Büyük bilgi dediğimiz yaşam bilgisini yönlendiren aktörler ve faktörlerden önceleri bu derece etkilenmiyorduk sanki..
Kaçabileceğimiz alanlar, nefes aldığımız parklar, yosun kokusu, kuma değen ellerimiz ayaklarımız ancak şehrin uzaklarına gidersek olası.
Üstelik bu bizim yaratıcılığımızı etkileyen ve bizi bizden uzaklaştıran bir açıya yaklaştı ve şehirden gitmek istiyoruz, gidemiyoruz..
Bağlantılar, alışkanlıklar, komşuluklar, dostluklar.. Kahve kokusu, çay sohbetinde konuştuklarımız.
Hem dayandığımız, hem de kendimizden uzaklaştırdığını düşündüğümüz bu yaşamda seçtiğimiz dinamikler korna seslerinden, değişen müzik tınılarından kömür kokusuna, dayatılan inanç sistemlerine kadar, 'gen mi, çevre mi' meselesine kadar ince konular.. Aslında ne o ne diğeri sizin bizim seçimimiz.
Evet her birimiz genetik bir kodla dünyaya geliyoruz, bizi biçimlendiren ilk yıllarda üzerinde hiçbir söz sahibi olamadığımız bir koşullar dünyasının içine düşüp yıllarca yuvarlanıyoruz ve köşelerimiz yuvarlak oluyor.
Genlerle çevresel etkileşimin karmaşık birlikteliği toplumdaki her kişinin farklı bakış açılarına sahip olarak da eğitim, aile, etrafımızda oluşan kitle, iş hayatı, sosyal alanlar gibi bizi biz yapmaya yarayan, geçmişin kabuklarını kırdığımız yaşlar ve dönemler var. Buralarda kendimizle başbaşayız. Kimseyi sorumlu tutmadan o kabuktan çıkıp yeniden 'özgür irade ile var olabildiğimiz' dünyaya geçiyoruz.
Aforizmalarda, George C.Lichtenberg diyor ki; 'Belirlenimciliğin hiçbir ölçüsünün, kendisini özgür bir canlı olduğu düşüncesinden vazgeçiremeyecek olması bile tek başına ,insanı bir yaradılış şaheseri kılmaya yeterlidir'.
Evet gerçekten dayanıklıyız ve her birimiz tüm 'kod'larımız ile dünyadaki en mükemmel yaratı olan biziz.. 'İnsan' dediğimiz makine ve ruh biziz. Tam ve doğru düşünebilen bir çizgiden bakarsak böyleyiz..
İnsan ruhunun yapabileceklerini, değişen psikolojisi ile çok aykırı alanlara kayabileceği binlerce örnek de biliyoruz.Hawaii'de file yapılan saldırı, sirklerde çektirirlen eziyetler, insanın insana yaptığı güç kuvvet veya sözel ve yaşamsal alandaki haklarını elinden koparıp alarak hayatına ''Kayyum Atamak' gibi bir anlam taşıyor sanki.
İnsan davranışlarında özgür iradenin yeri, eski ve önemli bir tartışmanın konusu olmuş her zaman. Özgür iradeden ve bireysel yaşamın öneminden yana durup, hayatını buna odaklayarak yaşayan ve savlarını bunun üzerine kurarak, sınavdan sınava giren, bedelini de bazen acı ile, bazen yalnızlık ile, bazen açlıkla deneyimleyen sağlam kanıtlar doğurarak bu işten sıyrılabilen bir hareket ve yol belirlemiş insanların eğilmediğini gördüğümüzde değerlere tutunmanın önemini anlıyoruz.
Bir paradigma değişimin habercisi olabiliyor.
Suçluların sokaktan toplamaya devam edildiği ve çözüm üretilmeye yanaşılmayan bir dünyada onların neden öyle bir duruma itildiği konusu hep gündemde, ama bu bambaşka bir alan ki, rehabilitasyon konusuna yüzyıllar çözüm üretmenin özgür irade ve kişisel yaşam kalitesine dönüşemediği toplumlarda bu konu sanırım inanç sistemleri ve din ile de çare bulunmaya itilmiş. Osmanlı Şifahaneleri.. Şamanik ritüellerle çözülmeye çalışılan hatta ilkel toplumlarda güç kullanarak veya yüksek volüm müzikle, birtakım doğal ot ve içeceklerle temizlenmeye çalışılan ama bunun bir kimya sorunu olduğunu göz ardı eden dönemsel yöntemler olduğu aşikar.
Oysa ki bilim alanında ortaya çıkan ve büyük zaman farkı ile Antik dediğimiz çağda uzun dönem yaşamış saygın düşünürlerden sonraki büyük zaman boşluğunda neler olup da bu güne geldiğimizi anlamak kitaplar dolusu eski bilgi gerektiriyor. Antik çağ düşünürleri sahnede saydın yerlerini aldılar, ancak Hristiyanlık sistemi bütün bunları boşa çıkarttı ve 16. yüzyıldan antik çağa bakarsak, kum çölüne benzer bir boşluk yarattı.
Her şeyin din adı altında var olması gerektiği ve baskı dolu dönemin geride kalması Luther'in reformları ile oldu ve özgür düşünce öne çıktı. Ulusal Papa'ların sayısı Hristiyanlık Papa'sının düşmesinden sonra hızla artmıştı.
Aslında dinler korku saçtı, bazı durumlarda kişilerin inançlarla ayakta kaldığını ve kendilerini birçok durumdan böyle koruduğunu biliyoruz.. Zaten tam özgürleşememe ve bağlı olma konusu bu. Ardında misyonerlik sistemlerini barındırdığını,hümanizmanın ise esas meseledir.
Hristiyan mitoloji üreticileri, İsa'nın dünyanın günahları için öldüğünü ve bu ölüme gönüllü gittiğini anlatır.Ve denir ki, eğer ağır ateş, yaşlılık veya çiçek hastalığı nedeniyle ölmüş olsaydı aynı durum olmayacak mıydı? Elmayı yediğinde olacakları açıklayan cümlenin Adem'e söylendiği iddia edilir ama ceza ölümdü. Ölme biçimi değil..
Her inançta farklı sistemler kurularak her dinde başka dayatmalar ve kurallar koyularak toplumlar için ritüeller belirlenmiş.. Yaşam böyle olucak, yılın belli günleri aç olacaksın (Ayurvedik tıp içinde olan) Bunu yap, ama şunu söyleme.Yeni yılı kutla! Hayır kutlama ! Anneler günü.. Koş hediye al, ölüm töreni şöyle.. Yakabilirsin. Hayır gömebilirsin vs. vs. kurallar zinciri çevirmiş her yanımızı.. Anlamak mümkün doğaldır ki toplumları kurallar koyarak yönetirsin, inançlarla korkutur adam edersin.. Bunun üzerinden kazanılan para başka hiçbir değerle ölçülemez.. Bugün Vatikan'ın geliri ne ile kıyaslanabilir? Din ve inanç turizminin getirisi, giysiden petrole, sudan basılı yayına kadar hangi alanı boş bırakıyor .Bunu sorgulamayan kafalar tabiiki özgürleşemez.
Hayat ve yaşam alanları tıkanmış bireylerin oluşturduğu 'cemaat veya adı her ne ise' bence bizi şehirlere ayağımızdan beton dökülmüş gibi kıpırdatmadan yaşatan sisteme baş kaldıramıyoır olmamız da aynı nedendir..
Thomas Paine'den etkilenmiş bir birey olarak..
İslamiyette var olan yazılı veya sözlü anlatımlarla günümüze gelen ise, Tanrı ile aramızda başka bir varlık olmadan ''Her şeyi Tanrı'dan isteyen'' varlıklar olmamız istendiği için hep başkalarını hayatımıza çekip onlara fazla anlam yükleme derdinde olmaktan bu yükü şimdi de şehirlere taşıtıyor olabilir miyiz ?
O yüzden dedim ki, 'Yaşamımıza kayyum atadılar; yani biz!'
Esmer Erdem kimdir? Esmer Erdem, sanat tarihçi bir anne ile ressam bir babanın kızı olarak Ankara'da doğdu. Sanatsal projeler ve sanatsal üretim alanında yoğunlaştı. Hayatında iz bırakan en önemli dönemi, “Urart Okulu” denilebilecek sistem ve Mehmet Kabaş'a borçlu olduğunu vurgular. Müze replikaları ve özel tasarım ürünlerle markaların üretiminde çalıştı, uzun süre DÖSİMM (Kültür Bakanlığı Döner Sermaye İşletmesi Merkez Müdürlüğü) için heykel, takı ve sanatsal obje üretti; dünya turizm fuarlarında 300 parçalık Eski Hitit'den günümüze kadar gelen Anadolu Uygarlıkları Replika Koleksiyonu'nu sergiledi. Armaggan mağazalarının kuruluş, markalaşma ve konsept sürecinin belirlenmesinde yer aldı, "luxury handcraft" akımının Türkiye'de başlatılmasının öncülerinden oldu. Tüm atölye ve tasarım-üretim ekibinin oluşumu, Hereke tezgâhlarında Osmanlı kumaşları dokumasına kadar giden kültürel süreci kurdu. Gaziantep Tasarım Mağazası ile ‘kutnu kumaş'ın kullanım alanlarını genişleterek dünyaya tanıtılmasında rol üstlendi. Edirne Tasarım, Zeugma Müzesi koleksiyonu, Cumhurbaşkanlığı özel hediyeleri, Ankara CSO tasarım mağazası, Atatürk Kültür Merkezi tasarım mağazası ile birçok kurum ve kuruluşta statü hediyeleri üretimi gibi iş ve sanat projelerinde yer aldı. Esmer Erdem Sanat Tasarım Üretim Şirketini kurdu, çalışmalarına İstanbul ve Bodrum'da sürdürüyor. |