüncelere gelince... 12 Eylül 1980 darbesinden sonraki ilk genel seçimler, demokratik bir ortamda yapılmadı. Darbeci beş generalden gelen vetolar seçimleri sakatladı. 1983 seçimlerinin galibi, askerin beklentisinin aksine Turgut Özal liderliğindeki ANAP oldu. Özal liderliğindeki ANAP 1987 seçimlerini de kazandı. Ancak Özal 1989'da Çankaya'ya çıktı ve kendisine en sadık kalacak isim olarak belirlediği Yıldırım Akbulut'u Başbakanlığa taşıdı. Daha sonra eşi Semra Özal'ı ANAP İstanbul İl Başkanı yapma girişimleri ve parti içi kavgalar nedeniyle ANAP iktidardaki ikinci dönemini heba etti. 20 Ekim 1991 genel seçimleri, 12 Eylül'de mağdur edilen iki köklü siyaset geleneğinin, darbenin kapattığı Adalet Partisi ile CHP'nin devamı olan DYP ve SHP'nin koalisyonuyla sonuçlandı. Demokratikleşme yolunda büyük umutlar yaratan Süleyman Demirel liderliğindeki DYP-SHP koalisyonu bu beklentileri karşılayamadığı gibi tartışmalı bir Bakanlar Kurulu ile göreve başladı. Demirel'in en yakınındaki isimlerden olan ve DYP'yi kendisine teslim etmek üzere “emenatçi genel başkan” olarak devralan Hüsamettin Cindoruk'a göre “bir kumarbazlar kabinesi” kurulmuştu! Demirel, ekonominin başına Tansu Çiller'i getirmişti. İstanbul Bankası kocası Özer Uçuran Çiller'in Genel Müdürlüğü döneminde boşaltılarak batırılan, ABD'de sakladığı bir servet ortaya çıkan, sahibi olduğu holdingin sicili ve Türkiye'deki varlığı tartışmalı olan Tansu Çiller'i... Demirel'in kamu bankalarından sorumlu bakanı Cavit Çağlar'dı. Masanın bir tarafında “kamu bankalarının özel sektörden alacaklarını tahsil edecek bakan” olarak oturan Cavit Çağlar, masanın karşı tarafında da “kamu bankalarına borçlu holding sahibi” olarak yer alıyordu! Daha sonra AKP'li olan Köksal Toptan Demirel'in Milli Eğitim Bakanı'ydı ve İLKSAN (İlkokul Öğretmenleri Sağlık ve Sosyal Yardım Sandığı) skandalı patladı. Demirel'e en yakın medya patronlarından Kemal Ilıcak, bağlantısını yaptığı bir araziyi değerinin birkaç katına İLKSAN'a satmakla suçlanıyordu. İLKSAN'a bu parayı Hazine'den aktaracak isim olan Demirel, ünlü vecizelerinden olan “Verdimse ben verdim”i bu skandal üzerine söylemiştir. Çiller'in ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı olarak Hazine Müsteşarlığı'na getirdiği isim “hanutçu” suçlamalarına hedef olan bir şahsiyetti. Çiller, “Beynimin yarısı” Hazine Müsteşarı'yla sözüm ona indirmeye çalıştığı faizleri 1994'te yüzde 200'lere çıkarma marifetini gösterdi! Takip eden malum devalüasyon skandalını, dönemin Merkez Bankası Başkanı Gazi Erçel'in bile, kişisel birikimini devalüasyondan hemen önce dövize çevirdiğini biliyorsunuz. AKP 'dinî muhafazakârlık'tan ibaret bir parti mi? Yanlış bir tercihle Dışişleri Bakanlığı'na kaydırıldığı kısa dönemi saymazsanız, AKP iktidarı döneminde ekonomiyi yöneten Ali Babacan'ı, hangi akademik çalışmayla profesör olduğunu bile yıllardır öğrenemediğimiz, kişisel serveti de tartışmalı bir Tansu Çiller ile karşılaştırabilir misiniz? Aynı anda kamu bankalarının borçlusu ve alacaklısı durumuna getirilen bir Cavit Çağlar'la aynı kefeye koyabilir misiniz? Yaklaşık sekiz yıldır Hazine'yi yöneten İbrahim Çanakçı'dan, yaklaşık sekiz yıldır Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu'nun başında olan Tevfik Bilgin'den, yaklaşık beş yıldır Merkez Bankası'nı idare eden Durmuş Yılmaz'dan teknisyen kimlikleri dışında, misal bir “hanutçuluk” duydunuz mu? AKP döneminde görev yapan bu isimlerin hiçbirini tanımıyorum, hiç aynı ortamda bulunmadım. Ancak muhabir olarak izlediğim 1990'lardaki isimlerle bugün aynı makamlardaki bazı isimleri karşılaştırdığımda aradaki farkları görebiliyorum. Evet, AKP döneminde de, her dönemde olduğu gibi, liyakatı aşan bir kadrolaşmaya tanık oluyoruz. Ancak bu gözlem, Tayyip Erdoğan'ın, önemli makamlara getirdiği isimleri seçmekte geçmişteki muadillerinden daha isabetli davrandığını görmemizi engellememeli. Ana muhalefet partisi ve diğer muhalefetin demokrasi talebindeki yalpalamaları bir kenara bırakın... Erdoğan'ın 3 Kasım 2002'de iktidara geldikten sonra ele geçirdiği fırsatı iyi kullanmasının, peş peşe girdiği dört seçimin ardından beşinci seçimde de AKP'nin favori parti olmasında oynadığı rolü inkâr edebilir misiniz? AKP'yi “dini muhafazakârlık”tan ibaret saymanın, sandık sonuçlarını sadece kömür ve makarna paketleriyle açıklamaya çalışmanın AKP'den başkasına yararı yok. Türkiye'nin geçmişini ve bugününü doğru okuyamayanlar, bakalım hep aynı şeyleri yaparak farklı sonuçlar hayal etmeyi daha ne kadar sürdürecekler?