"İçimizde dünyadan yapılmış bir kederBizi yaşamakla cezalandırmış bir tanrıGömdük kendimizi geliyoruz."
(Şükrü Erbaş, Otların Uğultusu)
Yalnızca coğrafyayı değil, o coğrafyadaki tüm zamanı çökerten, ölümü dahi ürperten, böylesi bir kederde kulağımda ninemin şu sözleri çınlıyor.
Zamana saplanan, baş edilemeyecek acılarda mırıldandığı o söylenmeleri...
"Bunları göreceğime taş olsaydım."
Her şey taş olmuş zaten.
Sağ kalmayı tesadüfler ve mucize ile denkleştirebildiğimiz, coğrafya, tarih, yaşam dahil tek gerçekliğin "her şeyin ölümü" olduğu bir afet.
Afeti musallat edenlerden umulan kurtuluş.
Kurtarmayacakların elinde, ölüm ile sağ kalım arasındaki esaret.
Gerçekten de bu çok keskin acıyla, insanı utandıran bu çaresizlikle nasıl baş edilebileceğini göremiyor insan.
Bölgeden döndüğümde bana durumu soranlara "Her şeyin gördüğünüzden yüzlerce kat fazla olduğunu düşünün" deyip sözü bitiriyorum.
Öyle keskin ki, anlatıldıkça büyüyecek, bellek havuzu genişletildikçe, enkazın o katı gerçekliği oraları bir daha onarılamaz hale getirecek diye ürküyor insan.
Hiç aklımdan ve kalbimden çıkmıyorlar.
Ama sözü cümleye, cümleyi paragrafa dizersem, keder, söz ve öfke bir daha hiç susabilecek mi, susmazsa zamanı daha mı fazla yırtacak onu bilemiyorum.
Ben hemen afetin ilk haftasında, o bölgeye salgın hastalıkla ilişkili inceleme yapmak üzere bir kurulla gidip, depremin yerle bir ettiği İskenderun, Dörtyol, Antakya, Besni, Elbistan, Kahramanmaraş şehirlerini gördüm.
Adıyaman'da bir sokaktayız.
Hava dondurucu soğuklukta.
Sokağın hemen başında iki katlı, bembeyaz bir ev var, duvarı bile çatlamamış.
Sorduğum kişi sobadan simsiyah olmuş elleriyle sarmakta olduğu tütününden gözlerini kaldırıp "O evi kendi sahibi yaptı" dedi.
Aldatıldıklarının ve kimsesizliklerinin farkındaydılar.
O evin önünden köşeyi dönünce, üzerinde "vektör ilaçlaması" levhası olan küçük bir araç, küçük gürültülerle havaya ilaç püskürtüyor.
İlaç, enkazlardan kalkan sarı-gri tozla yoğunlaşmış havaya çarpıyor.
İçinde odun yaktıkları teneke yuvarlak ısıtıcıların çevresine ilişmiş, evlerinden dökülen saçılanların ortasına öylece yerleşmiş, gözlerini evlerinden ayırmadan oturuyorlar.
Dondurucu havaya aldırmadıkları belli.
Bir adam üzerinde yalnızca bir kazak, tüp gaz üzerindeki kocaman bir kazan karıştırıyor.
Bana anlatılmakta olan kanımı donduruyor.
Aynı sokaktaki çok katlı iki binanın tümüyle toz olmuş enkazlarını işaret eden eczacı, kardeşini orada kaybetmiş.
İlk üç gün aynı enkazda kolunu dışarıya alabildikleri bir kişiyi sekiz serum takarak ve konuşturarak yaşatmayı başarmışlar ama kurtarma ekipleri gelmeyince kaybetmişler.
Kurtarabildiklerini elleriyle, tırnaklarıyla kazıyarak kurtarmışlar.
Çorba karıştıran adamın eli omuzuma dokununca dönüyorum.
Zannedersem, bu kadar üzgün olmamı oralara yabancılığımla bağdaştıramayıp, teselli için sıcak çorbasından uzatıyor.
"Tüpümü, kazanımı aldığım gibi Diyarbakır, Dicle'den geldim" deyip soruyor:
"Nasıl sevdin mi çorbamızı?"
Donmuş suratıma bir gülümseme yerleşiyor.
Hiçbir vakit kedere, kederin gerçek yakınları kadar kapılınmaması gerektiğini anımsayıp utanıyorum.
O çorbalar, destek gruplarının sürekli kaynattıkları çay oralarda, donmuş olan kanların devinimini sağlayacak yaşam iksiri gibi.
Hangi suyla, hangi kazanda pişirildiği, kirli sularla yapılmış olma olasılığı umurumda değil.
Bir evden saçılmış eşyalar arasında buldukları Kur'an'ı bir duvarın üzerine özenle yerleştirmiş, yırtılan sayfaları uçmasın diye ağır eşyalar ile desteklemişler.
İçim burkularak nasıl da inançlarından esir alınıp köleleştirildiklerini düşünüyorum.
Sonra yalnızca o bölgedeki sivil toplum kuruluşları ve TTB aracılığıyla kurulmakta olan çadır kente uğruyoruz.
"Yüz tane akrabamı kaybettim" diyen hekim, nasıl yani der gibi baktığımı sezip "Benim 140 tane kuzenim var hocam" diyor.
Ağırlıklı nüfusu iktidardan yana olan bu şehirde, yardımlarına ilk, din, siyaset baskısından uzaklara savrulmuş sakıncalı akrabalar koşmuş.
Uzattıkları eli iten afet koordinasyon merkezindeki bürokratik yıldırmalara aldırmayıp onlara kol kanat germeye çalışıyorlar.
Elbistan'da bir proje ile depreme duyarlı yapılan hastane dışında, yeni yapılmış ihtişamlı büyük hastaneler dahil tüm sağlık merkezlerinin hasar alması, o binalarda çok sayıda sağlıkçının sağlık hizmeti verirken ölmüş olması sağlıktaki durumun da vehametini anlatıyor.
Nurhak dağlarının, dünyevi kederleri yatıştıran ihtişamında yola devam edip Kahramanmaraşa'a giriyoruz.
Dağın eteklerine "rezidans" adını verdikleri uzun gri sevimsiz beton kuleler dikmişler.
Yıkımın ağır olduğu mahallerde birkaç bina dimdik duruyor.
Ortalığa dökülüp saçılan yaşamlar, bu çağda bu "Orta Çağ karanlığına" terk edilmişlik, bu yaşananları yalnızca afet olmaktan çıkarıyor.
Varsa arabalarını yatmak için kullanıp, kişisel temizliklerini kolonyalı mendillerle yapmak zorunda kalan sağlıkçılar birer "yaşam kalım makinesi" gibi çalışıyor.
Onlar olmasa, başka illerden de transfer edilmiş yöneticilerin aralarında konuştukları "her şey çok yolunda", gördüklerim olmasa "her yere yetiştik" mitini dönüp anlatırdım ben de.
Deprem bölgesindeki sağlık hizmetini sürdürmekte olan depremzede hekim ve sağlıkçılara dair notlarımı paylaşacağım daha sonra da...
Bu coğrafyada hekim olmanın yaşatmaktan çok ölümü yalnız bırakmamaya kayıtlı coğrafi yazgısını anlatacağım.
Şimdilik hâlâ barınak, yakıt, su ve tuvalet gibi gereksinimlere erişimin olmadığı bölgeyi, hiç unutmadan sürekli desteklemek ve yardım koridorunu açık tutmak zorunda olduğumuza dair not ile kapatayım.
Felakete alışmamız gerçekten de felaket olur çünkü.
Esin Şenol kimdir? Esin Şenol, lise eğitimini TED Ankara Koleji'nde tamamladıktan sonra, tıp eğitimini Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde 1987 yılında tamamlamış ve aynı yıl Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı'nda Araştırma Görevlisi olarak uzmanlık eğitimine başlamıştır. Aynı anabilim dalında 1992 yılında ihtisasını tamamladıktan sonra uzman olarak göreve başlamış, 1995 yılında yardımcı doçent, 1996 yılında doçent, 2003 yılında da profesör unvanlarını almış ve 2009-2013 yılları arasında anabilim dalı başkanlığı yapmıştır. 1999 yılında Tufts University, New England Medical Center, Boston/MA'da "Kemik İliği Transplantasyon Ünitesi"nde Research Fellow (Araştırma Asistanı) olarak çalışmıştır. Halen kanser hastalarının infeksiyon izleminde konsultan olarak görev yapmakta ve bu konuda araştırmalarını sürdürmektedir. Prof. Dr. Esin Şenol, Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi, Enfeksiyon Hastalıkları Ve Klinik Mikrobiyoloji Anablim Dalı Öğretim Üyesidir. Ayrıca bağışıklama ve özellikle erişkin aşılması ile ilgili çalışmalar yürütmekte olup, Gazi Üniversitesi, Tıp Fakültesi İnfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı bünyesinde Türkiye'deki ilk "Erişkin Aşı Merkezi" kurmuştur. 2013 yılında KLİMİK (Klinik Mikrobiyoloji ve İnfeksiyon Hastalıkları) Derneği alt grubu olarak, Erişkin Bağışıklama Çalışma Grubu (EBÇG) kurmuş ve halen başkanlığını yürütmektedir. Ayrıca; Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Etik Komite (2005-2007), Gazi Üniversitesi Akademik Değerlendirme ve Akreditasyon Ofisi (GÜADEK) –Kurucusudur (2005-2007). Gazi Üniversitesi - Avrupa Üniversiteler Birliği ve Bolonya Süreci Kurucusu (2005-2007) ve Febril Nötropeni Derneği Genel Sekreterliği (2005-2011) yürütmüş olduğu diğer görevlerdir. TTB_Pandemi Çalışma Grubu üyesidir. ATO Onur Kurulu Üyesi olarak çalışmıştır (2020-2022). ATO-Yönetim Kurulu Üyesi (2006-2008) olarak çalışmıştır. Halen T24 ve Birgün Gazetesinde köşe yazıları yazmaktadır. Yabancı dili İngilizce olup evli, 1 çocuk annesidir. Dünya Kitle İletişim Vakfı tarafından gerçekleştirilen 31. Ankara Uluslararası Film Festivali (3-11 Eylül 2020) ve 32. Ankara Film Festivalı (4-12 Kasım 2021) Düzenleme Kurulunda yer almıştır. 33. Ankara Film Festivalı (3-11 Kasım 2022) Düzenleme Kurulundadır. İlgi alanları, sinema, yelken ve edebiyattır. |