Kendi dünyası içinde kaybolan insanların radarına girmek zordur. Başkalarının, ötekilerin yaşadığı yıkımlar; başkalarına, ötekilere verilen acılar, o dünyalarda, üzerinden atlanıp geçiliverilecek bir su birikintisi kadar bile görünmez.
Türkiye'de milyonlarca insan; siyasetten iş dünyasına, tetikçilerin sözüm ona "gazeteciliğe" memur edildikleri medyadan bürokrasiye kadar kendi dünyaları içinde kaybolmuş muktedirlerin reva gördüğü acıları yaşıyor. Cumhuriyet davasının geçen hafta Silivri'de görülen ikinci duruşmasında iddia makamının tanık kürsüsüne çıkardığı iş adamı İnan Kıraç'ı izlerken de aynı şeyi düşündüm.
İnan Kıraç bu köşede ikinci kez söz konusu ediliyor. İlkini kızı İpek Kıraç yıllar önce Türkiye'nin zenginleri listesine girdiğinde "En zengin Türk’ olarak İpek Kıraç’ın hikâyesi" başlığıyla kaleme almıştım.
Suna ve İnan Kıraç'ın o yazıdaki serüveninde, insan olabilmenin doğumla değil değerle inşasına dair şahane bir hikâye vardı.
Türkiye'de gazeteciliğin yüz akı isimlerinden Rıdvan Akar'ın kaleme aldığı ve Suna Kıraç’ın “Beni yaşatan İpek’e” atfıyla başlayan “Ömrümden Uzun İdeallerim Var!” adlı biyografiden aktararak o hikâyenin başlangıcını hatırlayalım. Babası Vehbi Koç'la birlikte uzun yıllar Koç Holding'i yöneten ve 1990'lı yılların sonundan beri ALS hastalığına karşı büyük bir yaşam mücadelesi veren Suna Kıraç anlatıyor:
“Evliliğimizin 15 yılında çocuğumuz olmadı. Garip bir durumdu. Doktorlara gittik, çare aradık. Her ikimiz de de bir kusur bulunamadı. Oysa İnan'la mutluluğumuzu taçlandıracak bir evladımız olsun istiyorduk. Sonunda benim çalışma hayatımın çok stresli olmasından dolayı çocuğumuzun olmadığı teşhisi kondu. Teşhis bu sorunu ne kadar izah ediyordu bilmiyorum ama yaşama tarzım dikkate alındığında hak vermemek elde değildi. Günde hiç abartısız 18 saat çalışıyor, işten başka bir şey düşünmüyordum. Oysa arkadaşlarım çoluk çocuğa karışmışlardı. (…) Bir sabah yataktan kalktım, 'ben kararlıyım' dedim. Artık çocuğum olsun istiyordum. İnan, bu kararıma çoşkuyla katıldı. Çocuğumuzun ismini o koydu. 'Kızımızın adı İpek olsun' dedi...”
“Kararımı vermiş ama biraz abartmıştım. İkiz yavrularım, kızlarım olsun istiyordum. (...) Ancak bütün bu beklentilerime karşın aldığım kararın üzerinden tam üç yıl geçti. Artık İçten içe İnan'ın bu konuda yeterince duyarlılık göstermediğini bile düşünmeye başlamıştım. Bir sabah kahvaltıda İnan'a sitem ettim, 'Bugüne kadar bana verdiğin bütün sözleri tuttun ama bu defa olmadı' deyiverdim. İnan alınmıştı. Hemen gidip Çocuk Esirgeme Kurumu ile görüşmüş. Verilen yanıttta evlat bekleyen aileler arasında ilk sırada bulunduğumuz söylenmiş ancak ikiz kız bebekler bir türlü bulunamıyormuş."
"Bir Pazartesi günüydü. İnan heyecanla eve geldi. 'ikiz bulamamışlar ama tam bize göre olduğu söylenen bir kız varmış, gidip görmemizi istiyorlar' dedi. Hiç düşünmeden 'hadi gidip görelim' dedim. Açıkçası heyecanlanmıştım. Hastaneye gittiğimizde kızım, yavrum oradaydı. İpek henüz dört aylıktı. Kucağımdaydı. Sıcaklığı ve ilk bakışmamız olağanüstüydü. Ağladım. İş dünyasının bize kazandırdığı o tedbirlilikle İnan, 'bize bir gün izin verin, muayene ettirelim' dedi. O gün doktor bize bugün bile hiç unutamadığım çok özlü bir şey söyledi. 'Suna Hanım ağlayarak çıktıktan sonra, diyelim ki bu çocuk muayene sırasında sakat çıktı, artık onu bırakamazsınız, o artık sizindir. Hiçbir şey için vazgeçemezsiniz' dedi." "Eve döndüğümüzde karmaşık duygular içindeydik. Altüst olmuştuk. İpek'i orada bir başına bırakmıştık ama yüreğimiz, aklımız her şeyimiz İpek'te kalmıştı. Doktorun söylediklerini o gece daha iyi anladık. İpek'ten vazgeçemezdik, o bizimdi. Kızımızdı. Gittik ve yavrumuzu bağrımıza bastık... Türkiye'de ilk defa böylesine varlıklı bir ailenin üyesi evlat edinmeye karar verecekti...” 2011 yılında “En zengin 100 Türk” listesine 73. sıradan giren İpek Kıraç, 29 Kasım 1984’te doğan, Çocuk Esirgeme Kurumu’nun himayesindeyken 1 Şubat 1985’te Suna-İnan Kıraç çifti tarafından evlat olarak alınan İpek'ti.
İnan Kıraç'ı, Cumhuriyet davasının tanık kürsüsünde dinlerken bu hikâye bir kez daha zihnimde yürürlüğe girdi. Cumhuriyet gazetesinin yazar, muhabir ve yöneticilerini "terör örgütüne destek" iddiasıyla yargılatan iddia makamının tanığı İnan Kıraç, -diğerkâm olma veya ne derseniz deyin- İpek Kıraç'ın babası olma hikâyesindeki İnan Kıraç değildi.
İnan Kıraç'ın tanıklığına başvurulmasının nedeni, vaktiyle Cumhuriyet Vakfı Yönetim Kurulu üyesiyken mektupla gönderdiği oyun geçersiz sayılmasıydı. Vefat eden Prof. Aydın Aybay'ın yerine yeni üye seçmek üzere 2013'te toplanan Cumhuriyet Vakfı Yönetim Kurulu, o sırada tutuklu bulunan Mustafa Balbay'ın cezaevinden gönderdiği oyu kabul etmiş, ancak İnan Kıraç'ın oyunu "yurt dışında bulunmasını mücbir sebep kabul etmeyerek" geçerli saymamıştı. O seçimin ayrıntıları ve olan biten, 22 Nisan 2013'te bu köşede yayımlanan "Cumhuriyet gazetesinde neler oluyor?" başlıklı yazıdan okuyabilirsiniz.
Malum, Cumhuriyet Vakfı davası başka bir mahkemede görüldü ve temyiz aşamasında bulunuyor. Yine malum, Cumhuriyet Vakfı'ndaki bir anlaşmazlık, üstelik başka bir davanın konusuyken, çok sayıda yazı ve haber gibi bir "terör örgütü" davasının konusu yapılabildi.
İnan Kıraç, işte geçersiz sayılan o oyuna dair görüşleri için, adını yaklaşık 100 yıl önce Atatürk'ün koyduğu Cumhuriyet'in "terör örgütüne yardım ettiği" iddiasına dayanak arayan -ve bugüne kadar bulamayan- iddia makamınca tanık kürsüsüne çıkarıldı. Ve bilinen görüşünü yineledi, oyunun geçerli sayılmamasının doğru olmadığını dile getirdi, ki, vakıf davasının görüldüğü yerel mahkeme de -önemli soru işaretleri taşıyan bir sürecin ardından- aynı hükme vardı.
Olabilir. Kıraç yıllardır bu görüşü dile getirdi, getiriyor, sorun yok.
Sorun, Kıraç'ın söylediklerinden ziyade söyleyemedikleriydi. Tanık kürsüsündeki Kıraç, "Cumhuriyet gazetesi okumadığının" altını çizerken şunları söyledi: "Bir Cumhuriyet okuruydum ama artık Cumhuriyet gazetesini okumuyorum ve yayın politikasını da doğru bulmuyorum', derken bundan katiyetle terör örgütleriyle temas edilmesini kast etmedim. Temastan kastım örgütle temas değildir. Kastım İlhan Selçuk, Uğur Mumcu'nun yolundan kademe kademe ayrılmalarıdır."
Velhasıl İnan Kıraç, Silivri'deki tanık kürsüsündeyken, yanı başında tutuklu olarak yargılanan Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Murat Sabuncu, İcra Kurulu Başkanı Akın Atalay, Yayın Danışmanı ve yazar Kadri Gürsel ve Cumhuriyet muhabiri Ahmet Şık'a, tutuksuz yargılanan diğer yazarlara dönerek, "Evet, biz Cumhuriyet Vakfı'nda bir anlaşmazlık yaşadık. Ama bu insanları ve Cumhuriyet gazetesini 'terör örgütü' suçlamasıyla yargılayamazsınız, hapse atamazsınız" demedi, diyemedi.
Kendisini vaktiyle Cumhuriyet Vakfı yönetimine davet eden İlhan Selçuk tanık İnan Kıraç'ın bu hâline tanık olsa, memlekette ne kadarı mümkünse artık, "burjuvazi ve demokrasi" bahsini bir kez daha açar mıydı, bilmiyorum.
"En zengin Türk’ olarak İpek Kıraç’ın hikâyesi" başlıklı yazım şu satırlarla bitiyordu: "Bu yazıyı, İpek Kıraç’ın, hiçbir 'zengin listesi'ne sığmayacak gerçek serveti için yazdım. Zira ne listedeki sırası doğru İpek’in, ne “serveti” diye adının karşısına yazılan sayılar. Altına çekeceğiniz toplam çizgisi bir Suna Hanım edebilecek herhangi bir liste, herhangi bir sayı biliyor musunuz!.. "
Ya kendi dünyası içinde kaybolmuş İnan Kıraç? Silivri'deki tanık kürsüsünde hayatına çektiği toplam çizgisinin altına, İlhan Selçuk'un o ustura gibi sözünü de kaydettiğini biliyor mu:
Her insan, yaşamı boyunca kendi heykelini yontar!