Türk aydını bazen muhalif görünse de, özünde hep resmi ideoloji sınırları içinde hareket eder. Zaman zaman dönemsel olarak, resmi ideolojiyi savunan aydınlar da hapse girmiş ya da işkence görmüştür.
Şinasi’den “ma’rifet güneşinin batıdan doğduğunu” iddia eden Namık Kemal’e, Prens Sabahattin’den “ülkeye Avrupa’nın iyi bir öğrencisi olmak” rolünü biçen Abdullah Cevdet’e Türk aydın tipi tarihsel olarak Avrupa merkezci olmuştur. “Batılılaşma=çağdaşlaşma” Kemalizmin de başlıca şiarlarından birisidir.
Avrupa’ya eleştirel yaklaşan sağcı ve din merkezli düşünen aydın tipi de, özünde Avrupa merkezcidir. Çünkü bunlar, Avrupa’ya ve Anglo-sakson uygarlığına -onu reddederken bile- bir aşağılık kompleksi ve hayranlıkla yaklaşır. “Alman filozofu Nietzsche’nin hayal ettiği üst insanlar Türklerdir.” diye yazan Türk ırkçılığınınn kuramını geliştiren Kürt asıllı Ziya Gökalp bile, Avrupa uygarlığını tümden reddetmiyordu. Hilmi Ziya Űlken, Mümtaz Tarhan da bu çerçevede değerlendirilebilir.
Celal Nuri İleri ise, Türk milletinin fikir hürriyetinin tadını pek tatmadığını, fikirlerin özgür olmadığı yerde hiçbir ilerleme ve yenilik olamayacağını ifade ederek, militarizmin atavizm ile Türklerin kanına girdiğini saptıyordu.
Türk aydın tipi Osmanlı’dan bugüne, hep Avrupa merkezci bir bakış açısına sahip olmuş ve oraya sığınmıştır. Yazarların bazıları da, yazdıklarını da Avrupalıyı düşünerek, oryantalist bir bakış açısıyla yazmışlardır.
“İnsan Hakları Tarihi’ adlı kitabımda bu konuda şunları yazmışım: “Tarihsel olarak Türk toplumlarında aydınlar, resmi ideolojiden entelektüel bir kopuş gerçekleştirememiştir. Herşeyin devletin güçlüğü kutsallığı üzerine kurulduğu Türk toplumsal yapısında, ‘aydın hareketi’ de statükocu (status quo) temeller üzerinde şekillenmiştir. Devlete karşı ve rağmen aydın olmaktan kaynaklanan bağımsızlığını değil, devleti –dolayısıyla kendi çıkarlarını- koruyan bir anlayış egemen olmuştur. Bu nedenlerden dolayı ‘Türk aydın hareketi’ bir entelijensiya (intelligentsia) hareketi olamamıştır, bu anlamda bir Türk entelijensiyasından söz etmek olası değildir. Bu “aydın tipi” zaman zaman devletle konjonktürel olarak çelişse bile genel olarak resmi ideoloji sınırları içerisinde düşünen-konumlanan bir yapıdadır. Osmanlı dönemindeki aydınların da büyük bölümü devlete göbekten bağımlıdır. Türklerde sivil toplum ve özgür düşünce gelişemediği için Türk aydın tipi de askeri otoriteye bağlı, cuntacı militarist karaktere sahiptir.” (Erol Anar: İnsan Hakları Tarihi, s. 121-122)
Kendisini liberal olarak tanımlayan aydınların birçoğu da özünde resmi ideolojiden kopamamış, onun sınırları içinde düşünmüş ve konumlanmıştır. Zaman zaman istikrarsız çıkışlar yapsa dahi liberal aydın tipi de (istisnaları vardır.) özgür düşünen ve davranan bir karaktere sahip olamamıştır. Sağdan sola, liberalden islâmci aydın tipine kadar-bazı istisnalar dışında- tümü resmi idelojinin içinde konumlanmakta ve özgürce düşünerek kendisini ifade edememektedir.
Elif Şafak da Pamuk’un gittiği yoldan giderek, “Avrupalı ve ABD’li okurlara hitap eden ve iyi PR (Public relations=halkla ilişkiler) çalışması yapabilen” yazarlardan oldu. Bu yazarlar, uluslararası edebiyat pazarına (international marketing literature) girdiler.
Şafak, “Ortak Yaralarımız” başlıklı 25 Nisan 2013 tarihli yazısında, Londra’da katıldığı bir söyleşiyi anlatarak şöyle yazıyor:
“Derken bir erkek dinleyici söz alıyor ve soruyor pat diye: ‘Bir Türk edebiyatçı olarak Ermeni soykırımı hakkında ne düşünüyorsunuz?’ Salona sessizlik hâkim oluyor. Herkes merakla bekliyor ne diyeceğimi. İçimden bir ses çetrefil suallere cevap vermek yerine gidip sakin bir köşede, kendi hayal âlemimde yazmak istiyor. ... Dinleyiciye verdiğim cevapta açık yüreklilikle ve yapıcı bir dille konuşmaya gayret ediyorum. Ve bitirirken diyorum ki: "Son tahlilde Türklerin daha fazla hatırlamaya ihtiyacı var; diaspora Ermenilerinin de daha fazla unutmaya galiba. Bize daha çok hafıza lazım; sizlere daha çok hafızasızlık. Ancak böyle dengeleyebileceğiz. Yoksa nefret nefreti doğurur. Sert söylemler sert söylemleri." (yazının tamamı bu linkten okunabilir: http://www.haberTürk.com/yazarlar/elif-safak/838809-ortak-yaralarimiz)
“İçimden bir ses çetrefil suallere cevap vermek yerine gidip sakin bir köşede, kendi hayal âlemimde yazmak istiyor.” “Türklerin daha fazla hatırlamaya ihtiyacı var; diaspora Ermenilerinin de daha fazla unutmaya galiba.” sözlerine gelince bunlar dengeci yaklaşımın ürünü olarak söylenmiş sözler.
Tarih bir unutma ya da hatırlama sorunu değil, herşeyden önce bir yüzleşme ve gerçekleri ortaya çıkarma sorunudur. İki ana tarih anlayışı vardır: Birincisi devletlerin oluşturduğu ve yalanlardan, kazanılmamış zaferlerden ibaret olan resmi tarih anlayışı; diğeri ise nesnel, gerçekçi bir biçimde tarihsel koşulları ve dönemleri de dikkate alarak oluşturulmuş özgür tarih anlayışıdır.
Ermenilerin neden unutmaya ihtiyacı olsun; sorun unutma ya da hatırlama sorunu değil, tarihsel bir gerçeklikle, bu coğrafyada yaşanmış en büyük tragedyalardan birisi ile yüzleşme sorunudur. Doğrusu, tarihle özgürce yüzleşmek ve soruna resmi tarih anlayışının dışında objektif bakabilmektir. Gerçekleri dile getirmek nefreti doğurmaz, tam tersine gerçeklerin üstünün örtülmesi nefreti doğurur ve besler. Sorun, konunun özgürce tartışılıp, gerçeğin tanınması ve gereğinin yapılması sorunudur. Birçok Türk yazarının sorunu budur: böylesi tabu konuları çetrefil olarak görürler ve değinmekten, yüzleşmekten kaçınırlar. Orhan Pamuk bir iki kez değindi bu konuya sonra, kendisine yönelen milliyetçi ve ırkçı tepkileri göğüsleyemedi, sustu. Bir aydın söyleyeceği sözü bilmeli, araştırmalı ve ona inanarak söylemelidir. Ya da taşımayamayacağı, arkasında duramayacağı sözü söylememelidir.
Şafak’ın yukarıdaki sözlerinden ne demek istediğini ben anlayamadım, biraz kaçak oynuyor gibime geldi. Şöyle de diyebilirdi aynen Hakan Şükür gibi; “Ben bilmem bu konuları büyüklerim bilir, devlet baba bilir.”
Oysa eğer biraz resmi tarih dışında düşünüp özgürce araştırsalar, bu konuda gerçekçi bir düşünceye ulaşmaları hiç de zor değil. O zaman böyle “çetrefil suallere” dolambaçlı yanıtlar vermek zorunda da kalmayacaklar. Zaten sorun da burada, öyle bir düşünceyi taşımak ve savunmak, pazar açısından sakıncalı olabilir diye düşünüyorlar. Yine PR -halkla ilişkiler –sorunu özünde ve elbette düşündükleri, hesaba kattıkları bir de SR (State relations=devletle ilişkiler) var.
Orhan Pamuk, Nobel Edebiyat Ȍdülü’nü almadan önce birkaç kez çıkış yapmış, yabancı dergilere bir iki yazı yazmış ve yine yabancı birkaç gazeteye devleti eleştiren demeçler vermiş ve bu süreçte yargılanmıştı. Bu yargılama, Avrupa’da çok ilgi çekti. Ve sonrasında Nobel kazandı. Nobel’i bu sözlerinden dolayı ya da yargılandığı için kazandığını söylemiyorum. Fakat şu bir gerçek ki, Pamuk bu ödülü kazandıktan sonra bir sessizliğe gömüldü ve hükümeti destekleyen açıklamalar dışında hiçbir eleştiride bulunmadı. Sanki amacı Nobel kazanmakmış diyenlere hak verdirdi.
Oysa o Nobel Edebiyat Ȍdülü’nü elinin tersiyle itenler de vardı. “Çağının vicdanı” olarak nitelenen Fransız yazar ve filozof Jean Paul Sartre, Nobel Edebiyat Ȍdülü’nü reddeder.
Kimse bir yazarın her gün güncel siyasetle ilgi demeçler vermesini beklemiyor; ama bir aydın olarak sorumluluğunu yerine getirmesi gereken bir durumda susması, kafasını kuma sokması da o kişinin aydınlığını sorgulatır, buna gölge düşürür. Dünyada ve Türkiye’de özellikle son yıllarda çoğu yazar ve sanatçı arasında “apolitik eğilim” egemenlik kazanmıştır. Elif Şafak’tan Orhan Pamuk’a komedyen Cem Yılmaz’a kadar bu tip yazar ve sanatçılar genellikle politika konuşmaktan toplumsal sorunları dile getirmekten özenle kaçınırlar. Sanki edebiyat ve sanat politikadan ve toplumdan bağımsız birşeymiş gibi. Ya da “ben mesaj vermiyorum.” derler, ama kamuoyu ile paylaşılan herşeyin içinde bir mesaj olduğunu unuturlar. Bunların sloganı, “kazan kazan” felsefesidir. Biraz da dünyada giderek egemen olmaya başlayan “postmodernizmin” etkileridir bunlar.
Deniliyor ki, Orhan Pamuk “Türk edebiyatının yolunu açtı, onu uluslararasılaştırdı.” Bu görüşe katılmıyorum, öyle bir yazar Nobel alınca hemen “aman bu ülkenin edebiyatını hemen çevirelim.” diye bir ilgi olmuyor. Orhan Pamuk bir yol açmıştır evet doğru, ama sadece kendi yolunu açmıştır. Yine kendisinin ifade ettiği gibi banka hesabını şişirmiştir.
Nobel Edebiyat Ȍdülü’nün adı büyüktür, ama bu yazıyı okuyanlar son üç yılda hangi yazarların bu ödülü aldığını hatırlıyorlar mı? Bırakın son üç yılı, geçen yıl hangi yazar aldı bu ödülü hatırlayabiliyor musunuz? Demem o ki Nobel Ȍdülü en çabuk unutulan ödüldür.
Orhan Pamuk Londra’da yaptığı bir söyleşide bir izleyicinin sorusu ile karşılaşıyor. Soru, Kürt tutukluların cezaevlerinde “anadilde eğitim” baş talebiyle başlattıkları açlık grevleriyle ilgili.
" Türkiye 'de cezaevlerindeki açlık grevlerine ilişkin ne düşündüğünün ve bu grevlerinin nasıl sonuçlanacağını tahmin ettiğinin’ sorulmasına üzerine ise yazar Pamuk, ‘Kolay bir şekilde sonuçlanacağını düşünmüyorum. Ancak, bu konulara şu anda girmek istemiyorum. Bu konuya, kolay bir çözüm öngörmüyorum.’ yanıtını verdi.”
(http://www.radikal.com.tr/radikal.aspx?atype=radikaldetayv3&articleid=1106286&categoryid=41)
Bu konulara o zaman girmezseniz, ne zaman gireceksiniz? Ortada tutukluların hayatlarını koydukları ve ölümün eşiğine gelinmiş bir açlık grevi var. Bu taleplere katılmasanız bile, en azından ölümler olmadan son bulmasını dileyebilirsiniz. Ayrıca nerede bir aydın olarak düşünce özgürlüğü ve en temel haklardan birisi olan insanların ana dilde eğitim haklarını savunmak? Tabii aydınsan!
Aynı konuda aydın tavrını ise yine Yaşar Kemal ve Zülfü Livaneli gösteriyorlar, daha önce birçok kez yaptıkları gibi devreye girerek, humaniter nedenlerle kendi üzerilerine düşeni yapmaya çalışıyorlar. Yaşar Kemal,“ana dilde eğitim hakkı”nın zaten insan haklarının içinde olduğunu söylüyor.
İşte, humaniter nedenlerle bir insan hayatını kurtarmak için ses çıkarmak ve aydın tavrı budur.
Jön Türkler, frankafon olduklarından Paris’i mesken tutmuşlardı. Şimdiki yeni Jön Türkler daha çok Londra ve New York’u mesken tutuyorlar.
Tabii ki neo-liberal yazarlar oyunu pazar ekonomisine göre oynarlar ve hükümetlerle aralarını da bozmak istemezler. Söylecekleri, ağızlarından çıkan her sözü dikkatle seçer, bunun imajlarına ne götürüp getireceğini hesap ederler. Hatta kendilerinin yerine bu konuyu da, bağlı oldukları profesyonel edebiyat ve imaj ajansları düşünür.
Arasıra muhalif görünmek de gerekir elbette bunlar açısından. O zaman bir yabancı dergiye bir makale yazar ya da demeç verirsin; arkasında duramayacağın bazı sözleri edersin. Amacına ulaşmış, gerekli sansasyonu yaratmışsındır zaten.
Uluslararası ödüller alabilirsiniz, kitaplarınız birçok dile çevrilebilir, yabancı gazetelerde yazılarınız yayınlanabilir. Bunların hepsine saygı duyar ve takdir ederim.
Ama insanın bu dünyaya gelmesinin amacı sadece bunları mı yaşamaktır? Yoksa arasıra da olsa kendi halkının ve diğer halkların daha iyi, daha özgür yaşaması için katkıda bulunmak mı? Düşünce özgürlüğünü sadece kendi için değil, herkes için savunmak gerekmez mi? Hepsi sadece ödüllerden ve “bir pazar başarısı öyküsü”nden ibaret olarak mı kalacak?
Şu soruyu sormadan da duramıyorum, aynı Dostoyevskinin “Suç ve Ceza” adlı kitabında olduğu gibi:
“Peki ya vicdan ne olacak?”