Tevazuyu unutursanız, kendi kendinizin en kör noktası siz olabilirsiniz. Herkesin gördüğü, ancak kendinizin kör olduğu bir “siz”den söz ediyorum.
Peki insanı tevazuya bekleyen gerçek nedir, hayatı ahlaki ölçülerle kabule davet eden gerçek?
Hayat dediğimiz mucizede “süreklilik” boş bir umut olduğuna göre, cevap “ölüm” olmalıdır. Evet ölüm, hayat programımızda kayıtlı en sabırlı gerçek!
Hiç, hanedan camilerinde (selatin) “hünkâr mahfili” gezdiniz mi? Ben bunu bir kez yapabildim. Yıllar önce Edirne'de Selimiye Camisi'nin müezzinini ikna edip, Mimar Sinan'ın en büyük eserinde “hünkâr mahfili”ni görebildim. İmparatorluğun en büyük sınırlarına kavuştuğu dönemde II. Selim için yapılan Selimiye'de hünkâr mahfili, büyükçe bir lahiti andırıyordu, bir mezar odası. Odanın demir kafesli küçük penceresi sadece mezarlığa bakıyordu.
“Sonunda ölüm var” demek istemişti Sinan II. Selim'e, “Mağrur olma padişahım.”
Freud, “hayatın ölüme ulaşma çabası” olduğunu söyler. Cemal Süreya, günlüklerinin 543. gününde Edip Cansever'in ölüm haberini (28 Mayıs 1986) televizyondan duyduğunda yaşadığı sarsıntıyı anlatır. O sarsıntı sürerken 560. gün, Freud'un sözlerini kendi dilinde inşa eder:
Ben atımı böyle dört nala sürüyorum ya
Yetişmek için mi bilmem kaçmak için mi?
“Ölüm”ü hep düşünür, ama kaygının aşırı telafisi peşinde sürekli bir çabayla hep unuturuz. Akıl insana, gerçeği bilip yaşamak istememeyi de ikram ediyor! Oysa her kayıpta, aslında kendimizi baştan alır, bir daha yaşarız. Her kayıp sizde bıraktığı izleri canlandırır, o kadar, mesele budur yani, kendimiz.
Peki tarihi belli bir ölüm, nasıl bir hayat koyar önünüze? Bilemezsiniz. Ama bugün yaşadığınız hayatı sürdürmek değildir artık yapacağınız, bunu bilirsiniz. Bitiş çizgisi peşin çizilmiş bir hayatın bilgisi, o hayata çekeceğiniz toplam çizgisinin altında artakalacakları sorgulatacaktır size. İhtimal defalarca düşünüp bir türlü icra edemediğiniz şeyi yapacak, nihayet kanal değiştireceksinizdir. Kendinizin, kendi tarihinizde başınıza gelen şeyden ibaret olmadığını fark edecek, insanın eşsiz olduğu gerçeğinden ne kadar kolay vazgeçtiğini göreceksinizdir.
Ne diyorduk, kendimizin en kör noktası olmak. Mümkünse yapmayın. Sahip olduğunu sandığı gücü vekâleten taşıdığının farkında olmayan insanları unutmayın. Sadece güvendiği insanlar tarafından aldatılabileceğini ihmal eden insan önce kendisini aldatır, kendinizi aldatmayın.
Pazar sabahı küçük bahçemi sularken düşündüm bunları. Bunları ve Kemal'i.
Size, kendi hayat çizgisini kendisi çekmiş bir arkadaşımdan söz edeceğim; Kemal Uluer. Bitiş çizgisini kendisi belirleyen Kemal, biraz önce sorduğum sorunun cevabını, ardında müthiş bir günlük de bırakarak, kendi hayatı için verdi; sonu günü gününe bilinen bir hayat nasıl yaşanır?
Kemal'in, yaklaşık 11 yıl önce hayatına son verdiğinde bana bıraktığı günlükler, o sırada Yapı Kredi Yayınları'nı yöneten Enis Batur'un da ilgisini çekti ve “Başucumda Hayat – Mutlu Bir Ölümün Güncesi” adıyla yayımlandı.
Yapı Kredi Yayınları, uzun süredir tükenmiş olan günlüklerin üçüncü baskısını geçtiğimiz haftalarda yaptı. O günlükler eşliğinde kendi içinizde dolaşmanızı çok isterim.
Peki Kemal kimdi, ölümden baktığı hayatı nasıldı? Cevabı aşağıda, Kemal'in günlüklerine yıllar önce yazdığım girişte. Buyrun.
1983 yazıydı. Ankara Kalesi’nin dibindeki evimizin mutfağında annemle gecikmiş bir kahvaltıya otururken, aklımıza bir şey takılmıştı:
Bugün önemli bir şey yapmamız gerekmiyor muydu?
Tuhaf , ama o gün üniversite sınavlarının sonuçlarının açıklandığını ikimiz de unutmuştuk. Derhal birkaç gazete alarak listeleri taramam, önce yanlış numaraya bakarak fenalaşmam, ardından ilk tercihimi kazandığımı öğrenerek Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin bahçesinde bitivermem… Hepsi, hepsi bir anda oluvermişti.
Lacivert amblemli kimlik kartını, dışarıdan da görünsün diye bembeyaz gömleklerimizin cebinde taşıdığımız Siyasal’da da matematik, hem de yükseği vardı; ama olsun ilk günler iyi başlamıştı!
Birinci sınıfların tamamı, yaşama öğrencilerinin arasında veda eden Prof. Aziz Köklü’nün adını taşıyan Büyük Amfi’de ders alıyordu. Akşam üzeri biten derslerin son saatlerinde öğrenci sayısı ilk günlerden itibaren azalmaya başlamıştı.
O’nu o günlerde tanıdım. Okula geldiği günlerde son dersi de izliyor, ardından Büyük Amfi’nin kapısında birisini beklemeye başlıyordu. Tekerlekli sandalyesi üzerinde henüz tanışmadan alışmaya başladığım ifadesinde, hep tebessüm vardı.
İki hafta kadar olmuştu. Bir son ders çıkışında yine beklerken yanına gittim. Tanıştık. Sonradan çok alışacağımız o usul usul, tane tane konuşmasını ilk kez duyuyordum. Kendisini tanıttı:
Kemal Uluer…
Sadece bir otomobile bindirilmek üzere bekliyorsa, yardımcı olabileceğimi söyledim. “O kadar sorun değildi, ama olabilirdi.”
Bizden büyüktü, 11 Kasım 1960’da Yenimahalle’de doğmuştu. Orada oturuyordu. İlköğrenimini Aydınlıkevler Müjde Koleji’nde bitirmiş, Demetevler Ortaokulu’ndan sonra Yenimahalle Endüstri Meslek Lisesi Makine Ressamlığı bölümüne girmişti.
Ortaöğrenimi sırasında bacaklarında sorun belirmiş, sık sık düşmelerle dikkat çekmeye başlayan hastalığına çare bulunamamıştı. Hastaneler, doktorlar, mucize vaat edenler, hiçbiri artık yürümekte zorlanan Kemal’i ayağa kaldıramamıştı.
“Kas erimesi” hastalığına yakalanmıştı. Organlarını hissetme, hareket ettirme fonksiyonlarında hiçbir sorun yaşamıyordu, ancak ayağa kalkacak gücü veren kaslarında erime vardı. Ve yapılacak hiçbir şey yoktu.
Liseyi 1978 yılında bitirmesine karşın, hastalığı kabulleniş döneminde üniversite sınavlarına girmemiş, 1983 yılında “resim baskı teknisyeni” olarak Bayındırlık ve İskan Bakanlığı’nda işe başlamıştı. Pek de düzenli gitmesi gerekmeyen işinden, “Bu maaş bırakılır mı? Emekli aylığına mı talim edeceksin” telkinlerine kulak asmayarak 1988 yılında emekli olmuştu.
Liseyi bitirdikten sonra, ağırlıklı olarak resim yapmakla vakit geçirdiği beş yılın ardından üniversite sınavlarına girmeye karar vermişti. Artık işte oradaydı. Büyük Amfi’nin önünde gülümsüyordu.
Son ders çıkışlarında birkaç sohbetten sonra anlaştık. Artık kimse O’nu almaya gelmeyecekti. Birlikte; mutlaka Kurtuluş Parkı’ndan geçen uzun yürüyüşler, sinemalar, operalar, tiyatrolar, dertleşmeler başlamıştı. Haftada üç gün geldiği okuldan her çıkışta daldığımız bambaşka alemi o gece için noktalarken Kemal’i taksiye bindirip, karşılanması için de evini arıyorduk.
Artık birbirimize, “Ortak” diyorduk.
Acaba şu taksi mecburiyetinden de kurtulabilir miydik?
“Hayır” demişti Ortak, “Senin için de, benim için de çok zor olur.”
Yine bir okul çıkışı, çoğu zaman olduğu gibi bomboş bir salonda filmimizi izledik. Muhsin Bey’di galiba. Filmden konuşurken geldiğimiz durağın önüne bir belediye otobüsü yanaşıyordu. Sıra sıra insanları yutmaya koyulmuş ön kapıdan şoföre seslendim.
Acaba, Kemal’in tekerlik sandalyesini katlayarak içeri sokabileceğim arka kapıdan otobüse binmemize izin verir miydi?
“Hay hay” dedi.
“Yapma Ortak, binemeyiz” diye bağırırken Kemal’i çoktan kucaklayıp otobüse atmıştım. Hayatımızın en keyifli yolculuğunu, homurtular çıkararak Kavaklıdere’den Yenimahalle’ye doğru yol alan tıkabasa dolu bir belediye otobüsünde yapıyorduk. Gülüşüyorduk. Ve işte taksilerden kurtulmuştuk!
Bir daha çok acelemiz olmadıkça taksiye binmedik.
Hikâyemizin ikinci bölümü orada başlıyor olmalı. O otobüste. Kemal, otobüse o paldır küldür binişimize mim koymuştu:
“Ortak, demek ki her şeyi ama her şeyi yapabiliriz!”
Birçok sınava Ankara’nın ilk çağdaş toplu konut bölgesi olan Yenimahalle’nin tipik binalarındaki evlerinde hazırlanıyorduk. Tatillere birlikte çıkıyor, dağ-tepe dolaşıyorduk. İkinci bir ailem olmuştu. Annesi Ayten teyze, üniversitenin sonuna doğru kaybettiğimiz babası Kamil Amca, evin büyük oğlu Kenan Abi, kardeşleri Kani ve Dilek.
Siyasal’da eşsiz bir arkadaş grubumuz olmuş (birazsan okuyacağınız günlüğünde tek tek anlatacak), dört yıl hızla akıp gitmişti. Ben Cumhuriyet’te gazeteciliğe başlarken Kemal sürdürdüğü resim çalışmaları için iki yıl boyunca atölyeye devam etmiş, akademik düzeyde ihtiyacı olan bilgileri de almıştı. İlk resim sergisini Ankara Kalesi’ndeki tarihi Pirinç Han’da açmıştı. Ancak resimleri satılık değildi!
1980’lerin sonuna doğru kafasında şekillenen bir fikri açmaya başladı:
“Ortak, zamanı geldiğinde odama kapanıp son 10 tablomu yapıp her şeye nokta koymayı planlıyorum.”
İlk duyduğumda tepkim, “Daha neler” olmuştu.
Ressamlar, vitraycılar, seramikçiler, radyocular, kimselere hissettirmeden tahsilleri için yıllarca maddi yardımda bulunduğu gençlerden onlarca insan çevresinde toplanmıştı. Yepyeni insanlar arasında buluşmalarımız sürüyor, arada aynı fikri açıyordu:
“Zamanı geldiğinde son 10 tabloyu yaparak nokta koymak…”
Her sözcüğü okşayarak salıverdiği o usul usul konuşmasıyla bu planı, ben İstanbul’a yerleştikten sonra seyrelen buluşmalarımızda da söz konusu etmeye başlamıştı. Artık biliyorduk. Kemal nişan almıştı!
Yıllar; kitap, müzik, opera, tiyatro ve baleyle akıyordu. Bir de onlarca insanı doldurduğu koca otobüslerle düzenlediği geziler. “Haydi” diyordu, “bu hafta sonu Yedigöller’deyiz.” Bir sonraki buluşma Ilgaz’da olur, orada mesela Abant Gölü için sözleşilirdi.
Sabahlara uzanan sohbetler mırıltıya dönüşürken dağları, denizleri, ormanları içiyorduk.
Önemli müzelere gitmek, büyük ressamların tablolarını görmek istiyordu. Almanya, İngiltere, Fransa ve Hollanda’ya seferler düzenledi. Telefon görüşmelerinde ve buluşmalarımızda artık planını pek açmıyor, ancak bu kez bir soruyorduk:
“10 tabloyu yapmaya kararlı mısın? Ne zaman yapacaksın?”
Bu sorunun yanıtı, yıllarca “Yapınca görürsünüz”den öteye gitmedi.
İlk ayrıntıyı 1999 yılının sonunda telefonla aradığında vermişti:
“Yılbaşında inzivaya çekiliyorum. Üç ay odamda, sadece resimlerimle uğraşacağım. Telefonlara da çıkmayacağım.”
Sadece, “10. Tabloyu yapmanı istemiyorum” diyebilmiştim. “Görüşürüz Ortak” diyerek kapattı.
“Görüşürüz.”
Çevresindeki herkes bu sözcükle avundu. Görüşecektik.
Tam 91 gün sonra, 1 Nisan 2000’de odasından çıktığında dokuz tablo yapmış, üzerlerine “2002’den önce açılamaz” notları düşmüş, hepsini sıkı sıkı sararak mühürlemiş, bir de günlük tutmuştu. Bir hafta sonra dizboyu kar altında herkesi Abant’ta toplamış, anılara hepimiz için için eşsiz bir gün daha eklemişti.
29 Ekim 2001’de İstanbul’a yaptığı son ziyarette baş başa geçirdiğimiz bir tam günde en derinlerimizi konuştuk. Sadece ikimizde kalacak en mahremlerimizi paylaştık. Neler hissettiğimi anlatırken gülümsüyordu:
“Son tabloyu yaparsan, hayatımda ilk kez kendimi haksızlığa uğramış hissedeceğim. Yanıt vermeyeceğini biliyorum. Ancak sana çok, ama çok ihtiyacım olduğunu unutma.”
İstanbul’daki buluşmamızın ardından, Aralık ayının son haftasına doğru, kendime de sürpriz yaparak Ankara’ya gittim. Bütün günü arkadaşlarla birlikte geçirdik. Her şeyin buz kestiği o Ankara akşamında Atatürk Bulvarı’ndan inerken, “Ortak” dedi, “ Seninle bu üst geçide hiç çıkmadık.”
Sahi; Vakko’nun önünden Milli Eğitim Bakanlığı binasına uzanan üst geçide ilk kez çıkacaktık. Başbakanlğın alt tarafındaki çiçekçilerin neredeyse tamamını tanıyordu. Kucağını dolduran demet demet çiçeği, akşam, Sakarya’da oturduğumuz meyhanede masamızdaki kadınlara dağıttı. Ve hepimizi, yine toplu bilet aldığı Ankara Devlet Tiyatrosu’nun sahnelediği bir oyuna davet etti. O sarada farkına varamadığım ölçüde ısrar etmişti.
Gidemedim, ancak oyundan sonra gece yarısına doğru Sakarya Meydanı’ndaki Yeni Sahne önünde buluşmak üzere ayrıldık. Gece ilk durağımız, Sakarya’da bir bar olacaktı. Bir süredir tanıştığı üniversite öğrencilerinin müzik yaptığı bu barda, bana en sevdiğim türküyü de dinletecekti. Ancak programın sonuna yetişebilmiş, türkümüzü dinleyememiştik. Gece Çankaya’ya çıkıldı, danslar edildi, konuşuldu, konuşuldu…
İstanbul’a döndükten sonra, pazar sabahı cep telefonumun telesekreterinde , bir not vardı. Daha doğrusu bir kadın o türküyü söylüyordu!
“Deniz üstü köpürür…”
Yine bir otobüs dolusu insanı Ilgaz’a götürmüş, gruba kattığı o genç müzisyene rica etmişti:
“Ortağa o gece söyleyemediğin türküyü telesekreterine okur musun?”
Birkaç, gece sonra telefonda yine Kemal vardı. “Ankara’daki herkesi topladım Ortak. Çok güzel bir gece geçiriyoruz” diyordu.
Ve türkümüz, gece telesekreterime bir kez daha okunmuştu. Herkes daha sonra birbirine anlattığında anlaşıldı ki, o gece çok telefonlar açılmıştı.
Ertesi gün akşamüzeri Milliyet Haber Merkezi’nde telefonum bir kez daha çaldı. Açtım, tanımadığım birisi konuşuyordu. Telefonumu Kani’den aldığını söylüyordu ki, “Yoksa Kemal mi?” demişim…
27 Aralık 2001 Perşembe. 10. Tabloyu o gün yapmıştı!
Birkaç gün önce Ankara’da bana çok sonra tuhaf gelen bir ısrarla götürmek istediği oyunun adı, o anda aklıma üşüştü:
Ölümün Dansı!
91 günlük inzivadan sonra geçen yaklaşık 1.5 yıl için ikinci bir günlük tutmuştu. 10 tabloluk seriyi o gün tamamlamış birkaç telefon etmiş, müzik setinde “Time to say good by - Veda etme zamanı” parçasını dinlerken noktayı “Aborjinler” gibi koymayı denemişti. Doğaya hiçbir şekilde zarar vermeyen Aborjinler, gereği kadar yaşadıklarına inandıklarında, bedenlerini yaralayıcı hiçbir şey yapmadan, kendi iradeleriyle kalp atışlarını durdurabiliyorlardı.
Ancak 15 dakika sürdüreceğini belirttiği bu denemenin ardından diğer yöntemi de uygulayabileceğini not etmişti. Soluk almasını engelleyecek bir poşeti başına geçirdikten sonra, son tablosunu da yaptığı ve üzerine kolaylıkla çıkıp indiği özel koltuğundan kendisini yüzüstü yere atmıştı. Kollarında güç olmadığı için bir daha kalkamayacaktı.
Odasında bulunduğunda gülümsüyordu.
Belki de Aborjinlere inanmakta da haksız çıkmamıştı…
Büyük harflerle kaleme aldığı son notu kısaydı:
“Matem yok eğlence var.
Beni gerçekten seven asla ağlayıp üzülmez! Mevlüt, 7’si 40’ı istemem. Benim müziklerimi dinleyin! Yılbaşında evi rengârenk balonlar donatın, müzik dinleyin, eğlenin, coşun.
Beni sevenler, benim adım mutluluk. Ben hep sizlerleyim.”
Yazıya eklenmiş küçük bir not Ayten Teyze ile Kani ve nişanlısı Ebru’yaydı:
“En çok annesi, Kaniciğim ve Ebrucuğumdan özür diliyorum. Ama benim görevim bu kadardı. Çok güzel yaşadım. Sizler de programınıza hiçbir şekilde aksatmadan devam edin. Yaşam her zaman devam ediyor. Yeter ki mutlu olmasını bilin ve tüm insanları sevin. Sizleri çok seviyorum…”
Bu kitap, Kemal’in 91 günlük inziva döneminde tuttuğu günlük ile ardından geçen yaklaşık 1.5 ylı son anına kadar not ettiği ikinci bir günlükten oluşuyor.
Yazdıkları bir “intihar güncesi” sayılamayacağına göre, nasıl oldu bu iş?
Siyasal Bilgiler Fakültesi’ndeki Büyük Amfi’nin önünde tebessümle bekleyen, o belediye otobüsünde gülüşürken “Demek ki her şeyi yapabiliriz Ortak” diyen adamın bana hissettirdiği bir yanıt var.
Kemal, biraz tuhaf gelebilir ama, serpiştirdiği izlerle neredeyse tadını çıkararak veda etmişti.
Liseyi bitirdikten beş yıl sonra gitmeye karar verdiği üniversiteye, hayatta yapabileceği şeylerin sınırını belirlemek üzere gelmiş gibiydi. Hikâyenin ikinci bölümünü simgelediğini hissettirdiği “belediye otobüsü yolculuğu”na koyduğu mim bundandı:
“Hayatta her şeyi yapabiliriz.”
Kendisi için sonsuz olduğunu kısa sürede gördüğü sınırları onlarca insanın hayatı için de uzaklara taşımıştı. Artık planladığı şeyler için sadece zamana ihtiyacı vardı. Üniversite ve ardından geçen 15 yıla sığdırdığı şeylerin, bir ömürden çok daha fazlasını ifade etmesi bundan.
Hayatla yapılmış saydığı sözleşme bitmiş…Yüreğinin götürdüğü yere gitmişti.
Kendimi, 18 yılı O’nunla sürmüş, hâlâ devam eden bir filmin için gibi hissediyorum. Ilgaz’da yosun, Yedigöller’de yaprak toplarken hep sesini duyuyorum:
“Para kazanmaya çalışmayın, o çok kolay!”
Akan bir filmi izlemek için koşturarak girdiğimiz karanlık salonda, koltuklarımızı el yordamıyla bulmuş gibiydik. Iskalanan hayatı seyre daldığımızda ışıklar yandıkça, dolu sandığımız salonda aslında ne kadar çok koltuğun sahibini beklediğini fark ettik!
Russel Crowe’nun başrol aldığı Akıl Oyunları filminde Nobel ödüllü iktisatçı Prof. Nash, âşık olduğu kadın, “Hayatta iş dışında şeyler de var” dediğinde şaşırmış, bir çocuk sabırsızlığıyla atılmıştı:
“Neler onlar!”
Şimdi söz, benzer bir sorusu olanlara yanıt olabilecek efsanevi bir hayatın…
Şimdi söz, Ortağın!*
__________________________________________________
* Başucumda Hayat / Yapı Kredi Yayınları