Bir daha yalan söylemeye ihtiyaç duymamak... Çetin Altan, hayatta başarıyı buradan tanımlar. Dürüst görünmek için değil, ihtiyaç duymadığı için, tenezzül etmediği için yalan söylememek.
Etyen Mahçupyan’ın, bu köşede Ali Bayramoğlu için yazılan ve önemli bir bölümü Bayramoğlu’na ait metinlerin karşılaştırmalarına dayanan yazıya verdiği cevabı okurken ilk aklıma gelen mesele buydu...
Hayatta başarı nedir? Birikmiş kâğıt parçalarını saymakta anlam bulan hesap makinesi gibi akılsız bir akıl değilseniz cevap kıymetli.
Mahçupyan, bu kez “biraz daha ağır sıklet bir Bayramoğlu gibi” bize doğrularını buyururken “yalan”ı da yardıma çağırdığı bir yazıyla çıktı karşımıza. Bulduğu her çukura düştüğü bir yazıyla.
Uzunca bir süredir ne dediğini değil de, neyi örtmek, hangi eğriyi doğrultmak, neye kılıf uydurmak istediğini anlamak üzere de izlediğim Mahçupyan’ın yazısına geleceğim. Ama önce Bayramoğlu meselesi...
20 Temmuz Pazartesi günü “Hansel ve Gretel ve Ali Bayramoğlu” başlığıyla bu köşede yayımlanan yazımda, Bayramoğlu’ndan alıntılar eşliğinde sorular sormuştum.
O yazıyı buradan okuyabilirsiniz, ancak kısaca hatırlayalım. Bayramoğlu, Marketing Türkiye dergisine verdiği söyleşide, İslamcı-muhafazakâr dünyada “kendisini koruyan şeyin 28 Şubat mazisi olduğunu” öne sürüyordu. Yani AKP’ye / iktidara yakın medyada onlarca köşe kapatılırken, “muhalif Bayramoğlu” 28 Şubat’ta İslamcıları hedef alan dalgaya karşı duruşu unutulmadığı için korunduğunu iddia ediyordu.
Ben de sordum; misal 28 Şubat sürecinde kararlı bir muhalefet sergileyen Kürşat Bumin, Roboski katliamının örtbas edilmesini eleştiren Ali Akel Yeni Şafak’ta kapının önüne konurken Bayramoğlu neden korunmuştu? Yıllarca Yeni Şafak’ta yazan, çalışan bu isimlerin Yeni Şafak’ta korunmaya mazileri mi yetmemişti?
Bayramoğlu ve Mahçupyan’ın emsalsiz örneklerini verdikleri mıy mıy mıy’ca lisanına kaçmadan kendi cevabımı da paylaştım:
“Cevap; gazeteciliğin-yazarlığın yazmaktan çok ‘yazmamak’la, sormaktan çok ‘sormamak’la, görmekten çok ‘görmemek’le de icra edilen bir ‘sus payı’ mesleği haline getirilmesinde olabilir mi? Misal, Bayramoğlu Erdoğan'ın uçağında huzura kabul edilenler arasına girdiğinde ‘Nedir bu paraları sıfırlama meselesi’, ‘Bir Başbakan Adalet Bakanı'na yargıda şu davayı takip et diyebilir, yandaş sermaye yararına ihale iptal ettirebilir mi’, ‘Bir Başbakan'ın televizyon kanalı arayıp 'muhalefet liderinin sözlerini vermeyin' diye talimat yağdırması, yazar attırması, gazetecileri ve yargıçları, haberleri, yazıları, kararları nedeniyle 'vatan haini' ilan etmesi kabul edilebilir mi’ diye sorabildi mi? Soramaz, sorarsa o uçaklara binemez, sorduğunda 28 Şubat geçmişi onu yazdığı Yeni Şafak'ta, ekranlarına çıktığı kanallarda korumaya yetmez...”
O yazıdaki ikinci sorum; vaktiyle medya patronlarının devletle iş tutmasını, ihale kovalamasını -haklı olarak- eleştiren Bayramoğlu’nun, Yeni Şafak’ın sahibi Albayrak ailesinin devletten aldığı işleri nasıl ballandırarak anlatabildiğiydi. 10 Eylül 2008 tarihli yazısından yaptığım uzun alıntıda şu bölüm de vardı:
“... Petrol ticaretinden sigortacılığa kadar devasa bir sanayi gücü olarak hareket eden Doğan Grubu'nun gazetecilik faaliyeti kadar, gazeteciliği başka faaliyetlerin lojistik desteği olarak kullanmayı yol bilen bir geleneğin 'amiral gemisi' olduğunu görmezden gelmek mümkün olabilir mi?..”
Amenna. Ancak bu alıntıdan sonra Bayramoğlu’ndan başka bir alıntı daha yaptım. Yeni Şafak’taki patronlarının medya dışında -üstelik devlete de uzanan- ticareti söz konusu olduğunda Bayramoğlu’nun tavrına dair bir alıntıydı bu. Bayramoğlu, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’la birlikte gittiği Somali’den yazdığı 28 Ocak 2015 tarihli yazıda şu ifadeleri kullanıyordu:
"... Seyahatte pek çok işadamı da bulunuyordu. Yeni Şafak Gazetesi’nin sahiplerinden Nuri Albayrak da onlardan birisiydi. Albayraklar Somali’ye uzatılan elle en çok özdeşleşen grup. Nuri Bey, yolda iftiharla Somali’de yapmakta oldukları Türkiye Büyükelçiliği'ni anlatıyordu. 10 bin metrekare kapalı alana sahip 65 bin metrekare arazi üzerine yapılan bu inşaat Türk Büyükelçiliklerinin en büyüğü olacakmış. İngiltere’nin konteynerde büyükelçilik hizmeti verdiği hatırlanacak olursa...
Mogadişu’da Erdoğan 200 yataklı bir hastaneyi açtı. Albayrakların yaptığı bu hastane binası, 10’a yakın Türk doktoruyla Türkiye’nin Sağlık Bakanlığı'na bağlı olarak hizmet veriyor. 5 yıl sonra hastane tümüyle Somali’ye devredilecek. Somali limanı yine Albayraklar tarafından işletiliyor. Somali’nin bütçesine önemli bir katkıda bulunan gelir ürüyor buradan. 8000 kişiye istihdam sağlıyor. Ve bunun gibi diğer örnekler... Sadece devlet yardımı değil, girişimcilerin Afrika politikası etrafında seferber olması... Somali insana kendisini ne kadar ağır hissettiriyorsa, bunlar da insanı o denli hafifletiyor, yüzünü ağartıyor..."
Demek ki Bayramoğlu’nun -da- vaktiyle medya etiği adına tepki gösterdiği medya patronlarının medya dışındaki işleri Erdoğan’a en yakın gruplardan olan ve Bayramoğlu’na da maaş ödeyen Albayraklar tarafından yapılıyorsa “yüz ağartıyor”du.
Nihayet o yazıda, Türkiye’nin özelleştirme tarihine geçen bir satışı da hatırlatıyordum. SEKA Balıkesir fabrikasının 1800 dönümlük arazisi, üzerindeki teçhizat, 181 lojman, sosyal tesisler ve özel barajıyla birlikte toplam 1 milyon 100 bin dolara, yani üç-beş daire fiyatına Albayraklar’a satıldı.
İdari yargının, itiraz ve temyiz aşamaları dâhil olmak üzere bu satışı iptal kararında defalarca ısrar etmesine rağmen devir gerçekleşti. Zira o sırada çıkarılan torba yasaya eklenen “fiziki imkânsızlık” maddesi dayanak yapıldı, kamu yararı ile yargı kararının başına çuval geçirilerek Albayraklar 9 yıla yayılan üç taksitte ödedikleri toplam 1 milyon 100 bin dolara SEKA Balıkesir fabrikasının sahibi oldu. O yazıda, yıllarca, yıllarca tartışılan bu “satış” hikâyesini hatırlatıp ekledim:
“İşte o torbanın altından da yazıyor Bayramoğlu. Türkiye'de patronunun Cihaner dosyasındaki konuşmalarına, SEKA Balıkesir'in Albayraklar'a nasıl satıldığına kapadığı gözlerini Somali'de açıyor. Erdoğan'la gittiği Somali'de gözünü açınca ne görsün; dünyadaki en büyük Türk büyükelçiliği binasını, Sağlık Bakanlığı'nın Somali'deki hastanesini Albayraklar yapıyor, 8 bin kişilik Somali Limanı'nı Albayraklar işletiyor.
Bayramoğlu, Albayraklar'ın işlerinden Somali'ye ‘gelir ürediğinin’ altını çizerken, Albayraklar'ın devletten bu işleri nasıl aldığını, ne kazandığını sorgulamıyor ve haliyle yüzü ağarıyor.”
Uzun bir hatırlatma oldu, bu yazı da uzun olacak, ancak Mahçupyan’ın anlayacağı şekilde tane tane anlatmam gerekti. Zira Mahçupyan, nedense 10 gün sonra, 30 Temmuz Perşembe günü, Zaman ve Taraf’ın ardından son dönemdeki son durağı olan ve Erdoğan’a “sevdalı olduğunu” açıklayan, AKP Hakem Kurulu üyesi iş adamı Ethem Sancak’a ait Akşam gazetesinde yayımlanan yazısında Bayramoğlu yazımı ele aldı. Ve T24’te de yayımladığımız “Sizin masallarınız, bizim hikâyemiz” başlıklı o yazıda, yukarıda özetlediğim meselelere tek kelime bile değinmeden, ima dahi etmeden Bayramoğlu hakkında “bir karalama” yazdığımı öne sürebildi. Hansel ve Gretel ve Ali Bayramoğlu başlıklı yazının “nefretin kuluçka döneminin epeyce uzun sürebildiğini gösteren bir makale” olduğunu dile getirdi.
Nefreti gösteren, karalayan makale? Sözlük, “makale”nin karşılığını “bilim, fen konularıyla siyasal, ekonomik ve toplumsal konuları açıklayıcı veya yorumlayıcı niteliği olan gazete veya dergi yazısı” olarak veriyor, ama mıy mıy mıy’ca da öyle değil demek ki.
Her neyse. Bulduğu her çukura düştüğü bir -makale değil- yazı, demiştim. Hansel ve Gretel ve Ali Bayramoğlu yazısında alıntılanarak karşılaştırılan hiçbir meseleye değinmeyen Mahçupyan, esasına girmediği metine usul faslında şu itirazı yapıyor:
“Söz konusu makale ‘daraltılmış’ gerçekliğin nasıl ahlaksızlığa zemin oluşturabileceğinin bariz bir örneği…”
Bu “ahlaksızlık” tarzını çok seviyor Mahçupyan, sürekli “ahlaksızlık” faslında eleştiriler dile getiriyor. Yukarıdaki özetinin uzunluğu bile sabırları zorlayan bir yazı nasıl “daraltılmış bir gerçeklik” ve onun üzerinden “ahlaksızlık” oluyor?
Yazarken, evet, gerçeği daraltırsınız da. Mıy mıy mıy’ca bu işte. “Gerçeğin çarpıtıldığını” iddia edemeyen bu “arkadaş bataklığı” yazıya göre hiçbir yazıda gerçek daraltılamaz. “Büyük patlama”dan başlayıp, Newton’a falan uğradıktan sonra mı gelmek gerekiyor Bayramoğlu’nun yazılarına? Üstelik Mahçupyan’ın kendisi, Bayramoğlu yazısına tepki gösterirken mesela, bırakın gerçeği daraltmayı, çarpıtırken bile icra edebiliyor bu “ahlaksızlık” lisanını.
Oysa ne o yazı “Bayramoğlu kötülükten ibarettir"di, ne bu yazı “Mahçupyan kötülükten ibaret” demek istiyor. Gerçeği, gazetecilik bağlamında tartışmak üzere daraltıyoruz. Yoksa "parametre, düzlem, paradigma, merkez, çevre" vs. ile doldurduğunuz sözüm ona yüksek seviyeli karalamalarınızla akademisyen mi, gazeteci mi, iş adamı mı olduğunuzu anlamakta zorlandığımız hikâyenizin bütününüyle meşgul değiliz. Şu anda.
Devam edelim. Peş peşe çukura düşülen şu satırlar, Mahçupyan’ın o yazısından:
“Doğan Akın geçen hafta başı T24 sitesinde bir karalama yazmış. Nefretin kuluçka döneminin epeyce uzun sürebildiğini gösteren ‘Hansel ve Gretel ve Ali Bayramoğlu’ başlıklı makalenin özü şu: Albayraklar’ın gazetesinde çalışan Bayramoğlu, patronunun olumlu işlerini anlatırken onun bu parayı nasıl hükümet sayesinde kazanmış olduğunu sorgulamıyor. Herhalde Doğan Akın kendi sitesini finanse edenlerin o parayı nasıl kazanmış olduğunu biliyordur… Ayrıca herhalde kendi çevresinin bugüne dek çeşitli patronlardan aldığı salt transfer parasının ne kadar olduğunun da farkındadır. Bu bir yozlaşma dünyası ve medyadaki herkesi dolaylı da olsa kirletiyor. Belki bu nedenle Akın yazısını doğrudan Ali’ye hakaretle bitirmiş. Nefretini yansıtmak açısından yazılanın ‘yeterli’ olmadığını hissetmiş…”
T24’ü finanse edenler? 6 yıldır kıt kanaat imkânlarla yayımlanan T24’e bugüne kadar 1 kuruş finansman desteği sağlayan da, kabul eden de olmadı. Bu defalarca yazıldı çizildi, kötü niyet yok-okuma zorluğu varsa, şurada da anlatıldı: T24’ün hikâyesi: Aklımızı kaçıralım!
Napolyon için rivayet edilen, “Siz sadece toprak, altın, ganimet için savaşırsınız, oysa biz şerefimiz için” diyen İspanya Kralı’na “Doğru, herkes neye ihtiyacı varsa onun için savaşır” cevabını hatırlatan bir takıntıyla sürekli “ahlaksızlık”tan söz eden Mahçupyan’a bir soru: - Eğer T24’ü herhangi bir şekilde finanse eden bir kişi, grup ya da şirket olduğunu ispat edemiyorsa... Buralardan sadece artık alışık olduğumuz bir leş kokusu olarak hissedilen bu yalan için özür dileme ahlakını gösterebilir mi? En azından kendisi için bunu yapabilir mi?
Mahçupyan’ın yazısında düştüğü diğer çukurlara gelince...
“Bu bir yozlaşma dünyası ve medyadaki herkesi dolaylı da olsa kirletiyor”muş. Yani hep birlikte susalım, bu arada sizin yaptığınız gibi o kirlenmiş yapıdan mümkün mertebe tırtıklayalım öyle mi?
Biliyorum, pek çoksunuz, ama “bu yozlaşma dünyası” herkesi kirletmiyor, kirletemiyor. Ama siz öyle istiyorsunuz. Herkesin bu kirden çöplenerek susmak zorunda kaldığı, yine Mahçupyan’ın sevdiği bir ifadeyle bu “abuk sabuk” yazıları sorgulayamayacağı bir düzen arıyorsunuz. Sebeplenerek parçası da olduğunuz kirli yapıyı sözüm ona eleştirerek, bir yandan oralarda çöplenirken diğer yandan “en iyiyi, en doğruyu” temsil makamında oturmak istiyorsunuz.
Gazetecilik “Vay şerefsiz” başlıkları atan bir icraattan, para iştahıyla kirlenen bir yapıdan ibaret olsun ve -üstelik gazeteci de olmayan bir yan sanayi olarak- siz bize doğruları buyurun, herkese ayar verin. Onlarca, yüzlerce gazeteci, yazar, sırf hoşa gitmeyen fikirleri, haberleri nedeniyle gazetelerinden, televizyonlarından atılsın, ama sizin köşelerinizin üzerinde güneş batmasın. Konjonktür gerektirdiğinde eleştirdiğiniz “amiral gemileri”ne asker yazılmak için önünüzü ilikleyerek kuyruğa da girin, köşe de yazın, Mahçupyan gibi Başbakan’ın hem kadrolu, hem fahri başdanışmanı da olun, hepsinin üstüne “Beni 28 Şubat mazim koruyor” deyin... Sonra da bunları sorgulayanlar hakkında “seni finanse edenler” yalanıyla soru işareti yaratmaya çalışın.
Kendi yazılarına bile tahammül edemeyecek kadar aşağılara tırmanmış, o maziyi hatırlatanlara “yalan”dan başka karşılık bulamayan homo-economicus demokratlar karşısındayız.
Utanç böyle de bir şeydir. Tek başına yaşayamazsınız. Topluluk gerekir, görülmeniz icap eder. Bu “suret-i hak düzeni”nin müesses düzenekleri, bu nedenle de yazılarının bile hatırlatılmasına tahammül edemiyor. Ancak göz yumuldukça güvende hisseden kullanışlı bir aydın karanlığı.
Şu satırlar da, Mahçupyan’dan, okuyalım:
“... Dolayısıyla AKP hızla kendi medyasını oluşturdu. Bu kaliteli bir gazeteciliği ifade etmedi, ama kamusal alanda belirli bir sesin ayakta kalmasını ve direnç üretmesini sağladı. Nitekim sonuçta ortaya muhabiri ve patronuyla gazetecilik değil, her iki kesimi de kuşatan bir ‘medya savaş alanı’ çıktı. Ne var ki AKP’yi destekleyen bir medya yaratılması para gerektiriyordu ve bu kesimin işadamları Cumhuriyet’ten palazlanma şansına sahip olmamışlardı. Bugün medya zarar yazan bir girişim ama her kesimden bunca patron hâlâ devam ediyor. Acaba neden? Doğan Akın bu soruyu da sorabilirdi ama anlaşılan ‘gazeteciliğin’ bir sınırı var...” O sorular bu köşede defalarca soruldu, cevapları da verildi, geçelim. Gazeteciliğin sınırını da; hayatında üç tane haber yazmamış akademisyen mi, gazeteci mi, iş adamı mı, Başbakan Başdanışmanı mı, ne olduğunu kestiremediğimiz bir “herşeyist”ten duymaya ihtiyaç yok.
“Ne var ki, AKP’yi destekleyen bir medya yaratılması para gerektiriyormuş ve bu kesimin iş adamları Cumhuriyet’ten palazlanma şansına sahip olmamışlar”mış. Bu yazının konusu değil, ancak medya-siyaset-ticaret bağlamalarının örneği çok. Balıkesir SEKA satışını anlattım. Ama örnek tek kalmasın. Misal bu ülkenin iki büyük medya grubundan biri olan Sabah-ATV grubu, iki kamu bankasının, Vakıflar Bankası ve Halkbank’ın sağladığı toplam 750 milyon dolarlık krediyle Erdoğan’a en yakın iş adamlarından Ahmet Çalık’a devlet tarafından satıldı. Erdoğan’ın damadı Berat Albayrak o sırada Çalık Holding’in Genel Müdürü, kardeşi Serhat Albayrak da Çalık Medya Grubu’nun başkanıydı. Çalık Holding Sabah-ATV grubunu sattı. Peki o krediler ne oldu, ne kadarı geri ödendi, gecikme var mı? Mahçupyan gazeteciliğinin sınırlarına neden bu sorular hiç girmedi, girmiyor, giremiyor. Girmediği gibi, bütün bu işleri hangi “ahlakla” rasyonalize edebiliyor?
Şu sözler de o yazıdan: “... Ancak asıl soru Akın ve çevresindeki cemaatin niçin böyle nefret dolu olduğudur. Belki de bu kadar ‘iyi’ gazeteci olmalarına rağmen toplumun onları anlamsız ve işlevsiz kılmasıdır rahatsız eden...”
“İyi gazeteci”yi tırnak içine almak mıy mıy mıy’cada muazzam bir üsluba karşılık geliyor galiba. Mahçupyan’a aldığı kararları ileten bir tane, tek adet, yekpare bir toplum var sanki. O yekpare şey Mahçupyan ile buluştuğunda kesin hükmünü iletiyor, “Biz bunları anlamsız kıldık” falan diyor olmalı. Anlamsız kılınmamıza rağmen yine de Mahçupyan oturup “yalan”a da başvurmak zorunda hissettiği bir yazı kaleme alabiliyor.
Öyle olup olmadığı bir yana; gerçekler, toplumun anlamlı bulup bulmamasına göre değişir mi? Ve “Ermenilere düşman, Yahudilerden nefret eden, Alevi damat/gelin, eşcinsel komşu istemeyen” hâlleri de olan bir toplumun yanlışlarını da, yanılgılarını da, nefretini de kutsamamız mı gerekir?
Mahçupyan’ın durumu bu, Ali Bayramoğlu yazısındaki alıntılara zinhar girmeyen, sorularla ilgilenmeyen üslubu bu, dili bu.
Sahi, Mahçupyan yazıları, Mahçupyan üslubu diye bir şey var. Misal, diyor ki Mahçupyan, “Yolsuzluk olmuştur.” Güzel. Ama hemen arkasından ekliyor; “Gerçi 90 yıldır oluyor.” Evet? Ve ana fikir geliyor: - Halk, darbe tehlikesiyle yolsuzluğu kıyaslıyor, darbenin daha kötü olduğunu görüyor ve yolsuzluğu seçiyor!
Devletteki cemaat örgütlenmesi -başka cemaatlerle de ikame edilmeyerek- elbette sorgulanmalı. Ama bu darbecilerin; yatak odalarına para sayma makineleri, dolar dolu ayakkabı kutuları istifleyen yardımcıları, koluna trilyonluk saatler takarak hükümeti devirmeye çalışan hükümet üyeleri gibi işbirlikçileri de olmalı!
Gazetecilik mutlaka muhalif olmayı da gerektirmiyor, daima muvafık olmayı da. Ancak Mahçupyan’ın yazılarında en ziyade muhafazaya mazhar parti daima AKP. Diyor ki, T24’te Hazal Özvarış’ın sorularını yanıtlarken; “Ben hükümete, kaba saba ideolojik itiraz edersem, duyulmam. Çünkü artık marjinal olmuş olurum.” Pekâlâ. Ama Mahçupyan’ın lisanında nasıl oluyor da muhalefet partileri “abuk sabuk” davranıyor, "oynak sahne sanatçıları" gibi tuhaf benzetmelerin muhatabı olabiliyor? Neden Mahçupyan’ın sevmediği “Hrant’ın arkadaşları” “Hrant’ın parazitleri”, solcular “kavruk” oluyor? AKP’nin duyması için "kaba saba" olmaktan kaçınan o lisan nasıl oluyor da “Ermeni aydınların çoğunun palyaço, onları alkışlayanların da şarlatan olduğunu” telaffuz edebiliyor?
Mahçupyan, kibirle hakaret ettiği bu insanların kendisini duymasını istemiyor mu? Elbette istiyor. Ama hep iktidarı haklı çıkarma, yanlış mutlaksa mazur görme (“Gerçi yolsuzluk 90 yıldır yapılıyor” "AKP otoriter, ama ister istemez otoriter!" vs.) planı doğrultusunda hareket eden bir homo-economicus karşısındayız.
Evet, Mahçupyan üslubu. Koyu harflerle vurgulamaların bana ait olduğu notu eşliğinde; Mahçupyan’ın 12 Temmuz Pazar günü Akşam’da yayımlanan yazısından şu satırları da okuyalım:
“... Ne var ki CHP ile bir koalisyon kaçınılmaz olarak ‘yeni’ olana aittir ve tarihsel parantezin barış içinde, yumuşak bir geçişle kapanmasını sağlayabilir. Bu partinin ima ettiği belirsizliğin aşılması ise hiç de zor olmaz. Çok net bir koalisyon protokolü yapılır, kamuoyuna sunulur ve herhangi bir taraf anlaşmayı bozduğu an koalisyonun biteceği söylenir. Bunu bozacak taraf AKP olmayacağına göre girilecek seçimde siyasi bedeli CHP ödeyecektir. Diğer taraftan CHP için kısa vadeli bir koalisyon anlamlı olmaz, çünkü AKP’nin iktidarda kalmasına destek işlevi olarak değerlendirilir. Dolayısıyla CHP uzun vadeli bir işbirliği isteyecek ve bunu ihlalden de kaçınacaktır. Ancak bu rasyonel analizin hayata tekabül edip etmeyeceğini bilemeyiz... (...) Yeni Türkiye ancak bir Yeni AKP ile mümkün… Bunun yapılabilmesi ise en azından bir süreliğine normalleşmeyi, sıradanlaşmayı, toplum karşısında tevazuyu gerektiriyor. AKP çok önemli bir devrimsel işlev gördü. Eski yapıyı yıprattı, geriletti ve ideolojik zeminini anlamsızlaştırdı. Ancak bunu ister istemez otoriterliğe kaymalar göstererek yaptı. (...) CHP ile koalisyon (...) İsterse sadece bir ay sürsün, AKP’nin buna hazır olduğunu, güç paylaşmaktan çekinmediğini, bu toprakların kalıcı ve kurucu unsurlarından biri olduğunu ortaya koyar. Bunun siyasi anlamı ise çok daha derin olacaktır: AKP yeniden tek başına iktidarda olacağı bir on yılın kapısını aralarken, partiyi de bunu taşıyabilecek yeniden yapılanma sürecinden geçirebilir. Ayrıca dış politikada ve Orta Doğu’nun geleceğinde tazelenmiş bir meşruiyet çerçevesi üzerinden bütün dünyaya konuşabilir ve sözü dinlenir hale gelir…”
Mahçupyan’ın en belagatli hâl tercümesi sayılır bu satırlar. “Protokolü bozacak taraf AKP olmayacağına göre bedeli CHP öder”miş. Ve fal bakan “bu analiz rasyonel”miş. Self takdir!
“Yeni Türkiye ancak yeni AKP ile mümkün”müş. AKP “en azından bir süreliğine normalleşmeli, mütevazı olmalı”ymış. AKP “otoriter”miş, ama “ister istemez otoriterliğe kaymış” falan.
İnsandan asla emin olmayın. Mahçupyan’ın hikâyesi, bunu da söylemiyor mu size?
Evet, Ali Bayramoğlu mevzusundan da dünyamıza yaklaşan süper ahlaklı isim Etyen Mahçupyan’ın durumu bu. Kirliliğin sürekliliğinde üstlenilen rollere göz yumulsun umuduyla “kirli ötekiler” hayal eden, “yalan”a da sığınarak başkaları için inşa etmeye çalıştığı felaketlerde teselli arayan bir süper ahlak parçacığı.
“Nefret dolu olmakla” da suçlamış bizi. O kadar kuvvetli duygularımız yok. Acımak belki. Ama o kadar çoklar ki, trajedi bile değil hâlleri, sadece bir istatistik, bir çentik.
Devam etmemde “mahsur” olmadığını da söylemiş Mahçupyan, aslında “mahzur” demek isterken. Yalanlarla, numaralarla devam etmekte mahzur görmeyenler oldukça elbette devam edeceğiz. Hep birlikte berbat ettiğiniz gazeteciliği arkadaş bataklıklarından, yedek parçalardan, yan sanayilerden, kullanışlı aydın ve gazetecilerden korumak için, ellerimizde kovalarla devam edeceğiz.
Nihayet demiş ki, “Hansel ve Gretel ve Ali Bayramoğlu” yazısını hakaretle noktalamışım.
Bayramoğlu yazısı “İlhan Selçuk haklı, her insan yaşamı boyunca kendi heykelini yontar” diye bitiyordu.
“Bu ülkede her şey olabilirsiniz, ama rezil olamazsınız” diyen Murathan Mungan ise haksız! “Sözde aydınlardan hesap sorulacağını” açıklayanların yanındaki gözde aydınlara bakın, göreceksiniz. İşte sizin hikâyeniz; öyle pis, öyle semiz... Velhasıl sadece mazisi korumaz insanı. Doğru olmak bir ömür sürer.