Bu topraklarda ilk Türk gazetesi, projelerini yayın yoluyla da duyurmak isteyen II. Mahmud'un iradesi üzerine 1831'de yayımlandı; Takvim-i Vekayi.
Evet, “Türk.” Zira Osmanlı mülkü üzerindeki ilk gazeteyi, Fransa Elçiliği 1795 yılında çıkardı; Bulletein des Nouvelles.
Tanzimat Fermanı'yla sağlanan hakların da yayın yoluyla duyurulması arzusu, 1840'ta Ceride-i Havadis'i getirdi.
Yarı resmi bu iki yayından sonra ilk “özel” gazete 1860 yılında kurulan Şinasi ve Agâh Efendi'nin Tercüman-ı Ahval'i oldu. 1862'de de Şinasi'nin yönetiminde Tasvir-i Efkâr yayına başladı.
Sayalım geriye doğru, Takvim-i Vakayi'nin üzerinden 181 yıl geçmiş. Ama 66. yılda duralım ve 24 Mayıs 1946'da yazılmış şu satırları okuyalım:
“Korkuyoruz! Adımızın vatan ve inkılap haini diye yaftalanmasından, üç ayaklı sehpada amudi sallandırıldıktan sonra toprağa ufkî yatırılmaktan, aç bırakılmaktan, süründürülmekten korkuyoruz.”
Tek parti iktidarı döneminde Büyük Doğu dergisinde yayımlanan Necip Fazıl Kısakürek'e ait bu satırlar, bize neyi haber veriyor?
Zamanın muktedirlerinin “bu nasıl diktatörlüktür ki, devlet ve hükümet bu satırlarla eleştirilebiliyor” diyerek tek parti rejiminde varlığını öne sürdükleri özgürlüğü mü!
Yoksa baskıyı mı?
Necip Fazıl'ın satırlarından çıkan bir soru daha var ki, günümüze uzanıyor; hükümeti eleştirebilen yayınlar ve yazarların varlığı tek başına basın ve ifade özgürlüğünün varlığını kanıtlamaya yeter mi?
Yetmez elbette, yetmedi, yetmiyor.
Bu ülkede, insanların hapsedildiği, hemen her aydının peşine bir ajan takıldığı tek parti rejiminde bile muhalif yayınlar oldu. Aziz Nesin ile Sabahattin Âli'nin binbir yokluk içinde çıkardıkları Marko Paşa, basın tarihimizin az sayıdaki yüzakı sayfalarından biridir. Tek parti rejimi kapatarak kurtulamaz müthiş bir muhalefet yapılan Marko Paşa'dan. Marko Paşa kapatılınca “Merhum Paşa” çıkar. Merhum Paşa da kapatılınca “Malum Paşa” yayındadır. Peşpeşe kapatmalarla sıra “Yedi-Sekiz Hasan Paşa”, “Hür Marko Paşa”, “Bizim Paşa” ve “Ali Baba ve Kırk Haramiler”e gelecek, ancak Aziz Nesin ve Sabahattin Âli susturulamayacaktır.
Marko Paşa'nın serüveni , madalyonun öbür yüzünü de koyuyor önümüze. Başka bir dönemle karşılaştıralamayacak totaliter bir rejimin bile sindiremediği basın, bugün nasıl oluyor da iktidar karşısında korkuyor?
Sorunun tek kelimelik cevabı; “para”dır. Bugün holdinglerin çatısı altındaki medyanın yayın politikasını, gazeteciliğin gerekleri değil, o holdinglerin para kaybetme korkusu şekillendiriyor. Tuhaf gelebilir, ama Türkiye, yokluğun gazeteciliği güçlendirdiği bir ülkenin de adıdır! Dün böyleydi, bugün de böyle.
Türkiye'de Cumhuriyet, bir milli güvenlik rejimi olarak kuruldu. Yeni kurulmuş devletin güvenlik ihtiyacı olağan, ancak bu ihtiyacı karşılamak üzere kurulan düzenin on yıllar sürecek bir vesayet öngörmesi olağandışıydı. Bu olağan dışı düzenin, basının ve kullandığı dilin üzerinde kalıcı etkileri oldu.
Türk basınını Kürt sorunu, Ermeni meselesi, azınlık hakları, sol ve İslamcı akımlar karşısında adeta resmî göreve atayan bir düzenden söz ediyoruz. CHP'nin iktidarı kaybetmesine kadar 27 yıl sürmüş bir tek parti rejiminden değil, darbelerle konsolide edilmiş otoriter zihniyetin döllediği bir düzenden.
Nerede olursa olsun “gazeteci” kalan meslektaşlarımızı tenzih ederek soralım; yaklaşık 10 yıldır iktidarın hoşlanmayabileceği tek satır haber bile yayımlayamayan gazetelerin sayfalarına, televizyonların ekranlarına bakınca gördüğümüz eski hastalıkları sadece medyada nüksetmiş sayabilir misiniz?
Bir tarafta, muhalif köşe yazarlarını “tasmalarından kurtardığını” söyleyerek, bu ülke için bile görülmemiş bir lisan kullanan Başbakan var. Diğer tarafta ise, birkaç küçük istisna dışında bu sözleri hiçbir haberin başlığına çıkamayan, aksine bu hakarete gözlerini kapayarak kongre analizleriyle Başbakan'ı ve partisini alkışlayan bir medya.
Başbakan'ın, geçmişte “askerin karşısında hazır ol'a geçmiş yazarlarını tasmalarından kurtardığını” söylediği medya dün tam da aynı yerdeydi.
“Hazır ol”da!..