“Milliyet’in sahibine devletin başka zirvelerinden de 'Yapma' diye özetlenebilecek telkinler geldiğine ise eminim...”
Bu sözler, 3 Ağustos Cumartesi günü Star'da yayımlanan yazısında Can Dündar'ın Milliyet'teki köşesinin kapatılmasını değerlendiren Fehmi Koru'ya ait. Koru, yazısında, Dündar ve öncesinde Hasan Cemal'in Milliyet'ten ayrılış sürecini değerlendirirken, “sorunu yukarılarda aramak yerine gazete yöneticileri ve medya patronları üzerinde aramaya yoğunlaşmak gerektiği” mesajını veriyordu.
Medyaya yapılan siyasi baskıyı rasyonalize etmeye çabalayan çok yazar oldu, ancak tecrübeli bir gazeteci olarak Fehmi Koru gerçeğin önemli, ihmal edilmemesi gereken bir boyutuna işaret ediyor. Milliyet olayında devreye girdiğine dikkat çektiği “zirve”lerden önce Koru'nun, Hasan Cemal'in T24'te yayımlanan yazısına atıfla başlayan 3 Ağustos'taki yazısından bazı satırları hatırlayalım:
“Hasan Cemal gazetesinden ayrılmak zorunda bırakılan Can Dündar’ın ardından yazdığı yazıya, ‘Beyefendi rahatsız olmasın gazeteciliği’ başlığını münasip görmüş. 'Beyefendi elbette Tayyip Erdoğan’dan başkası değil' demeyi de ihmal etmeyerek...
Ben yazısından ne anladığımı paylaşayım: ‘Beyefendi’ yani Tayyip Erdoğan rahatsız olduğu için, Milliyet, yazarı Can Dündar’ın işine son vermiş...
Acaba?
O zaman ben de bildiklerimi yazarım.
Konu henüz bu noktaya gelmeden bir aracı vasıtasıyla Başbakan Erdoğan’a iletildiğinde 'Ne münasebet efendim, ben gazetelerin içişlerine karışmam' cevabı alındığını, cevabın ilgilisi tarafından gazetenin patronuna iletildiğini biliyorum.
İşte Derya Sazak orada, kendisinden sorulabilir.
Milliyet’in sahibine devletin başka zirvelerinden de 'Yapma' diye özetlenebilecek telkinler geldiğine ise eminim.
(...)
Gazetesinden ayrılmasıyla sonuçlanan süreçte, Hasan Cemal’in kendisi de, Cine-5’te katıldığı Avni Özgürel’in programında, 'Milliyet gazetesinden ayrılmam aşamasında Başbakan Erdoğan'ın etkisi olmadığını düşünüyorum' demişti.
(...)
Siz bu işte bir tuhaflık görmüyor musunuz? Ben şahsen görüyorum. Faturanın yanlış kişilere kesildiğini düşündürecek kadar hem de...
Kimdir bu ‘Beyefendi’? Başbakan Erdoğan da onu merak etmiyor mu?”
Önce, Hasan Cemal'in Avni Özgürel'e söyledikleri için bir tamamlama kaydı düşelim. Özgürel, programda Milliyet olayını sorunca, Cemal bu konuya girmek istemediğini söyledi. Ancak Özgürel, “Başbakan gerçekten senin adını vererek mi atılmanı istedi” mealinde üsteleyince Cemal “bilmediğini, ancak buna ihtimal vermediğini” dile getirdi. Hasan Cemal, aynı programda başka bir şey daha söyledi ki, yapılan alıntılarda bu kısım genellikle eksik bırakılıyor. Cemal, Özgürel'e, 2 Mart Cumartesi günü yayımlanan yazısında “Gazete yapmak ayrıdır, devlet yönetmek ayrıdır. İkisi birbirine karıştırılmasın. Kimse de kimsenin işine öyle karışmasın” satırlarına Başbakan'ın aynı gün, kendi ifadesine de gönderme yaparak “Batsın senin gazeteciliğin” diye tepki gösterdiğini hatırlattı ve Milliyet'in patronu Erdoğan Demirören'in bu sözler üzerine “durumdan vazife çıkarmış olabileceğini” vurguladı.
İyi haber alan bir gazeteci olarak Fehmi Koru'nun, Başbakan'ın yeri geldiğinde, hangi köşe yazarının hangi gazetede yazacağı konusunda bile arzularını dile getirdiğini bildiğini tahmin etmek zor değil.
Bu hatırlatmadan sonra, asıl meseleye gelebiliriz. Zira bu noktada, ben de Fehmi Koru gibi, en az siyasi baskı kadar medya patronları ve gazete yöneticilerinin tavırları üzerinde de durmanın önemli olduğunu düşünüyorum.
Filmi biraz geri saracağım. Milliyet'in 28 Şubat'ta yayımladığı “İmralı tutanakları” haberine gelen tepkiler üzerine Hasan Cemal gazetenin manşetini savundu ve 2 Mart'taki yazısında “herkes kendi işini yapsın” mesajını içeren yazıyı yazdı. İşte bu yazının ardından, Erdoğan Demirören, Başbakan Tayyip Erdoğan tarafından arandığını ve bu görüşmenin ardından “hayatında hiç kimsenin kendisine bu kadar ağır laf etmediğini, telefonu kapattıktan sonra ağladığını” çevresindeki bazı isimlerle ve o sırada Genel Yayın Yönetmeni olan Derya Sazak ile paylaştı.
Başbakan gerçekten Demirören'i aradı mı, aradıysa “Hasan Cemal'i at” dedi mi bilmiyorum. Ancak Demirören'in meseleyi böyle koyarak Sazak'tan “Hasan Cemal ve Can Dündar'ın işine son vermesini istediğini” biliyorum. Bu noktada Başbakan'ın, Milliyet ve Vatan gazetelerini satın aldıktan sonra Erdoğan Demirören'in kendisini aradığını ve medya grubunun başına kimi getireceğini sorduğunu, kendisinin de Akif Beki'yi tavsiye ettiğini gazetecilere açıkladığını hatırlatayım.
Sazak'ın, Demirören'in Hasan Cemal'in işine son verilmesi talebini hemen kabul etmediğini, gazetenin en etkili yazarını bir süre korumaya çalıştığını biliyoruz. Ancak bu duruma rağmen, Sazak'ın, Hasan Cemal'in gazetedeki 15 yıllık köşesi kapatıldıktan sonra 25 Mart'ta yayımlanan editoryal yazısında, patrondan kaynaklı bir sorun olmadığını iddia edebildiğini de biliyoruz. Gerçekten de Sazak, “Masum değiliz hiçbirimiz” ifadesini de kullandığı o yazıda şunları diyebildi:
“Hasan Cemal, salı günü yazılarına başlayacaktı. Başbakan’a yanıt ve ‘medyadaki sermaye yapısını’ sorgulama konusundaki ısrarı nedeniyle, yayımlamadım. Erdoğan’a yanıtını zaten 2 Mart’ta vermiştik. Erdoğan Demirören’le ilgili tercihimizi ise aylar öncesinde topluca yapmıştık. Kürt meselesinin çözüm süreciyle medyada yüzyıllık kavram olan ‘sermaye yapısı’ tartışmasının herhalde zamanı değildi! Yazıyı basmadığımdan sayın Demirören’in sonradan haberi oldu!..”
Sazak'a göre “Hasan Cemal, o yazıda ısrarın gazeteyle ‘vedalaşmak’ olacağını biliyordu. Çünkü gazetecilikte mesleki etik kadar, gazeteci-yayıncı ilişkilerini tanımlayan ‘iş etiği’ de geçerliydi.”
Gazetenin manşetini savunduğu için gazetedeki köşesi kapatılan Hasan Cemal'den sonra sıra Can Dündar'a geldi. Sazak, yaklaşık dört ay sonra, aynı Hasan Cemal olayında olduğu gibi yazıları zaten bir süredir “izin formülüyle durdurulmuş” olan Dündar için “Onu da at” talebine muhatap oldu. Dündar krizi sürerken, Sazak'ın genel yayın yönetmenliğine son verildi.
Sazak 30 Temmuz Salı günü Milliyet Genel Yayın Yönetmenliği görevinden alındı. Ertesi gün, hakkındaki karar çoktan verilmiş olan Can Dündar'a tebligat da Erdoğan Demirören tarafından telefonla yapıldı. Sonrası malum, Milliyet Genel Yayın Yönetmenliği görevine, Ankara Temsilcisi Fikret Bila getirildi.
Aslında, Erdoğan Demirören ile oğulları Yıldırım ve Tayfun Demirören, Sazak'la yollarını daha önce ayırmaya karar verdiler. Sazak'ı hem “masraflı” buluyorlardı, hem de ısrarla gazeteden atılmasını istedikleri Can Dündar ile birlikte protestolar sırasında Gezi Parkı'na gitmesi gibi nedenlerle “dikkatsiz” buluyorlardı. Hatta, resmen görevden almadan önce Derya Sazak ve Can Dündar ile yollarını ayırdıklarını gazeteden anons ettirmek istediler. Ancak bunun şık olmayacağı kendilerine anlatıldı.
Bu "masraf" meselesi Demirören ailesi tarafından sık telaffuz ediliyor, mesela Sazak'ın bir süre önce satın aldığı yat için gazeteden bir ekibi Napoli'de görevlendirdiği konuşuluyor.
Demirörenlerin, Dündar ve Sazak ile yolların ayrıldığını, kendilerine de haber vermeden duyurmak istemelerindeki ısrarının nedeni çok kısa bir süre sonra anlaşılacaktı. Artık, yazının başında alıntıladığım Fehmi Koru'nun sözlerine dönebiliriz. Koru, “Milliyet’in sahibine devletin başka zirvelerinden de 'Yapma' diye özetlenebilecek telkinler geldiğine eminim” diyordu.
Koru'nun yazısında geçen “zirve” tarifi, elbette akıllara Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ü getirdi. Nitekim Gül, Letonya gezisi sırasında (2 Nisan) Hasan Cemal olayına ilişkin olarak yöneltilen soru üzerine; baskı varsa da, yoksa da, her durumda Milliyet'i ayıplayan bir açıklama yapmıştı. Gül'ün sözlerini hatırlayalım:
“Açıkçası Hasan Cemal’e karşı yapılan çok büyük bir ayıptır. Yani fikirlerini tutarsınız, tutmazsınız o ayrı, ama bunları samimiyetle yazıyor. (...) Ben gazetesini söylüyorum açıkçası... Yani eğer gazetesine varsa bir empoze, gazetesi de orada direnecek kardeşim... İşte Başbakan da söyledi, diğerleri de söyledi, ‘Böyle bir şey bizden yok’ diye.”
Velhasıl Fehmi Koru haklıydı. Zira Demirörenler yaz dönemi çalışmaları için İstanbul'da, Huber Köşkü'nde bulunan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'den davet almışlardı. Ve Köşk'te görüşmeye gitmeden önce, olası bir rica karşısında Cumhurbaşkanı'nı kırmamış olmak için Derya Sazak'la yollarını ayırdıklarını resmen duyurmuş bulunmayı arzu ediyorlardı.
Her neyse, bu anons yapılmadı ve Demirörenler Huber Köşkü'ne gittiler. O sırada Milliyet'te gergin bir bekleyiş vardı. Zira Derya Sazak, kendisiyle defteri kapatmış olan Demirören'lerin Köşk'te karar değiştirmek zorunda kalacaklarını umuyordu. O kadar ki, gazetede, tanıkların da bulunduğu bekleyiş sırasında birkaç kez Huber Köşkü'nü arattı:
“Cumhurbaşkanı ile görüşme başladı mı?”
Nihayet “Başladı” cevabı gelince Sazak'ın, kendisinin genel yayın yönetmenliğinden alınması konusunda “bakalım o kadar kolay olacak mı” mealinde umut belli ettiği anlatılıyor.
Köşk'teki görüşmede ne konuşuldu bilmiyorum. Fehmi Koru, medyaya karşı tahammülsüzlük meselesini dert ettiği bilinen Cumhurbaşkanı'nın Demirören'lere “Yapma” dediğini yazıyor.
Ancak sonuç değişmemişti. Huber Köşkü'nden dönünce Milliyet binasının, patronların odasının bulunduğu 8. katına çağrılan isim Derya Sazak değil, Fikret Bila oldu. Ve Demirören'ler Sazak'la yollarını kesin olarak ayırdıklarını duyurdular.
Bu arada Sazak'ın Milliyet'te köşe yazarı olarak kalma formülü gazete kamuoyunda şaşkınlık yarattı. Belki Köşk görüşmesi Sazak için “inadına Genel Yayın Yönetmenliği”ne devam etme imkânı sağlamasa da, köşe yazarı olarak kalma arzusunu geçerli kılmıştı. Bunu bir bilgiye dayanarak değil, sadece tahmin olarak dile getiriyorum.
Evet, bugün Türkiye'de siyasi baskı nedeniyle işsiz bırakılmış, köşesi kapatılmış, programı kaldırılmış onlarca gazeteci var. Ancak bir demokrasi sorunu haline gelmiş Türkiye medyasını sadece siyasi baskıya mercek tutarak anlayamayız.
Ana akım medyanın haberciliği öteleyen sermaye yapısı, medya sahibi grupların diğer çıkarları nedeniyle gazeteciliği örseliyor, siyasi baskının menziline çok daha kolay sokuyor. Ve medya elitleri bile yeri geldiğinde siyasi baskıyı kullanmak isteyebiliyor!
Diğer yandan baskı mekanizmasının iktidarların zayıf olduğu dönemlerde tersine işlediğini, medyaya girmiş sermaye gruplarının siyaset üzerinde nasıl baskı kurduklarını da biliyoruz.
Nerede olursa olsun “gazeteci” olarak kalmayı başaran meslektaşları tenzih edelim. Ancak grup medyalarında, siyasi baskıdan sermaye yapısına ve medya elitlerine kadar uzanan bütün ihtimaller gazeteciliğin doğasına aykırı sonuçlar üretiyor.
Konfüçyüs der ki...
En zor şey, karanlık bir odada bir kara kediyi bulmaktır, özellikle odada kedi yoksa!