Bazen yaşadığım hayatın bir rüya olabileceği ihtimalini düşünüyorum. Öyleyse 53 yıldır süren ve hâlâ devam eden bir rüyanın içindeyim. "Rüya" diyorum, evet; kâbus demeye dilim varmıyor çünkü. Öyle dersem, çocuklara haksızlık etmiş ve gördükleri her şeyde hâlâ türlü türlü mucize arayan; "bitmesin" diye Tanrı'ya için için yalvaran algı ve duyarlılıklarını değersizleştirmiş olurum. Ayrıca çok dramatize etmeden biliyorum, hayatta güzel şeylerin var olduğunu ve olacağını. Ama gördüğümüz şeylerin hissettirdiği olumsuzluklar sebebiyle bu rüyada bir kasvet olduğu da aşikâr. Hayata gözlerimizi yumduğumuzda uyanacağımıza göre çevremizdekilere anca o zaman anlatabileceğiz bu rüyada neler olup bittiğini.
Bu histen doktora bahsettiğimde bir şey demeden öylece dinliyor. Sözlerimi bitirip karşılık beklediğimde ise gözlerini kaçırarak derin bir nefes alıyor, o kadar. Anladığım, bu duygusal firarların hastayı melankoliden bir nebze uzaklaştırdığını düşünerek ya bu durumu onaylıyor ya da için için sevinerek o da benim gibi düşünüyor. Yani, o da içinde yaşadığı şiddet ve kötülük ortamını bu rüyanın bir parçası olarak görüyor.
"Şimdi düşüp ölsem; kalktığımda ne diyebilirim, neyi-nasıl anlatabilirim çevremdekilere?" diye soruyorum ama cevap yok! Kim toplanacak etrafıma ve eşi, dostu, nüfuzu olmayan benim gibi birini kim dinleyecek? Doktora göre uyku ile uyanıklık arasında ince bir çizgi var ve dışına çıkmadan o çizgi üzerinde kalmayı başarabilirsen, uyanık olanlara -yani halen bizim tarafta olanlara da- anlatabiliyormuşsun gördüklerini. Hani bazen uykuya tam geçmemişken rüya görmeye başlıyoruz ya, onun gibi bir şey. Doktor 'esrime çizgisi' diyor bu durumun adına. Sanırım araf dedikleri şeye benziyor. Ama burada, bu çizgi üzerindeyken gördüklerinizi ve onların hissettirdiklerini simültane olarak hemen anlatmalıymışız, yoksa uyandığınız zaman zihinsel olarak hiçbir şey kalmıyormuş geriye. Bellek hemen siliyormuş yaşadığımız şeyleri...
Meselâ Mersin'deki vukuat geliyor aklıma. Gördüklerimi nasıl anlatacağım? Gecenin bir yarısı görevi başındaki polisin duyduğu sesler üzerine güvenlik kulübesinden fırlaması... Çevresinden vınlayarak geçen kurşunların arasından elinde tabancasıyla, korku ve heyecan içinde kendine bir pozisyon yaratmaya çalışması... Buna mukabil kararsız adımlarla o tarafa doğru yürüyen iki genç kadın: "Biraz sonra etkisiz hale getirilecek iki terörist!" Birinin ayakları birbirine mi dolanıyor ya da öbürünün hareketlerinde geri dönmek isteyen bir tutum mu var, yoksa bana mı öyle geliyor?
"Oraya motorlu paraşütlerle indikten sonra olay mahalline yürüyerek intikal etmişler," diyorum, rasyonel ve öyle olduğu kadar da somurtkan doktora. Gözlerini dikmiş devam etmemi bekliyor. Genelde ben durunca o konuşur ama şimdi sürekli olarak "Ee?" diye sorup duruyor. "Polisi şehit ettikten sonra o iki terörist üzerindeki patlayıcıları patlatarak ya da polis kurşunlarından kaçamayarak orada can veriyorlar. Kameralar göstermiyor nasıl olduğunu... Sadece patlama seslerini duyuyoruz... Ama bir-iki gün sonra onlardan birinin meğerse orada değil, dağdaki kamp yerinde olduğunu öğreniyoruz." "Nasıl?" diye gürleyerek soruyor doktor. Tamam özelde değilsin, devlette çalışıyorsun; yaptığın iş sana zor gelebilir ama bir insan bu kadar mı somurtkan olabilir? Kafaca bizden üstün olabilirsin ama bu denli serinkanlı olmadan, despotça gösterişlere başvurmadan, başka insanları sürekli olarak buyruğuna çağırmadan dinleyemez misin? Çünkü insan bir bilgiyi eksiksiz vermek istedi mi, sırf bu iddiası yüzünden bile yanlışa düşebiliyor... Neyse, sabrım tükenmeden cevap veriyorum: "Vaktiyle hazırlanan tutuklu gazeteciler raporu vardı ya! İşte o raporda adı geçen gazetecilerden biri de bu kadınmış..."
Sonra başkalarının safsatasını ifade ederken utanan insanlar gibi yavaş yavaş kekelemeye başlıyorum: "Yetkililer de bunun üzerine.. bu örgüt mensubu.. sözde ölümsüzler raporu.. pardon, sözde ölümsüzler taburu.. sabotajcı eğitimi.. Türkiye'de eylem.. parmak izleri.. eşleşen parmaklar.. örgüt açıklaması.. Zozan arkadaş.. yani aslında Dilşah arkadaş.. ana fikrin nedir.. örgüte mi sığındın?" diye telaşla okuduklarımı kusar gibi boca etmeye çalışıyorum doktorun masasına.
"Bi sakin olsana," diyor yine o nemrut sesiyle. "Bi nefes al! Tane tane anlat şunu, sıralamayı bozmadan!" Gördüklerimi bir fikrî takip içinde anlatabilmek hiç yapamadığım şey. Bunun da bir tedavi yöntemi vardır sanırım ama konumuz değil; konumuz o an 'sakin' sözcüğünün nasıl iyi geldiği ve bir parasetemol etkisiyle içimi nasıl ferahlattığıdır. Sakinleştiğinde her şey değişiyor ve bir bakış derinliğine sahip oluyorsun...
"Eylemci kızın doğum yeri ve yılı dışında bir bilgi göremedik medyada. Meselâ kimin çocuğu, neden bir basın mensubu iken ataması dağdaki kamp yerine yapılmış? Objektiflere bakarken neden bu kadar zayıf ve sağlıksız bir görünüm arz etmekte? Neden bir pamuğa kloroform dökülmüş de yüzüne tutulmuş gibi bir havası var? Neden bir kadın gibi değil de liseli bir kız çocuğu gibi görünmekte.." "Şşt, tamam," diyor doktor. "Dur orada, girme o konulara. Çevrendekiler ne diyor bu duruma, onu söyle?"
Gözleri her zaman gittiğim doktorun değil de başka birinin sanki; derin bilgilere sahip bir siyaset bilimcinin çatılmış kaşlarıyla cevap bekliyor: "Onca başarısız politik hamleden sonra herkeste bir aşağılanmışlık ve ezilmişlik duygusu oluştu. Şimdi artık bir politikacının saçma-sapan yorumlarına karşı nasıl davranılır, herkes biliyor! Herkes kendinde büyük bir güç görüyor ve fırsatını bulduğu anda da uçarıca davranıyor. Meselâ abesle iştigal eden tüm siyasi figürlerle ters düşmek için hemen egemen söylemle ya da ana akım medyayla alay etmeye başlıyorlar. Artık sosyal medya diye bir şey var!"
Şimdi de içeridekileri soruyor, sanki dışarıdakiler bitmiş gibi: "Hangisi? Hangi birinden bahsedeyim istiyorsunuz?" "Demirtaş meselâ?" "Ah ah, sormayın onun başından geçenleri!" "Azar yediği doğru mu, üst yönetimden?" diye bir soru atıyor ve bir görseniz kendi zevzekliğine kendisi nasıl sırıtıyor! Ama sakinliğin önemini az önce not düştüğüm için "Boşver," diyorum kendi kendime. "Bu da bir düşünce! Alayla karışık olsa da bir yorum ya da bir bakış açısı. Tıpkı bu tür siyasi restleşmelerde 'tezgâh' arayanların yaptığı gibi. Bir düşünceyi 'talihsiz' saymadan önce iyisi mi cevabı halkın kendisine ya da geleceğe bırakmalı. Ama yine de ona kendi adıma bir cevap vermeden edemeyeceğim:
"Demirtaş'ın durumunu nasıl olduğuyla değil, nasıl olmak istediğiyle yargılamak lazım. Herkes ona, sanki yeni bir söz söylemek için yalnızca o görevliymiş gibi davranıyor. Bu da haliyle üzerinde baskı oluşturuyor. Ama yine de geçmişten gelen ve bugün de devam eden diğer olumsuz yakıştırma ve sıfatlar kadar ağır değil bu baskı. Bence de şovenist ve milliyetçiliğe meyilli Kürt aydını ya da siyasetçisi yok değil. Ama bunların çoğu zaten halkıyla ve kültürüyle bağını koparmış isimler. Bu bakımdan kendi adıma, adını andığım akımları ona yakıştıramam doğrusu, bence olsa olsa bir çeşit 'ülkücülüktür' onunkisi. Birlik, beraberlik ve kardeşlik ülküsüne inanıyor o (evet; bu üç unsur bir araya gelince onun da bir 'ülkücü' gibi davrandığı iddiasından kendi adıma imtina etmiyorum, var mı!) Tüm halkların barış içinde ve bir arada yaşama ilkesine sonuna kadar inanıyor. Bir zaafı varsa eğer, inandığı şeylere Kürt halkının belki de bütün halklardan daha yatkın olduğunu dile getirmek ve ısrarla bunu iddia etmekten başka bir şey değil." Kürtlerin halk olarak kalıcı ve süreğen bir barış ortamı yaratmak dışında kendisi için belirlediği bir görev yok. Varsa da bunun Türkiye'nin birliği ve bütünlüğü olduğunu o hepimizden iyi biliyor. Demirtaş için Türkiye ve onun yazgısı kendi ulusu kadar bir değer taşımıyorsa, bütün bu kardeşçe, bir arada ve barış içinde yaşama iddiaları boş laftan öteye gidemez... "Gerçekten böyle mi düşünüyorsun?" Evet, diyorum ve onun 6-7 yıl önce verdiği bir röportajda ortaokuldayken astsubay olmak isteğinden bahsediyorum.
"Bir komşuları varmış, astsubay olan. Onların çocuklarıyla oynarken imrenirmiş ve astsubay olmak istermiş." Biliyor musun, kendimden biliyorum; o bölgede yaşamış, yaşayan ve yaşayacak olan bütün çocuklar bunun gibi hep bir imrenme duygusuyla büyürler. "Ama aynı röportajda Kürt olmanın ne demek olduğundan, Halepçe katliamından falan da bahsediyor? Soruya soruyla karşılık vermekten hoşlanmasam da, Kutsal Kitap'ta, Süleyman'ın Meselleri'ni okuyup okumadığını soruyorum doktora. Cevap gelmeyince ona Meseller, bölüm 23:29'daki sözleri söylüyorum: "Ah çeken kim? Vah çeken kim? Kimdir çekişip duran? Yakınan kim? Boş yere yaralanan kim? Gözleri kanlı olan kim?" Yine kalkmış "Hiçbir şey anlamıyorum!" diyor bana. Eskiden "hiçbir şey anlamıyorum," dedin mi senin budala olduğunu düşünürlerdi, şimdi ise gösterişli bir durum sayılıyor bu. Şimdi herkes genelde budalalığı kendine kondurmadan, "anlamayan sadece ben miyim?" sorusunu kendine sormadan, sadece başkasının akılsızlığından kuşkulanıyor. Zamanımızda sağduyulu olabilmek, empati yapmak, objektif düşünmek o kadar zor ki, kişiye pahalıya patlayabiliyor. Bir şeyleri birazcık anladığını, sezdiğini dile getirmek istersen hemen seni bir kenara alıyorlar ya da içeri koyuveriyorlar. Oysa ki sen, yufka yürekli bir insan değil, her şeyden önce eşit haklara sahip bir yurttaş olmanın bilinciyle yapmışsın bunları, kişisel ve içten bir fedakârlığın ötesinde bir yurttaşlık görevinin yerine getirilmesi olarak görmüşsün... ama sonra bir de bakmışsın ki çevrende kimse kalmamış. Çevrende konuşacak bir kimse bile kalmamış!.. ...
"Bence ilaç tedavisine devam edelim," diyor doktor. "Bildiğim yeni bir ilaç var, bu sefer onu deneyeceğiz, olur mu?" Ondan şifa talep ederken nasıl bir manzara oluşturduğumuzu tahmin edebiliyorum. Ama bu manzarada bir ilginçlik olduğunu iddia etmenin zamanı değil şimdi. Kısaca "olur, deneyelim." diyorum, bir arada yaşama bilinci bunu gerektiriyor çünkü. Birini ötekine karşı sorumlu kılarken aynı zamanda dayanışma ve yardımlaşmayı (yeri geldiğinde fedakârlığı da) kabul edebiliyor insan. Kalabalık bir düzen içinde bile toplum öğretisi kişiyi her davranışıyla bağlayabiliyor. Hatalarımız, içten pazarlıklarımız, kin ve intikamcı duygularımız; kişiliksizliğe varan her türlü kötücül tavır ve davranışlarımız da dahil buna! Doktor, reçeteyi elime sıkıştırırken, "terapiye de ara verelim biraz," diyor. "Bir müddet bu ilaçla devam edelim yola!"
Reçete yazısının altındaki imzaya bakıyorum ve bir an bizim doktor ile Ali Rıza Amca'nın merhum oğlunun adaş olduğunu ayrımsıyorum. Daha eczaneye gidip ilacımı almadan yine bir halkalar kümesi oluşuyor gözümün önünde ve ben elimi uzatarak, hayali de olsa, o kümeden bir 'ayrımsama zinciri' oluşturmaya çabalıyorum: Önce Ali Rıza Aslan geliyor gözümün önüne. Oğlunun kemiklerini ilgili kurumdan aldıktan sonra kaldırımda önce sağa, sonra sola, sonra tekrar sağa bakarken neler düşünmüş olabileceğini ayrımsıyorum.
26 yıl önce evindeki halini; kollarıyla yenidoğan oğlunu sarmalayan hanımının loğusa yatağı karşısında dizlerinin üstüne nasıl çöktüğünü ve onlara nasıl baktığını ayrımsıyorum. Sonra Kürtlerin ağırlıklı yaşadığı bir coğrafyada; küçücük toprak evin tozlu bir odasında, çocuğun adı üzerine yaptıkları, kısa ve özlü Kürtçe konuşmayı ayrımsıyorum. Ali Rıza Amca'nın 90'lı yılların ortasında oğluna Kürtçe yerine en hassasından Türklüğü ve Türkçeyi imleyen bir adı koymasındaki, koyabilmesindeki cüreti ayrımsıyorum. Bu adı koyduktan sonra hiçbir hesap-kitap yapmadan, ince ince düşünmeden, ait olunan kültürü, çevreyi, geleneksel özellikleri vs hesaba katmadan davranmaktaki serbestliğin ne güzel olduğunu ayrımsıyorum. Sonra bunun halkların demokrasisi dediğimiz şeyin ta kendisi olduğunu ayrımsıyorum. Özgürlük dediğimiz şeyi hayatın diğer alanlarında görememenin, meselâ bir astsubay okulunda okuma hayali kurduğumuzu ifade edememenin bizi nasıl baskıladığını, nasıl köşeye sıkıştırdığını ayrımsıyorum... Ayrımsamak iyi bir şeydir ve düşüncenin kardeşlerinden biridir. Ayrımsamak, bir bilgi, bir öneri, bir tavsiye olmasının yanısıra olup bitenin bilincine varmak; hiç yoktan akıl yürütmek demektir. Daha eczanenin önüne varmadan ve o kutudaki ilaçları içmeye başlamadan iyi hissetmek demektir.
Bu yazıyı ve yazarını 'talihsiz' saymadan esas kararı geleceğe bırakmak ve belki de halkın biraz daha nefes alabileceği zamanları beklemek demektir, ayrımsamak.