Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün Sporda Şiddet ve Düzensizliğin Önlenmesine...
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün Sporda Şiddet ve Düzensizliğin Önlenmesine Dair Kanunda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun'u veto etmesiyle çıkan tartışma, 1982 Anayasası'nın Köşk ve hükümeti karşı karşıya getiren hükümleri nedeniyle çok doğal sayılabilirdi. Ancak gerek Gül'ün veto gerekçesinde açık bıraktığı kapı, gerekse AKP iktidarı döneminde görmeye alışık olmadığımız Köşk-hükümet çatışmasının kamuoyu önünde cereyan etmesi, son veto olayının yarattığı özel durumu irdelemeyi gerektiriyor. Aslında Türkiye, 1982 Anayasası'nın, Köşk ve hükümet arasında varsaydığı uyuma, yaklaşık 25 yıl sonra ilk kez Gül'ün Cumhurbaşkanı seçilmesiyle tanık olabildi. Zira, 12 Eylül öncesinde “Cumhurbaşkanı'nı bile seçemeyen parlamento” düzenine tepki gösteren darbeci generallerin yasamaya karşı yürütme organını güçlendirme eğilimleri 1982 Anayasası'na alabildiğine yansıdı. Sonuç; Cumhurbaşkanı'nın parlamanter sistemi zorlayan yetkilerle donatılması oldu. Parlamanter sistemin, sembolik olanlar dışında “yetkisi” bulunmayan ve bu nedenle “sorumsuz” olan devlet başkanı modeli, Türkiye'de “hem yetkili, hem de sorumsuz kılınan Cumhurbaşkanı” ile ters-yüz edildi. Sorumsuz Cumhurbaşkanı'nı kışkırtan yetkiler 1982 Anayasası'nda bu yapılırken, Cumhurbaşkanı ile parlamento çoğunluğuna egemen olan hükümet arasında çıkabilecek çatışmalar görülmek istenmedi ve yürütmenin iki başı arasında hep “uyum” olacağı varsayıldı. Anayasa yürürlüğe girdikten sonra göreve gelen her cumhurbaşkanı döneminde hükümetle çıkan krizler, bu varsayımın ne kadar yanlış olduğunu gösterdi. Peş peşe Köşk'e çıkan Kenan Evren ANAP hükümetleriyle, Turgut Özal ANAP hükümeti ve DYP-SHP koalisyonuyla, Süleyman Demirel DYP-SHP, REFAHYOL koalisyonlarıyla, Ahmet Necdet Sezer de kendisini Köşk'e çıkaran Bülent Ecevit'in içinde bulunduğu koalisyonlar ve AKP hükümetleriyle büyük ihtilaflar yaşadı. 1982 Anayasası'nın Köşk-hükümet uyumu varsayımı o kadar yanlıştı ki, Özal ve Demirel Köşk'e çıkmadan önce lideri oldukları partilerle bile çatışmaya girdiler. Demirel'in deyimiyle otomobil kullanan başbakanlar direksiyondan ayrılıp Köşk'e çıktıklarında bile ayaklarını gazdan ve frenden çekmek istemiyordu. 1982 Anayasası da, Köşk'e tanıdığı yetkilerle bu hükmetme eğilimini kışkırtıyordu. Sistemin özü 'Çankaya noteri' gerektiriyor! Bu durum Abdullah Gül'ün 2007 yılında Köşk'e çıkmasıyla değişti. Gül, kendisini Köşk'e gönderen partisiyle, “Çankaya noteri” eleştirilerine de neden olacak şekilde büyük bir uyum içinde çalıştı. Aslında parlamanter sistemin kendisi devletin başında “noter” kayıtsızlığı öngörüyorken, 1982 Anayasası'nın çarpık yapısı çarpık bir sonuç doğurmuştu. Bu sonuç; Türkiye'nin parlamanter sisteminin; duruma göre her kesimin sorumsuz Çankaya'dan sorumlu hükümete (ve dolayısıyla parlamento çoğunluğuna) karşı muhalefet beklediği tuhaf bir sisteme dönüşmesi oldu. Gül'ün vetosu, parlamanter sistemi özüne yaklaştıran 4,5 yıllık Köşk-hükümet uyumunu kamuoyu önünde ilk kez bozan anlaşmazlık olması açısından önem taşıyor. Ancak Gül'ün veto gerekçesinde bıraktığı açık kapının, Köşk'ün bu çatışmayı bir ihtimal olarak dikkate almış olabileceğini gösterdiğini belirtelim. “Açık kapı”nın ne olduğuna aşağıda değineceğiz. Gül 'Yıldırım Akbulut' olur mu? Gül'ün vetosu, AKP'nin gelecekteki liderliğinin nasıl şekilleneceği açısından taraflara fikir verme ihtimali nedeniyle de önem taşıyor. Her ne kadar Türkiye “devlet başkanlığı seçiminin ne zaman yapılacağı belli olmayan tek demokrasi” olsa da, Tayyip Erdoğan'ın Gül'den sonra Köşk'e çıkması düşük bir olasılık değil. Ve mevcut durum, Erdoğan'ın, eğer isterse 2012'de veya daha yüksek bir olasılıkla 2014'te Köşk'e çıkabileceğini gösteriyor. Veto tartışması Erdoğan'ın, Abdullah Gül'ün bir “Yıldırım Akbulut” olmayacağı yolundaki izlenimlerini kuvvetlendirmiş olabilir mi? Tartışmaya değer bir sorudur bu. Veto olayındaki kadar kuvvetli ifadelerle olmasa da Erdoğan ve Gül arasında daha önceki ciddi görüş ayrılığının, başkanlık sistemi konusunda çıktığını hatırlatalım. Çankaya'ya çıkarsa direksiyonu bırakmak istemeyeceği açık olan Erdoğan başkanlık sistemi eğilimini belli ettiğinde karşı çıkanlardan biri Gül, diğeri de veto sürecinde de Gül'e katıldığını açıklayan Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç olmuştu! Gül'den önceki vetolarda ana gerekçe neydi? Gül'ün veto gerekçesinde açık bırakılan kapıya gelince... Türkiye, 1982 Anayasası döneminde Köşk ile parlamento çoğunluğu arasında çıkan çatışmalarda veto süreçlerinin nasıl geliştiği üzerine sıkı bir deneyim de kazandı. Malum; Anayasa'nın Cumhurbaşkanı'na “mutlak” değil “bir kereliğine” tanıdığı veto yetkisi, parlamento aynı yasada ısrar ederse sona eriyor. Bu durumda cumhurbaşkanları, bugüne kadar genellikle tanık olduğumuz üzere, ikinci bir yetki kullanıyor ve Anayasa Mahkemesi'nde iptal davası açıyor. İşte bu zincirleme süreç, bugüne kadar cumhurbaşkanlarının yasaları neden veto ettiklerini açıklayan metinlere de yansıyordu. Bugüne kadar cumhurbaşkanları, yasaları veto etmelerini genellikle “Anayasa'ya aykırılık”la gerekçelendirdi. Cumhurbaşkanlarının veto ettikleri yasayı Anayasa'nın hangi ilkeleri, maddeleri ve/veya hükümlerine aykırı bulduğu gerekçelere yansıdı.Gül'ün veto gerekçesinde yaptığı ayar Anayasa'nın 89. maddesine göre, Cumhurbaşkanı 15 gün inceleme yetkisi bulunan yasaları neden veto ettiğinin gerekçesini de aynı süre içinde TBMM Başkanlığı'na bildirmek zorunda. Gül de öyle yaptı. 2 Aralık'ta TBMM'ye veto ettiği yasayla birlikte gerekçesini de iletti. Bu gerekçeyi okuduğunuzda, Cumhurbaşkanı Gül'ün “Anayasa'ya aykırılık”tan söz etmemesi dikkat çekiyor. Gül, gerekçesinde “hukuk devletinde cezaların, (…) ceza hukukunun temel ilkeleri ile Anayasa'nın ilgili hükümleri (…) dikkate alınarak tespit edildiğini” belirtmekle yetiniyor. Ancak vetosunu “suç ve ceza arasında orantı ve caydırıcılık gibi ceza hukuku ilkelerine aykırılık” ve “yasanın kamuoyunda, yürütülmekte olan bir soruşturma kapsamında bulunan kişilere yönelik özel bir düzenleme olduğu intibaını uyandırmasına” dayandırıyor. Vetonun, Gül'ün kendisinin de “kişiye özel yasa çıkarıldığı” görüşünde olduğunu gösteriyor. Gül 'Anayasa'ya aykırı' deseydi ne olurdu? Bu açık kapı, eğer dün akşam TBMM Adalet Komisyonu'ndan aynen geçen vetolu yasa pazar günü Köşk'e aynen iade edilirse, ki öyle olacağı anlaşılıyor, Gül'ün iptal davası açma yoluna başvurmayacağı konusunda kuvvetli bir fikir veriyor. Gül, veto gerekçesinde doğru veya yanlış, “Anayasa'ya aykırılık”tan söz etseydi, aynen iade edilmesi durumunda Anayasa Mahkemesi'ne başvurmak zorunda kalacaktı. Aksine davranması, Anayasa'ya aykırı gördüğünü açıkladığı bir yasayı Anayasa Mahkemesi'ne götürmemek gibi bir görüntü doğuracaktı ki, bu durum Gül'ü çok zor durumda bırakırdı. Peki, “kişiye özel bir yasa” olduğunu düşündüğü ve “ceza hukukunun temel ilkelerine aykırı” gördüğünü açıkladığı bir yasayı, aynen iade edildiğinde Anayasa Mahkemesi'ne götürmemesi Gül'ü zor durumda bırakmayacak mı? Elbette zor durumda bırakacak, ancak “Anayasa'ya aykırılık” kaydı düşseydi önüne çıkacak olan “mecburiyet”in karşısında bırakmayacak!'Yerindelik denetimi' görüntüsü “Peki” deyip bir soru daha soralım. Gül, “Anayasa'ya aykırı” olduğunu söylemediği bir yasayı veto ederek, üstelik bu kez “ortak” tezahür eden parlamentonun egemen iradesine karşı “yerindelik denetimi”ne soyunmuş bir Cumhurbaşkanı görüntüsü sergilemedi mi? Sergiledi... Gül, veto gerekçesinde belli ettiği iptal davasına başvurmama fikrinden vazgeçerse, AKP tarihindeki en ciddi yol ayrımından söz edebiliriz ki, bu ihtimal sıfıra yakın görünüyor...