Yeni yılın ilk sabahı, kendime, sözün tılsımıyla ulaşabileceğim insanlara umudun titreşimini, sevilen birini anlık bir kıpırtıyla özlemeye benzer muğlak hayat sevincini iletebilmek arzusuyla uyandığım halde, zihnimde uçuşan yazı parçacıkları yine korkunç bir katliamın acısıyla eriyip yok oldu.
Her daim yaralı bir hayvan misali uluyan bu vahşi coğrafyada, hangi koşullarda, nelere maruz kalarak ve ne tür bedeller ödeyerek hayatta kaldığımız sorularının sıkıştırdığı cenderede, yine onun cümleleriyle iyileşeceğimi biliyordum aslında ama kitabı, notları masanın üstüne bırakıp bir süre öylece durdum.
Sonra gerçekliği epeyce tartışmalı olan o kamusal, yapay alanda olup bitene dair izler aradım herkes gibi. Ölenler kimdi, hikayeleri neydi, neler olmuştu, sözcükleri hiçleştiren resmi açıklamaların, insan hayatına asla değmeyen gaddar yanı neden hep unutuluyordu. Buna benzer bezdirici, kendini tekrar eden yorgun sorular. Oysa kitapta son okuduğum yazılarından birinde (Şarkıya Dair Notlar) John Berger, “Medya insanları içinde yaşadıkları adaletsiz dünyayı sorgulamaya sevk edebilecek bir sessizlik kalmasın diye, uyduruk ve geçici şeylerle dikkat dağıtıyor” diyerek beni uyarmıştı. Üstelik salt buyurganlığıyla irkilten bir uyarı değildi. Onun dünyaya merhametle dokunuşunu hatırlatan sesi, görüntülerin zihne yansıyış biçimini ele alan zarafeti, sözü, müziğin, şiirin, sanatın görsel diliyle buluşturan bakışı, hepsi beni ona ve yazmakta olduğum yazıya sürüklüyordu. Ama öylece durdum. İnsan kalabilmek için kederime, sıkıntıma, umutsuzluğuma sıkıca tutunarak birkaç gün durdum.
Sonra onun ölüm haberi, birbirinden berbat ve çoğu zaman asılsız haberlerin akıp gittiği o soğuk mecrada, keskin bir bıçak gibi parladı. Eğer 90 yaşındaki bir yazar ve eserleri hakkında düşünüp yazıyorsanız, böyle bir habere şaşırmamak doğal kabul edilebilir ama katı gerçeğe rağmen ölüm karşındaki mahcup çaresizliğimizdir bizi her şeye rağmen ayakta tutan.
Bir süre ardından yazılanlara baktım, okurlarına ve kendime kaybını yazarak duyurdum. Herhalde ölümünün gerçekliğine kendimi ikna etmek ve isimsiz olan o karanlık duyguyu belirgin hale getirmek için yaptım bunu. Bizi yetim bırakışını idrak ettikten sonra, bütün kayıp yazarlarıma yaptığım gibi hayatıma eşlik edecek olan eserlerine uzandım. Ruhunun değdiği her anı, kelimeyi, duyguyu, düşünceyi içeren kitaplarını toparlayıp çalışma masama döndüm. Daha önce başladığım yazıyı sildim, yeni beyaz bir sayfa açtım ve bunları yazdım.
2016’da hakkında hazırlanan belgesel, “The Art of Looking 2016.” Dünyanın onu tanımasına neden olan, kendisinden bile daha meşhur “Görme Biçimleri’ni içeren BBC belgeselinden farklı. Film, evinin geniş ağaçlıklı bir alana bakan balkonunda, mütevazı çalışma masasında beyaz sayfaların üzerine eğilmiş yazarken“bakma sanatıyla” ilgili bir şeyler söylediği hırıltılı sesiyle başlıyor. Arkadan ulu ağaçların hışırtısı, kuş cıvıltıları işitilirken, çizim yaptığı sayfalar rüzgarla uçmak ister gibi kanatlanıyor. Kamera toprağı, insanı, boya kalemlerini, ağaçları, müphem geleceğini ve hayatı ahenkli bir tutarlılıkla kavrayan ellerinin üstünde usulca dolaşıyor. Mavi camdan şeffaf gözleriyle izleyiciye bakıp bir rüyadan bahsediyor. Sonrasında hayatını, eserlerini anlatan söyleşiler ve yorumcular akıp geçiyor.
John Berger’in Türkiye’deki yayıncısı Müge Gürsoy Sökmen’le (Metis Yayınları) onun ardından medyascope.tv’de bir söyleşi yapmışlar. Müge’nin onu neden bir yazar, insan olarak sevdiğine, Türk okurunun kendini ona yakın hissedişine dair samimi konuşması bir yana, ellerini anlatma coşkusunu sevdim. Onun salt bir entelektüel olmadığını, sanatın ötesinde zanaatın gücüyle dünyaya dokunduğunu söylüyordu.
Berger, kitaplarında işçilere, çocuklara, resimlere, ölülere, henüz doğmamışlara, ağaçlara, kuşlara, kahramanlarına ve kelimelere, kendisini dili kadar gerçek kılan hakiki bir bakışla temas eder. Ne yazarsa yazsın – hikaye, makale, sanat eleştirisi, senaryo, roman, mektup, şiir, deneme veya kısa notlar – şiirin ölümsüzlük vaadine benzer, kendini dil aracılığıyla başka hayatlara açabilen bir ferahlık hissettiriyor. Bugün onu kaybedenlerin derin hüznü, önerdiği “gizli bir yetimler ittifakının” bir parçası olmaktan kaynaklanıyorsa eğer, bunda mütevazı, hiyerarşiyi reddeden, samimi, paylaşıma açık tavrının önemli bir payı vardır kuşkusuz.
Okurla hayatla, tabiatla, dostlarıyla, hatıralarıyla ve nihayetinde kendisiyle yaptığı sohbetleri, notları içeren “Hoşbeş”in bıraktığı en belirgin iz, bütün düşünsel sıçramaların ötesinde, Berger’in umuda tutunmanın kıymetini hatırlatan sağlam duruşu oldu yine.
Onun sessiz işaretleri, karanlık bir ormanda belli belirsiz bir ışık huzmesine doğru acele etmeden yürüyen gezginin dikkatli bakışıyla fark edilebilir ancak. Seçtiği kelimelerin birbirleriyle hoşbeşini dinlerken neden yazdığını düşünüyor ve okuruna üstünü hiç örtmeden aktarıyor: “Seneler boyunca beni yazmaya iten şey, yazılması gereken bir şeyler olduğunu ve ben anlamaya çalışmazsam hiç anlatılmadan kalacağını hissetmemdi. Kendimi ağırlığı olan, profesyonel bir yazardan ziyade, boşlukları kapayan biri gibi görüyorum.” Bu cümleler, yazının dille olan ilişkimizin derin bir uzantısı olduğunun bilincinde ve neredeyse 80 yıl kesintisiz, okumuş, dünya ağrısını içerden hissetmiş, insanları dinlemiş, onlarla birlikte başka bir hayat ihtimalini düşlemiş, yazmış, çizmiş birinin eserleriyle henüz tanışmamış olanlar için de anlamlı.
“Rosa! Seni çocukluğumdan beri tanıyorum” diye başlayan yazısında, Polonyalıları sevme sebeplerinden, Bolşeviklerin her türlü akıl yürütmeyi tartışmanın yerine koymasında yatan tehlikeden, modern proletaryadan, komşusunun Moskova seyahatinde aldığı “Ötücü Kuşlar” kutusundan, savaştan, özgürlükten, esaretten ve Rosa Luxemburg’dan bahsederken tanıdık, güvenilir bir dost gibi tınlıyor sesi. Hikayeler, insanlar ve nesneler arasında kurduğu görünmez bağlar, yazı tecrübesinden ziyade Berger’in dünyayı bütünlüklü bir bakışla izleyen özen ve inceliğinde gizli bana kalırsa.
Kitapta Rosa’ya yazdığı mektupta, onun da hapishaneden kendi arkadaşına yazdığı bir mektuptan alıntı yapmış: “O halde, insan kalmaya bak. Temel mesele insan olmak. Bu ise, kararlı, dürüst ve neşeli olmak demek, evet, herkese ve her şeye rağmen neşeli olmak çünkü sızlanmak zayıfların işidir. İnsan olmak demek, gerektiğinde tüm hayatın seve seve, ‘kaderin büyük terazisine koymak’ fakat aynı anda her aydınlık güne ve her güzel buluta sevinmek demektir.”
John Berger, savaşa, faşizme itiraz eden Rosa’nın mücadelesini bilmeyen bugünkü okura sadece geçmişi hatırlatmıyor, o daima geçmişin, ‘şimdinin’ ve umutlu bir gelecek tahayyülünün içinden sesleniyor okura. Bugünün dünyasını belirleyen kararların, değerlerin, koşulların korkunç yüzünü anlatırken, Charlie Chaplin’in ayakta kalabilmesinin çok katmanlı sırrını fısıldadığında içten ve cesaretle gülebilmenin mucizesini de hatırlayıp rahatlıyorsunuz; “Birbiri ardına gelen küçük düşmeleri metanetle anlatıyordu: Karşı atağa geçtiğinde bile bunu bir hayıflanma imasıyla yapıyordu. Tavrındaki metanet, onu yıkılmaz kılıyordu – ölümsüz görünecek derecede yıkılmaz. Biz de, umutsuz hadiseler karnavalımızda bu ölümsüzlüğü seziyor, gülüşümüzle onaylıyorduk. Chaplin’in dünyasında Gülme ölümsüzlüğün takma adıydı.”
John Berger türlerin, disiplinlerin, formların sınırlarına inanan bir yazar değil. Bir sanat eleştirmeni olarak ele aldığı konularda bile olabildiğince esnek bir zihin haritası var. Sanırım o da “Ne kadar çok Yazar varsa o kadar çok yazma biçimi var” fikrine inanıyordu. Tanışma imkanım olsaydı bunu da onunla konuşabilmeyi isterdim ve daha pek çok şeyi elbette. Mesela ona elli yıllık arkadaşı İsveçli ressam Sven’in ölümünün ardından yazdığı (Ben de Arkadya’dayım) makalede, resim sanatının gizini, İskandinav toplumunun mutluluk algısını, çok yakın bir arkadaşın kaybına dair mahrem duyguları, hayatın köküne tutunmayı, tabiatı ve Alaska geyiklerini olağanüstü bir doğallıkla buluşturabilmesinin sırrını sorardım. Muhtemelen, duymamış gibi yapar, gülerek o sırada kendi aklından geçenleri anlatmak isterdi.
Arkadaşının cenazesine giderken hafızasına kaydettiklerini yazmış: “Tüm pencereleri açık olan tren sarsılarak yol alırken hoşgörülü bir esinti acemi aşklara, zarafetten yoksunluğa, kaçırılmış fırsatlara, çil basmış sırtlara, garip mırıltılara, terli saçlara, kızmış tabanlara üflüyordu. Hayat nasılsa öyleydi.”
John Berger, hayatı olduğu gibi görebilen ama varlığın ve ona bakanın ilk anda fark edilemeyen müphem yanlarını göstermeyi seven bir yazar. Kurgulamaktan ziyade hikaye etmeyi tercih ediyor. Sanırım beni ona çeken en başından beri üslubundeki sükunet oldu. En sevdiğim kitaplarından“A’dan X’e”de, A hapishanedeki sevgilisine yazdığı mektuplardan birini bitirirken Berger’in içini yansıtıyordu: “Doğanın bütünü, içinden geçen malumatın sırrını ele veren bir süzgeçtir. Bedenlerimiz de aynı süzgecin bir parçasıdır ve bu hikayeyi okuyan zihinlerimiz bedenlerimizden gelir. Sana bunu anlatmak için giysilerimi çıkarıyorum.”
Berger, siyaset, mutluluk, aşk, tabiat, resim, şiir, haz, gerçeklik – ne hakkında yazarsa yazsın, muhtemelen kendisin de farkında olmadığı tabii bir refleksle bakışımızın çok farklı algılara açık olabileceğini soylu bir hayat duruşuyla gösterdi. Tam da bu yüzden yeri kolayına doldurulamaz.
Kaybettiği eşi Beverly Berger’in ardından oğlu Yves Berger’le birlikte yazdığı o muhteşem ağıtta (Uçuşan Etekler) hayatı boyunca ona eşlik eden kadına sesleniyordu: “Yazmak benim için adeta soyunmakla bir, yalın bir şeye yaklaşması için okuru yönlendirmeye çalışmak. Ve paylaştığımız bu yalınlık umudu. Birlikte nesnelerin adlarının ardında gizlenenleri görmeye çalışıyorduk, bunu başardığımızda birbirimize kenetlenirdik sıkıca. Bu kenetleniş bana yalnız başıma kaldığımda yazmaya devam etme cesaretini verirdi.”
Doğrusu onun kitaplarından herhangi birini açıp karıştırmaya başladığımda ben de kendimi onun davet ettiği kalabalık “gizli yetimler ittifakının” bir parçası gibi hissediyorum. Yazdıkları, varlığı, eminim benim gibi pek çok insana direnme gücü ve umut veriyor, verecektir.
Yayıncısı Müge Sökmen, bahsettiğim söyleşinin sonunda oğlu Yves’in John Berger’in ölümünü haber vermek için kendisine şu cümleyi yazdığını söylüyordu; “Gözlerini son defa doğru kelimeyi bulmak için kapadı ve huzur içinde öldü.” Sahiden sevgili Müge’nin de hatırlattığı gibi o 90 yılını doğru kelimeyi, ifadeleri, insanları aramak ve bulmak için yazdı. Bulduklarını müthiş bir alçak gönüllükle paylaştı, emekçi olduğunu hiç unutmadı.
“Dayanışma içinde beklemeyi öğreneceğiz”
“Hoşbeş”in son makalesinin başlığı “Kayıtsızlığa Karşı Nasıl Direnmeli?”. Desenlerinin de yer aldığı sayfalarda çiçek resimleri yapmasına neden olan doğal dürtüden bahsediyor. Ve hemen ardından siyasetçilerin terörizm, demokrasi gibi anlamını yitirmiş, içi boşaltılmış sözcük ve terimler kullandığından dem vuruyor: “Soygunlar, depremler, batan tekneler, ayaklanmalar, katliamlar. Bir kez gösterilenin yerini hemen bir başkası alıyor; duyarsızlaştırıcı bir art ardalıkla içerikleri boşaltılıyor.”
Ama yazının sonunda, merkezine çöp adam çizdiği daireleri gösteren deseniyle birlikte, düz bir çizgi üzerindeki noktalar olmadığımızı söyleyip zamanın daireselliğini hatırlatıyor; “Daireler, atalarımızın ta taş devrinden beri bize bıraktığı vasiyetlerle ve bize bırakılmadıysa da tanıklık edebileceğimiz metinlerle sarıyor bizi. Doğadan, evrenden kaynaklanan metinler bunlar; simetrinin kaosla yan yana var olduğunu, maharetlerin talihsizliklerin üstesinden geleceğini, arzulanın vaat edilenden daha güven verici olduğunu hatırlatıyor bize. Böylece, geçmişten gelen mirasımız ve tanık olduklarımız sayesinde, direnecek cesareti bulacak ve şimdi hayal edemediğimiz koşullar altında direnmeyi sürdüreceğiz. Dayanışma içinde beklemeyi öğreneceğiz.”
John Berger’le buluşana kadar kendi yatağından akarak uçsuz bucaksız denizlere karışan nehirler, şarkılar, şiirler, hikayeler gibi elbet umutla dayanışmayı öğreneceğiz.
*Hoşbeş - John Berger / Metis Yayınları