"Büyük ikramiyeyi kazandı" haberini gördüğümüzde, bizi de piyango bileti almaya iten şey kazanma ihtimalimizin artması mıdır?
Bir uçak kazasında ölme olasılığımız 11 milyonda bir ve eğer uçuş fobimiz yoksa, bu riski alıp düzenli olarak uçak yolculuğu yapıyoruz. Ancak bir uçak kazası olduğunda, bir sonraki seyahatimizi -en azından- erteleme ihtiyacı duymamız, hiç olmazsa bir sonraki uçuşumuzda hafif bir ürperti duymamız riskin büyümesinden midir?
Otoyolda hız sınırı 110 km olmasına rağmen 160'la giderken aldığımız risk, bir kaza gördüğümüzde artar mı ki yavaşlarız?
Ülkemizin canlı ve yüksek riskli bir fayın üzerinde olduğu bir gerçek. Kandilli Rasathanesi Deprem Araştırma Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Doğan Kalafat'ın yaptığı bir açıklamaya göre "7 sene içerisinde yüzde 64 olasılıkla İstanbul'da 7'nin üzerinde bir deprem olacak." Bu bilgiler, yıllardır bilinmesine rağmen, evimizdeki dolapların duvara sabitlenmesinden binaların zemin etüdünün yapılmasına, afet çantası hazırlığından daha sağlam bir bölge ya da şehre taşınma kararlarına kadar harekete geçmemize neden yetmedi de 6 Şubat sonrasında görece sağlam evler ve bölgelerde fiyatlar katlandı?
Sonsuz kere çoğaltabileceğimiz örneklerin hiçbirinde ne risk ne de olasılık artar. Bizi harekete geçiren ya da yersiz yere endişelendiren riskin ya da ihtimalin bize hatırlatılmasıdır. Psikolojide "bulunabilirlik yanılgısı" (availibility heuristic) kavramına benzeyen bu etki nedeniyle kimi zaman hatalı kararlar alabiliyorken kimi zaman da doğru adımları atmamız mümkün oluyor.
Homo sapiense ait bu özelliğin, kurumların eylemlerinde de etkisinin olduğunu görmek ise epey tuhaf.
Örneğin; kâr amacı gütmeyen karbon saydamlık projesi CDP'nin (World's environmental disclosure platform) Şubat ayında açıkladığı rapora göre, iklim kriziyle mücadele için planları olduğunu belirten 4.000 şirketten sadece 81'inin gerçekten güvenilir bir aksiyonu bulunuyor. İklim krizinin etkileri on yıllardır ortadayken henüz gerçek adımlar atmayan kurumlar riskleri nasıl unutabiliyor?
Olası sel baskınında taşkın olacak dereler, zarar görecek alanlar ve alınması gereken önlemler üzerine kapsamlı raporu bulunan ve hiçbir adım atmayan yerel otorite, afet olasılığını uzak bir tarihe erteleyebileceğini mi sanıyor?
"Bu asansör sağlam değil", "bu korkuluklar güvenli değil", "bu yemekler sağlığı tehdit ediyor" bilgilerine rağmen işçisinin aynı düzende çalışmaya devam etmesine göz yuman bir işveren ya da dere yatağına "Su Evleri" isimli apartmanlar dikenler ve buna izin verenler riski kimin sırtına yüklediklerini biliyor mu?
Herkesin ayan beyan gördüğü riskleri, yakalanabilecek fırsatları, olasılıkları, kurumların görmezden gelmesi ya da -hafif tabirle- görmeyi ertelemesi riski yok etmediği gibi çoğu zaman büyütüyor.
"Bulunabilirlik yanılgısı" kavramını Amos Tversky ile birlikte ortaya atan Daniel Kahneman, "Cehaletimizi görmezden gelme yeteneğimiz neredeyse sınırsızdır" demiş. Bilimin sesini kesmek bu yüzden riski büyütüyor. Duymadıkça riski yok sayıyor, duyurmadıkça kurumların doğru adımları atması için itici gücü oluşturamıyor, onları eyleme geçirmek için duyuru kaynağı olan medyanın yaratacağı "yanılgıya" muhtaç oluyoruz.
Daniel Kahneman'a Nobel Ekonomi Ödülü'nü kazandıran çalışmalarından Beklenti Teorisi, kazanmakla kaybetmenin psikolojik etkilerini inceliyor. Kayıpların kazançlardan daha büyük bir psikolojik etkisi olduğunu ortaya koyan teori, bir birim kaybın etkisinin ortalama iki birim kazanca denk olduğunu söylüyor. Başka bir deyişle, kayıp olasılığı söz konusu olduğunda risk arayışına giren insanın, riski erteleme eğilimi gösterdiğini; oysa konu kazanç ihtimali olduğunda, insanın hızlı aksiyon aldığını belirtiyor. Peki ya kurumlar neden insan gibi davranıyor?
Böylesine bir gerçeklikte insanın kurtuluşu, kaderini insan psikolojisine bırakmamak üzere kurduğu yasal düzenlemeler, denetim ve hesap verebilirlikle örülü sisteme sıkı sıkıya sarılmasında yatıyor. Kontrol mekanizmalarının en önemlilerinden olan medyanın değeri bir kez daha burada ortaya çıkıyor. Deprem uzmanı bilim insanları yerine, birbirini asla dinlemeden bağıran ve uzmanlıkları dışında her şey üzerine fikri olanlara zaman ayıran medya; alınacak önlemlerin, atılacak adımların, hatta olası bir depremde kullanılacak bütçenin kontrolünün garantisi olamazdı elbette. İnsan aklının unutkanlık hastalığından kurumların da muzdarip olmaması için gereken baskı unsurunun "haber takibi" yapabilen bir medya olduğunu biliyoruz.
İnsan unutabilir, kendi geçici kazançları için riskleri ertelemeyi seçebilir, buna duygusal ya da rasyonel olarak da karar verebilir. Ama ya hukuki düzenlemelere tâbi olan kurum ve kuruluşlar?
Birlikte hayal edelim; doğru bilgiyi etik süzgecinden geçirip önümüze koyabilen, bunu uzun yıllar yılmadan kamuoyunun gündemine getiren, atılan her adımı izleyip zamanında paylaşabilen bir medyanın "bulunabilirlik yanılgısı" desteğiyle 6 Şubat riskini ne kadar azaltırdık dersiniz?