Mehmet Ali Birand'ın ardından yazılanlar da gösterdi ki, öldükten sonrası kalanlara dairdir. Kimi "kendi Birand'ını" yazdı, kimi Birand üzerinden görüşlerini, kimi onunla özdeşleştirdiği gazetecilik anlayışını. Ortak payda, Birand'ın, tek kanallı Türkiye'de dünyayı gazeteciliğe açmasıydı.
Doğru bir değerlendirme bu. Peki Birand'a dünyadan bakıldığında nasıl bir tablo ortaya çıkardı?
"Gidenin arkasından kötü konuşulmaz" inancının, nesnel bir değerlendirme çabasını neredeyse yok ettiği bu topraklarda önemli bir soru bu.
Oysa gerçekten özel bir "hikâye" karşısındayız. Birand'ı çocukken sakat bırakan talihsiz bir başlangıcın ardından her hâl ve koşulda "başarı"ya odaklanmış, çok emek harcanmış bir hikâye.
Birand'ın gazeteciliğini yer yer tartışılır yapan mesele de burada karşımıza çıkıyor. Özellikle gazeteciliğinin nispeten erken dönemlerinde ortaya koyduğu habercilik, izleyen dönemde “başarı” hedefiyle çatışabildi. Birand, bazen salt gazeteciliği "başarı" için yeterli görmeyebildi.
Misal, Türkiye - AB pazarlığı sırasında yaptığı o konuşmayı hatırlayın. Gazeteci olarak Strasbourg'da bulunan Birand, İstanbul'da patronuyla konuşurken, gazetecilikle açıklanamayacak bir misyona soyunmuştu:
“Mehmet burada işler kötüye doğru gidiyor. Bugün bizim gruptaki bazı gazetelerden çarpık sesler çıkmış, onları sustur. Ben buraya hakim olmaya çalışıyorum. Biz bu adamın (Başbakan Erdoğan) arkasında durmazsak bu adamı yerler. Sen o yüzden İstanbul’dakileri sağlam tut.”
Birand patronundan, kendisi gibi düşünmeyen meslektaşlarının çıkardığı "çarpık sesleri susturmasını” istiyordu.
“Başarı” peşindeki gayret; ekrana yansıdığından habersiz bu konuşmasında olduğu gibi Birand'ın serüveninde gayretkeşliğe de evrilebilmişti.
Çocukken geçirdiği kaza, Galatasaray Lisesi, Vehbi Koç'un desteğiyle gittiği Londra'daki ameliyatlar sırasında ikinci yabancı dili öğrenmesi, Abdi İpekçi'nin Milliyet'inde kendisine yer açması, dünyasını değiştiren Brüksel yılları, TRT'de başlattığı 32. Gün, “Emret Komutanım”la askerlerin dünyasını kamuoyuna açışı, Öcalan'la yapılan ilk röportaj... “Mehmet Ali Birand” deyip iki noktayı üst üste koyduğunuzda onun için peşpeşe yazılabilen bu satırlar ne kadar çok hayatı tek hikâyede topluyor...
Peki neden “bu mazi, bu sonucu hak ediyor muydu” sorusu da ilişiyor Birand'ın serüvenine?
Cevap, yine o “başarı” yemininde beliriyor.
2005'te üstlendiği anchormanlik mesaisini anlatırken (Hürriyet, Hakan Gence, 6 Eylül 2012), Kanal D haberleri için nasıl bir sınır çizdiğini hatırlıyor musunuz?
“Kimse gelip 'Şu lafları söyle, bunları söyleme' demiyor. Tabii ben de neyi söyleyip söylemeyeceğime dikkat ediyorum. Mesela bir Kürt sorununda Başbakan’ın kırmızı çizgilerini biliyorum...”
“Darbeleri Araştırma Komisyonu'nda “Asker bize 'şöyle yazın' demiyordu, biz zaten hazırdık” diyen de Birand'dı.
Reyting (ve reklam) rekabeti haber bültenlerine eğlenceli olmayı da dayatırken rodeocu azmiyle bir kanalın başında kalma “başarısının” bedeli gazetecilik olabiliyor. Zira Başbakan'ın o kırmızı çizgileri nedeniyle Uludere katliamı saatlerce TV bültenlerine giremiyor, Diyarbakır mitingleri “haber değeri” kazanamıyor.
Evet, Birand Türkiye'de gazeteciliği dünyaya açtı. Ama o rodeo, yeri geldi can attığı dünyaya kapattı da Birand'ı. 1980'lerin Türkiye'sinde Abdullah Öcalan ile Bekaa Vadisi'nde görüşebilen Birand, 2010'ların Türkiye'sinde Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad ile görüşmeye gidemedi. Malum; randevu alındı, ama Birand ve gazetecilik Başbakan'ın kırmızı çizgilerine takıldı.
Kanal D'de ana haber, 32. Gün, köşe yazarlığı, Bir TV'nin sahipliği ve eş zamanlı olarak uzun süre üstlendiği CNN Türk'ün Yayın Yönetmenliği yalın katlaştırdı da Birand'ı. Bu sıkışıklıkta “gazetecilik tutkusu” ve “başarı” yine yan yana değildi.
“Biliyorum zaaflarım var, hatalarım oldu” diyordu Birand. “Son Darbe: 28 Şubat” belgeseli ile kitabına tek başına imza atmasını da bu fasılda görmek gerekir. Zira kendisinin de mağdur edildiği dönemin belgeselinin önemli bir bölümünde, adını anmadığı meslektaşlarının emeği vardı.
Evet, Birand büyük bir kayıp. Ardından dökülen gözyaşları hürmeti hak ediyor. Ancak Birand'ın kırmızı çizgileri umursamadan yaptığı gazetecilik de, o çizgilere hürmet ettiği gazetecilikle karıştırılmamayı hak ediyor.
Bu nedenle o soru Birand'ın kendi serüveninden çıkıyor; bu mazi bu sonucu hak ediyor muydu?
Ne Birand'ın kırmızı çizgileri umursamadığı yılları, ne gazeteciliği, ne de bu ülkenin insanlarını hor görmeyeceksek; hayır. Eşi Cemre Birand “Mehmet Ali büyük bir şovmendi” sözleriyle, kırmızı çizgili yılları kast ediyor olmalı.
Yarattığı sempati, naifliği, doğurganlığı, yer yer başarıya sadakat duygusuna yenilen gazetecilik tutkusu, nişan alma hüneri, özeleştirileri, cesareti, korkuları, enerjisi, sahiciliği ve zaaflarıyla çok renkli bir koalisyondu Birand. Ölümün elinden çok şey kurtardı.
Yattığı yer Birand'ı incitmesin...
(Taraf / 24 Ocak 2013)