"Bazen soruyorum kendime; 'Bu ülkede kepaze olmadan yaşlanmak neden mümkün değil' diye..."
Bu satırlar, Markar Esayan'a ait. Yeni Şafak'taki köşesinde "medya eleştirilerinin itibarsız" olduğunu da öne sürdüğü "Medya Şirretliği" başlıklı yazısından.
Ülkeyi bilmem, ama medya seçkinleri için isabet kaydeden bir soru bu; medyada kepaze olmadan yaşlanmak neden mümkün değil?
Ve Markar Esayan'ın hikâyesi, cevap seçenekleri arasında ışıl ışıl parlıyor.
Defalarca niyet edilip vazgeçilmiş bir yazı bu.
Neden, bugün epey uzayan bu yazıdan defalarca vazgeçildi?
Nihayet, "dün neler yazmıştın, bugün neler yapıyorsun" diyecek, yakın zamanlara kadar "aşağılık kompleksli, tek adam zihniyetli, kibirli, totaliter" ve daha bir dizi sıfatla da andığı bir Başbakan için kat ettiği mesafenin karşılığı ne olabilir, sorusunu önüne koyacaktınız. Ama şu kısacık zaman yolculuğunda o kadar çoğaldılar ki, özel olarak hiçbirinin önemi kalmadı.
Doğrusu, cevap arayan bir soru da yoktu ortada. Başbakan için kat edilen mesafenin karşılığı ne olabilir ki? Artık "devlet adamı" gibi konuşmalarla çıkılan malum televizyon kanallarında sürekli ağırlanmak, midenin akla ve vicdana karşı medyada gelenekselleşen zaferi ve belki de kendini Başbakan'la aynı kadrajda gören gelecek hayallerinden başka ne olabilir?
Yanlış anlaşılmasın, Başbakan Tayyip Erdoğan hakkında iyi düşüncelere sahip olmak değil mesele. Zaten kendisi de bir "koalisyon" olan insan için salt iyi veya salt kötü düşünceler ne kadar sağlıklı olabilir? Ve düşünceler elbette değişir, gelişir.
Mesele, neyi veya kimi savunduğunuz değil, bunu ne için yaptığınız? İşte Esayan da, bu soruyu meşru kılan epey acıklı bir hikâye olarak cereyan ediyor.
AKP üç genel seçim, iki yerel seçim, iki de referandum olmak üzere sandıktan peş peşe yedi zaferle çıkmış, önümüzdeki ilk seçimin de favorisi olan, kudretli bir parti. Ancak meşruiyetini sandıktan alan bu kudretin, Gezi Parkı ve 17 Aralık süreci örneklerinde olduğu gibi birçok meselede "kaba kudret"e de dönüştürüldüğüne tanık oluyoruz.
Bunun son örneğini; interneti, internette haberciliği yürütmenin gözetimi altına almaya yönelen, internet kullanıcılarının trafik bilgilerini yargı kararı olmadan yürütmenin emrine amade eden yasada görüyoruz.
Markar Esayan, geçen hafta bu yasayla ilgili olarak Yeni Şafak'taki köşesinde iki yazı kaleme aldı. Bu yazıya da neden olan iki yazı.
Esayan bu yazıların "Takıntıma dokunma" başlıklı (12 Şubat 2014) ilkinde, kendi ağırlığıyla yuvarlandığı uçurumun en dibine inebildi, kendisinin kullanmayı çok sevdiği ifadeyle en "kepaze" çarpıtmalara tenezzül edebildi.
Esayan, yazısında önce, 2011 yılında Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu'nun (BTK) uygulamaya koyduğu internete devlet filtrelerine karşı yapılan protestoları hatırlatıyor ve "ortalığın 'pornoma dokunma'lardan geçilmediğini" öne sürüyor. Oysa, protestoların önemli nedenlerinden birisi, BTK Başkanı Tayfun Acarer'in de kabul ettiği "kararda yanlış anlamalara yol açacak ifadeler"di. Zira, yeni uygulamayla devletin ücretsiz sağlayacağı filtreler sayılırken "çocuk" ve "aile" filtrelerinin yanı sıra bir de "standart" profilden söz ediliyordu. Ancak "standart" profilin, "yeni bir filtre olmadığı, hiçbir filtreyi kullanmak istemeyen kullanıcıların mevcut internet düzenini sürdürmesi anlamını taşıdığı" daha sonra açıklandı. BTK, "standart profil"in yanlış anlamalara yol açan bir isimlendirme olduğunu kabul etti ve zaten daha sonra bu ifade kullanılmadı.
Aynı yazıda "özgürlükleri pornoya indirgeyen bir sığlık sergilendi" ifadesini de kullanabilen Esayan, o sıralarda nerelerde dolaşıyordu da "ortalık pornoma dokunma"lardan geçilmiyordu" acaba?
Esayan, yazısının devamında aynı "kepaze" çarpıtmayı yeni yasayı savunurken yaptı ve yeni düzenlemeleri eleştirenlerle sözüm ona "Pornomuza' kesinlikle dokunmuyorlar" diye alay etmeye yeltendi.
Peki neden "kepaze" bir çarpıtma?
Birincisi; yeni yasa veya 2011'deki internet filtrelerinden bağımsız olarak pornografik içeriklere Türkiye'den erişim, idare ve yargı tarafından bulunduğu her noktada engellendi, engelleniyor.
İkincisi; Mayıs 2007'de yürürlüğe giren 5651 sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun uyarınca, bırakın "pornografik" içeriği, bir yayının "müstehcen" bulunması durumunda bile Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı (TİB), yargı kararına ihtiyaç duymadan, derhal, doğrudan erişim engellemesi yapabiliyor, yapıyor. Bu tür içerikler için hiçbir yeni yasal düzenlemeye ihtiyaç bulunmuyor.
Yani internette özellikle haberciliğe yargı denetimi dışında kısıtlamalar getirecek bir düzenleme için Markar Esayan ve maiyetteki gazetecilerin divana uzanmış gibi sayıkladıkları "pornografi"nin, ne internet filtreleriyle, ne de yasal düzenlemelerle hiçbir ilgisi yok. Yoksa, tövbe estağfurullah, Başbakan Erdoğan "Deniz Baykal görüntülerini yayından derhal kaldırttığını" ilan ederken yalan söylüyor ya da yasadışı bir iş yaptığını mı itiraf ediyordu! Elbette hayır, sadece 2007'den beri yürürlükte olan yasanın verdiği yetkiler kullanımıştı.
Esayan'ın, yeni yasaya ilişkin önemli bir iddiası var. Kimsenin içerikle ilgilenmediğinden hareketle "Lüzumsuz bir şey yaptım ve yasayı inceledim" diyor. İncelemeden çıkardığı sonuçlardan biri, yukarıdaki "porno" tenezzülü bölümünü de içeriyor, okuyalım:
"Bugünkü internet yasa tasarısına (yasalaştı, D.A) gösterilen tepkinin de nedeni yasanın içeriği değil, şu anki darbe süreci içinde işlevsel bulunmuş olması. Hep aynı üç kişiyle görüşüp açıklama yayınlayan Human Rights Watch (HRW) gibi kurumların açıklama yaparak aynı dalga boyuna düştüğüne bakmayın. Yasada düşünce ve ifade özgürlüklerini paramparça edecek, bizi engizisyon çağına geri götürecek, kız çocuklarını tekrar toprağa gömeceğimiz bir kötücüllük yok. Hele hele 'pornomuza' kesinlikle dokunmuyorlar."
Yasadan çıkardığı diğer sonuçları ikinci yazısında anlatıyor. "Algıları Ayarlama Merkezi'nden İnternete: Ya Benimsin ya da Kara Toprağın" başlıklı bu yazı (13 Şubat 2014) şu satırlarla başlıyor:
"Ve pek tabii ki, internet yasa tartışmalarını, içinde bulunduğumuz 17 Aralık ve seçim sürecinden ayrı düşünmeyeceğiz. Dün özetlediğim 'Düşman ne yaparsa karşı çık' şablonu dışında, İnternet Yasası'ndaki değişikliklere bu şiddetli itirazın ve Sayın Gül'e tam saha presin stratejik bir anlamı var."
Esayan'ın yazısındaki bu pozisyon tarifinden sonra, sıra yasaya itiraz edenlerin "zekâ"larına "ağlak kampanyaları"na geliyor. Okuyalım:
"Şimdi de, Sayın Gül üzerinden ağlak bir kampanya var yasanın veto edilmesi için. Hani o kadar zekâ ile dolular ki, arka planı bir kendilerinin gördüğünü düşünüyor olmalılar ya da çaresiz... Sanki Cumhurbaşkanı Gül, yasanın içeriğini anlamaktan, değişikliğin üzerine oturduğu siyasi bağlamı fark etmekten aciz..."
Esayan, yeni internet yasasına muhalefet ve veto talebini, "Gül'ün yasayı anlamaktan aciz olduğu varsayımına" tercüme ediyor.
İddianın tuhaflığı bir yana, kendisi bu çizgide biri mi peki?
Esayan'ın tenezzül ettiği lisanla, araya "parça" atalım. Şu satırlar, "Esayan'ın Taraf versiyonu"ndan, tarih 6 Ağustos 2012:
"Gül, Erdoğan’ın ustalık döneminden hiç memnun değil. Kibirli ve özgüven patlaması hâlindeki totaliter tavır ve tercihleriyle, AK Parti’nin reformcu misyonunu kaybettiğini, pek çok fırsatın kaçırıldığını, özellikle şike, Uludere, kürtaj vs. gibi konularda ciddi hatalar yapıldığını düşünüyor. Erdoğan’a içten içe çok kızdığına eminim doğrusu.
(...)
Vesayet baskısı Erdoğan’ın totaliter yönünü kontrol altında tutan bir emniyet supabıydı. O dönem ile bu dönem arasında vefanın yorumlanmasını sağlayacak şartlar da tamamen farklı."
Bu mazi artığı da ne böyle! Daha dünkü Esayan, bugünkü Esayan'a ne yapmaya çalışıyor? Sanki Gül kendisini ifade etmekten "acizmiş" gibi onun düşüncelerini yazmış, Erdoğan "totalitermiş" ve "vesayet baskısı" Erdoğan totaliterizmine karşı bir "supap"mış!
"Bir-iki sıkıntı olduğunu, incelemeyi sürdürdüğünü" söyleyen Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'den farklı olarak Esayan yasada hiçbir sorun görmüyor. Yasanın öngördüğü şekilde kişilik hakları ve özel hayat ihlallerinin sanal alemde engellenmesinden daha doğal ne olabileceğini söylüyor. İhlal varsa elbette engellenmeli. Ama kim engelleyecek? Bir hukuk devletinde yargı dışında bir ifade özgürlüğü denetimi olabilir mi?
Yasa tam da bu noktada sorunlu. Ve tam da bu nokta, "yasayı incelediğini" öne süren Esayan'ın yazısında yok! Yani yasayla getirilen, "özel hayat ihlali olduğu düşünülen ve gecikmesinde sakınca bulunan hallerde Telekomünikasyon İletişim Başkanı'nın emriyle doğrudan ve derhal içerik çıkarma yetkisi", yasayı eleştirenlerin zekâlarıyla sözüm ona alay eden Esayan'ın incelemesine takılmamış.
Hükümetin atadığı bir bürokrat, yargının bile on yıllardır üzerinde standart içtihatlar geliştirmekte zorlandığı özel hayatın sınırlarını, bu sınırların kim için nerede başylayacağını, özel hayat ihlali yapılıp yapılmadığını nasıl belirleyecek? Örneğin yasal telefon dinlemesiyle hükümet üyesi babasına "Evde üç beş kuruş var, yani 1 trilyon" diyen bir tutukluya ilişkin haberler "özel hayat ihlali" sayılacak mı, sayılmayacak mı?
Elbette sayılacak. Zaten mevcut halde bazı yayın yasaklarına ilişkin yargı kararlarında bile bu içerikler "özel hayat" sayılıyor.
Esayan, yasadaki bu bölümü bilerek atladığını belli eden bir çarpıtma da yapıyor. Yazısının sonunda, "Acil durumlarda Adalet Bakanı'nın erişim engelleme yetkisi isabetli bir kararla tasarıdan çıkarılmış durumda" diyor. Bakanın erişim engelleme yetkisi isabetsizse, bakan emrindeki bürokratın engelleme yetkisi de isabetsiz olmalı değil mi? Ama Esayan, cümlesini orada bırakıyor ve TİB Başkanı'nın doğrudan engelleme yetkisini yazısından esirgiyor.
Bu ayıklamaya rağmen Esayan'ın "yürütmenin doğrudan içerik engelleme yetkisinin isabetsiz olduğu" tespiti yerinde. Ve aklıyla vicdanını kiraya vermemiş hiç kimse için bu tespit, yani itiraz "pornomu engelleyecekler" gibi gizlenmiş bir niyetin işaretini taşımıyor!
Esayan, "incelediği" yasanın en sorunlu ikinci bölümünü de atlamış. Diyor ki,
"İnternet trafiğindeki kişisel verilerin 6 ay ile 2 yıl arasında saklanması ise, AB'nin konuyla ilgili direktifinin birebir aynısı, pek çok Batılı ülkede bu süreler çok daha uzun."
İki yıla kadar veri saklama mevcut yasada da var. Ancak yeni yasada bütün internet kullanıcılarının trafik bilgilerinin; yani hangi siteyi ziyaret ettiklerinin, o sitelerde ne kadar kaldıklarının ve internette kimlerle temasta olduklarının bilgilerinin istemesi halinde "yargı kararı olmadan" TİB'e, yani idareye teslim edilmesi öngörülüyor. Bir hukuk devletinde, idarenin, nüfusun tamamına yakınının özel bilgilerine doğrudan sahip olması kabul edilebilir mi?
Mevcut yasadaki hükmü yeni yasanın AB paralelindeki düzenlemesiymiş gibi tekrar eden Esayan'ın yazısında bu "yargıdan kaçırma" meselesi yok.
Esayan'ın özenle atladığı bu nokta önemli. Zira yasanın en büyük çifte standardı burada. Bir yandan idareye yargı kararı olmadan içerik çıkartma yetkisi "özel hayat ihlallerini engelleme" gerekçesine dayandırılırken, diğer yandan on milyonlarca insanın trafik bilgilerinin idareye teslim edilmesi gibi kabul edilemeyecek bir kitlesel özel hayat ihlali düzeni getiriliyor.
Taraf gazetesi yazar ve yöneticileriyle birlikte telefonlarının "sahte isimle" dinlendiği ortaya çıktığında ne yazmıştı Esayan, hatırlıyor musunuz? 9 Şubat 2012 tarihli Taraf'taki yazısından hatırlayalım:
"Taraf’tan Ahmet Altan, Yasemin Çongar, ben ve o zaman Taraf yazarı olan arkadaşımız Amberin Zaman ile birlikte Mehmet Altan da kod isimlerle, yani isimlerimiz saklanarak çıkartılan mahkeme kararlarıyla MİT tarafından dinlenmiş. 2008 ve 2009 yıllarına ait dinleme kararları 11. ve 14. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından verilmiş. Benim kod ismim Vahan ve Hossain Seyfullah... MİT bizleri yabancı casuslar gibi gösterip yasadışı dinleme yapmış, bu dinlemeler daha sonra da devam etmiş olmalı. Mahkeme aşamasında dinlemeleri kimin talep ettiği, müsebbipleri ve ayrıntıları ortaya çıkar nasıl olsa. Reformlar konusunda patinaj yapan, devletin sadece asker değil, her kurumuyla temizlenmesi, derinlerinden boşanması konusunda tereddütlü davranan ve böyle bir devlete sahip çıkan hükümet de, umarım, yaptığımız eleştirilerin haklılığını kabul eder ve gereklerini yapar."
Malum, Erdoğan, sahte isimlerle dinleme yapan MİT mensupları hakkında "yargıyı yanıltmak, görevi kötüye kullanmak, evrakta sahtecilik" iddialarıyla takibat yapmak isteyen savcılığa "soruşturma izni" vermedi. Ancak bu sırada, Taraf'tayken "bu devlete sahip çıkma" diyen Esayan Yeni Şafak'a geçmiş, "Türkiye'nin Erdoğan ile 10 yıldır mucize yaşadığını" yazmaya başlamıştı. Nitekim Esayan, 4 Ocak'ta Dolmabahçe'de yüzyüze geldiği Erdoğan'a, kendisini sahte isimle dinleyenler için neden soruşturma izni vermediğini ihtimal sormadı, soramadı. Zira bu konuda hiçbir şey yazmadı. Ama Başbakan'la kendisinin de aralarında bulunduğu gazetecilerin 4 Ocak buluşmasını anlatırken "basına kapalı toplantı" gibi tuhaf ifadeler de kullandığı yazısında "devlet ciddiyeti" övgüsü vardı:
"Sorulara verilen cevaplar itibarıyla, panikle hareket eden değil, hükümet etmenin ve devlet olmanın ciddiyetine bağlı bir görüntünün ortaya çıktığını söyleyebilirim."
"Taraf'taki Esayan" 31 Mart 2011'de, Ergenekon dosyasından alınmasının ardından "Teşekkürler Savcı Öz" başlıklı yazısında "Ahmet Şık depreminin Zekeriya Öz'ü tasfiye ettirdiğini" öne sürmüş ve şöyle bağlamıştı:
"Savcı Zekeriya Öz'e milletçe büyük bir teşekkür borçluyuz.
(...)
Kim bilir, gün gelir devran döner, Öz'ü İstanbul Özel Yetkili Cumhuriyet Başsavcısı olarak da görürüz.
Adalet varsa!"
Malum, 17 Aralık yolsuzluk operasyonunu yönetmesinin ardından Öz, Başsavcıvekilliği'nden düz savcılığa indirilerek Bolu'ya sürüldü.
Ve yayımlanmamış kitabı yüzünden tutuklanan gazeteci Ahmet Şık'a yaptığı operasyon için Zekeriya Öz'ü göklere çıkaran Esayan, şimdilerde Öz'ün başlattığı yolsuzluk operasyonunun "bir komplo", "bir darbe girişimi" olduğunu savunabiliyor.
O kadar çok şey var ki bu tırtıklama peşindeki acıklı, bu bulantı veren, bu "kaza namazı" dolu hikâyede, ama artık yeter.
Yeni yılın ilk yazısında, demiş ki; "insan bir zaman kumbarası gibidir..."
Kumbaranda başka şeyler de olmalı Markar Esayan.
Bir insan kendi kendisine bu kadar mağlup olmayı göze almışsa, başka şeyler de olmalı.
Ne dersiniz; kepaze olmadan yaşlanmak neden mümkün değilmiş?