Ceza Muhakemeleri Kanunu (CMK), Türk Ceza Kanunu (TCK) ile aynı süreçte te parlamentodan geçirildi. Kamuoyu ve medya, AKP'nin Anayasa Mahkemesi'nin yerel mahkemelerin itirazı üzerine iptal ettiği “zina” düzenlemesini yeniden suç olarak getirme girişimi üzerine çıkan krizle meşgul olurken, bugün karşı karşıya kalınan sorunlar yasanın çıktığı 2004 sonlarında kamuoyunda hemen hemen hiç tartışılmadı.
AKP'nin iktidara geldiği 3 Kasım 2002'den sonra geçen yaklaşık 9,5 yılda iktidarla muhalefet arasındaki en önemli uzlaşmanın konusu olan ceza reformu sırasında, ceza yargılamasında karşılaşılacak sorunlar, en hafif ifadeyle, atlandı.
MİT krizi üzerine hükümetin ilk kez canını sıkan bu sorunların başında, özel yetkili mahkemelerin yetkileri ile “tutukluluk” meselesi geliyor. Tutukluluk malum, hem 10 yıla varan süreler, hem de “katolog suçlar” söz konusuysa tutukluluk koşullarının gerçekleşmiş sayılacağına ilişkin hükümler nedeniyle birçok davada yargısız infaza dönüşmüş durumda.
Türkiye, vatandaşlarını “katolog suçlar” kapsamında bir çırpıda tutuklamak için tuhaf “terör” suçları icad eden bir ülke de oldu bu süreçte. Yumurta atmanın, poşu takmanın, hükümeti protesto etmenin, siyasi parti okullarında seminer vermenin, hatta çevre eylemi yapmanın “terör suçu” olarak ele alınıp yıllara varan tutuklamalarla cezalandırıldığına tanık olabiliyoruz.
Yeni CMK'da tutukluluk sürelerinin başlangıçta iki yıl olarak öngörüldüğünü, TBMM'deki komisyon aşamalarında, özetle devlete, parlamentoya, hükümete ve anayasal düzene karşı suçlarda 10 yıla kadar çıkarıldığını not edelim.
Ceza reformu sürecine akademisyen olarak önemli katkılar veren İstanbul Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Adem Sözüer'in yeni CMK tartışmaları sırasında yaşananları, yargıdan, DGM savcılarından, güvenlik bürokrasisinden gelen direnci anlattığı söyleşiyi okuyun. Prof. Sözüer'in T24 editörlerinden Hazal Özvarış'a yaptığı açıklamalar, CMK'nın yasalaşma sürecinde tutukluluk sürelerinin kısaltılmasına karşı çıkan bazı isimlerin bugün “tutuklu” olduğuna işaret eden ve yasadan çok uygulamadan kaynaklanan sorunları vurgulayan bölümleriyle ilginçti.
Evet, uygulama! CMK'nın 250. maddesinde sayılan suçlar yasada özel yetkili mahkemelere bırakıldı. Güncel tartışmalar, parlamentoya, devlete, anayasal düzene, hükümete karşı suçlar ile terör suçları üzerinde odaklanıyor. Bu suçlar öne sürülerek yapılan operasyon ve tutuklamalar Haziran 2007'den beri devam eden Ergenekon sürecinin de en tartışma yaratan faslını oluşturuyor.
Özel yetkili savcıların, 250. maddede sayılan suçlar söz konusu olduğunda “doğrudan” soruşturma yapabileceğine ilişkin CMK hükmü, eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'un tutuklanmasında bile işledi, ancak MİT operasyonunda siyasi iradesi de hedef alınan hükümete çarptı.
Ancak hükümet, ne yazık ki, MİT krizinin tek hayırlı sonucu olacak adımı atıp özel yetkili mahkemeler ile savcıların yetkilerini, yoruma yer bırakmayacak bir sınıra çekmeye yönelmedi. MİT görevlilerinin yargılanmasını zaten Başbakan iznine bağlayan İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanunu'nun 26. maddesine, bir daha özel yetkili savcıların el atamayacağı bir netlik ayarı yaptı. Bu arada, Oslo'da PKK ile yapılan görüşmelere istihbaratçı olarak değil Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı olarak katılan Hakan Fidan'ın durumu da dikkate alınarak, izinle yargılanacaklar arasına MİT mensuplarının yanı sıra “Başbakan'ın görevlendireceği kamu görevlileri” de ilave edildi.
Böylece AKP, CHP'nin milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılması önerisine yıllardır “biz bütün dokunulmazlıkların kaldırılmasından yanayız” cevabını vermesine rağmen, Türk hukukuna geçmişten beri hakim olan izinli yargılama düzenini tahkim etti.
Evet; özel yetkili savcılar ile mahkemeler; parlamento, hükümet, anayasal düzene karşı darbe hevesiyle hareket ettiklerini düşündükleri ya da “terör”le suçladıkları isimleri, kuvvet komutanı ve Genelkurmay Başkanı düzeyine kadar kimseden izin almadan sorguladılar, tutukladılar.
Sorgulanıp tutuklananlar arasında emniyet müdürleri de oldu.
Ancak sanmayın ki özel yetkili savcılar, son krizde tanık olduğumuz üzere sadece MİT mensuplarına dokunamadılar!
Bu özel, bu süper yetkiler daha önce de bir kez, sadece bir kez işlemedi. 19 Ocak 2007'de katledilen meslektaşımız Hrant Dink için açılan soruşturma ve davada süper yetkiler duruverdi. Misal, Dink'e saldırı ihbarını alan İstanbul Emniyeti'nden kimse; kâh dönemin valisinin, kâh idari yargının ret kararlarıyla örülen duvarlar aşılıp da sorgulanamadı, hâkim karşısına çıkarılamadı. Genelkurmay Başkanı'nı hiçbir kişi veya kurumdan izin almadan ifadeye çağıran, sorgulayan ve “özel yargılama yeri Yüce Divan değildir” gerekçesiyle tutuklayan bir düzen, evet, MİT krizinde durduruldu. Ama Dink cinayetinde durdurulmasına bile gerek kalmadan, durdu!
Üstelik, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Dink cinayetinde sorumluluğu olabilecek kamu görevlilerinin “etkin biçimde soruşturulmadığı” gerekçesiyle Türkiye'yi mahkûm etmesine rağmen durdu!
Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu'nun raporunda soruşturulması gerektiği belirtilen kamu görevlilerini soruşturamadı bu özel yetkili düzen. Soruşturmak bir yana, cinayet öncesinde, sırasında ve sonrasında İstanbul Emniyeti Müdürü olan Celalettin Cerrah'ı terfi ettirip vali yaptı. Vali olan Muammer Güler'i de terfi ettirip önce Kamu Güvenliği Müsteşarı, ardından da milletvekili yaptı.
Başbakan Tayyip Erdoğan, Hocalı katliamı için yapılan mitingde Taksim'de taşınan “Hepiniz Ermenisiniz – Hepiniz Piçsiniz” yazılı pankart taşıyıp Agos gazetesine yürümeye kalkışan beyaz bereliler için “münferit” dedi ya dün...
Hayır Başbakan, Hrant'ı öldürenler de, katillere sahip çıkanlar da, cinayette sorumluluğu olanları koruyanlar da, o pankartların taşındığı mitinge katılan İçişleri Bakan'ları da, özel yetkilere çizilen rotalar da münferit değil bu ülkede!
Ne yazık ki değil...