Bugün tanık olduğumuz ‘cehennem ateşleri’ asırlardır insanlığın değerlerini öldürmek için canla başla çalışıyor. Dünya tarihi bu türden yıkım örnekleriyle dolu maalesef. Geride kalanlara sahip çıkanlar, medeniyeti tekrar inşa etme ve sürdürme çabasıyla bu dünyadan gelip geçenler. 76 yaşında Nobel ödülünü alan Canetti onlardan birisiydi. O, “Cervantes, Gogol, Dostoyevski olmasa ben bir hiçim. Ateşsiz, köşesiz bir ruh” demişti.
Onlar hemen her çağda vardır. Kendilerinden önce yaşamış olanların geleneklerini, kültürünü, dilini, inancını küçümserler. Muktedirin zehirli bakışıyla ‘hayatta kalma’ savaşı veren bu zihniyet, insanı savaşın vahşetine, kadim kültürlerin yok oluşuna, büyük felaketlere sinsice hazırlar.
O sürecin ne zaman başladığını, nasıl geliştiğini ve sondaki büyük çöküşün gelişini kolay fark edemez toplumlar. Gündelik siyasetin, kirli paranın, sığ konuşmaların, telafisi mümkün olmayan suçların ağır kokusu ülkenin bütün caddelerinde, evlerinde, iş yerlerinde hissedilir olmuştur artık. İnsanlığın ortak değerleri hızla çürümektedir. Herkes birbirine bağırıyor ama kimse kimseyi işitmiyordur artık. Geveze kalabalıklar bugün olduğu gibi ‘sanal dünyalarında’ kendilerine özel mahpushaneler inşa ederler. Hayatın sıradan gürültüleriyle sağırlaşan insan zamanla baktığını da göremez olur. Edebiyat, sanat, şiir, bilim, felsefe, mimarlık gibi disiplinlerden beslenenleri aşağılayan toplum, iktidarın diliyle kendi sonunu hazırlamaya başlamıştır. Kalabalığın uğultusundan kaçanlar, bu kaçınılmaz sonu ertelemek için yine kelimelere ve sanatın tılsımlı iyileştirici merhametine sığınır.
Edebiyat kitlelerin nüfuz edemediği insanın yoksunluğunu, zaaflarını, biricikliğini ve korkunç medeniyet yangınlarına rağmen ‘dirilişini’ yine yazının, kelimenin gücüyle hatırlatır. Geçtiğimiz hafta içinde bu sancılı coğrafyanın ‘son vahşileri’, Musul kütüphanesindeki kitapları, Osmanlı’dan kalan haritaları, gazeteleri ve neredeyse tüm arşivi yaktı. Binlerce kitap ve yüz binlerce el yazması birkaç saat içinde kül oldu. Unesco’nun nadir eserler listesinde yer alan eserler yok edildi. Arkeoloji Müzesi’ndeki heykelleri de baltalarla kırıp bütün dünyaya izlettiler.
Asırlardır din bahanesiyle, paranın ve iktidarın tahakkümüyle ülkeleri işgal edenler, onlara karşılık verenler türbeleri, camileri, kiliseleri, medreseleri ve nihayetinde aslında insanlığın kültürel değerlerini, kimlikleri ve çeşitliliği yakıyor. Savaş her türlü fenalıktan öte aslen ‘kibir’ ve üstünlük takıntısı demektir. Üstelik bunlar ilk defa 21.yy’da yaşanmıyor. Her medeniyet daha önce geleni yeryüzünden silmek, izlerini kazımak için ‘yıkımı’ kendi meşrebince yapıyor. Bir yandan seyircisi olduğumuz bu vahşeti dehşetle izliyor bir yandan da siyasetin kirli oyunlarıyla bizi karanlık kuyunun dibine çeken sisteme direnmek için ‘insani’ nedenler arıyoruz.
Ben o nedenlerin hakiki karşılığını daha ziyade edebiyatta buluyorum. Bundan beş yüz yıl önce yaşadığı toplumun alaycı tavrına maruz kalan Don Kişot’un saldırdığı yel değirmenleri yok olmakta olan bir hayat tasavvurunun derin acısını gösteriyordu. Aşık olduğu Dulcenia’ya olan tutkusu, savrulmaları, toplumun genel geçer bakışına itirazı, deliliğinin işaretiydi. Modern romanın babası kabul edilen Cervantes’ten bu yana yazarlar, üst üste yığılan hikayelerle insanlığın ömrünü uzatmak için direniyor. Avusturyalı yazar Elias Canetti de onlardan biri.
Sekiz roman olarak tasarladığı -Balzac’ın İnsanlık Komedisi’nden esinlenmiş – roman dizisinin ilki olan ‘Körleşme’yi bir yıl içinde bitirdiğinde yirmi altı yaşındaymış. Dört yıl sonra 1935’de Viyana’da yayımlanan roman Thomas Mann ve Herman Broch gibi yazarların ilgisini çekmiş ancak Nazilerin Avrupa’da yükselen egemenliği yüzünden tanınamamış. Daha sonra dönemin edebiyat uzmanlarından Isaacs bir konferansta romanla ilgili şöyle konuşmuş: “Yüzyılımızın en büyük romanlarından olan ‘Körleşme’nin çekiciliği, ilk okuyuşta ancak Karamozov Kardeşlerler’le ya da James Joyce’un Ulysees’iyle karşılaştırılabilir. Eserin bütün zenginliğinin bilincine varmak ise ancak zamanla üstesinden gelinebilecek bir iştir. Uygarlığın yıkılışıyla insanoğlunun aşağılanması, romanın konusunu oluşturur”.
Romanın baş kahramanı gerçeklikten büsbütün uzaklaşmış Profesör Kien’in hayat algısı kendi kafasında biçimlenmiştir. Çöken bir kültürel atmosferde kendini dünyadan soyutlayan bilim insanının benliği, görgüsüzlük, bilgisizlik, aç gözlülük, nefret, korku, kıskançlık gibi zaafların saldırısıyla parçalanır. Bu aslında bütün bir toplumun suçudur. Romanın çevirmeni Ahmet Cemal, “Körleşme, Almanya’da edebiyatın, politikanın kirli gölgeleri altında yitip gitmeye yüz tuttuğu bir dönemde yazılmıştı” diyor. Anlaşılan o ki, toplumu kültürsüzlüğe sürükleyen sebepler bugün olduğu gibi her dönemde farklı koşullarla uyanabiliyor. Sonra devam ediyor: “Gerçekte Canetti, Körleşme ile bir dehşetin romanını yazmıştır. Bu, insanoğlunun gerçeklikten ne kadar kopabileceği, gerçeklik karşısında ne kadar körleşebileceği konusunda duyulan dehşettir”.
Romanın Payel yayınlarından ilk baskısını bu yeni baskı vesilesiyle karıştırınca ‘fildişi kulesine çekilen bir entelektüelin körleşmesini’ daha gençken pek anlamamış olduğumu fark ettim. İnsanları birbirine bağlayan ‘dilin’ ve diyalogsuzluğun önemini idrak edememiş olmam normal. Tam da bu nedenle bazı kitapların sahiden bazı zamanları beklediğine inanırım. Sahih bir acı çekme duygusuyla düşünce arasındaki mesafeyi kavrayabilmek için Prof. Kien gibi bu dünyaya ve yaşadığın hayata az da olsa yabancılaşarak uzaklaşmak gerekiyor çünkü. Bu da ancak hayat ve bilinçli bir okuma tecrübesiyle mümkün.
Kien, antik diller hakkında bilgili bir adamdır ama dış dünyanın katı gerçeklerine dair hiçbir fikri yoktur. Kütüphanesinde yirmi beş bin kitabı olan profesör rüyasında kitaplarının yandığını görür. Ve onları sonsuza kadar koruyacağını sandığı hizmetçisi Therese’le evlenir. Bu küstah, yalancı, arsız kadın aslında faşizmi sembolize eder. Zaafları olan Kien, kütüphanesi ele geçirilince gönüllü bir kör olarak hayatına devam eder. Onurunu büsbütün kaybedince de gerçeklerle yüzleşemez olur.
‘Körleşme’ sadece yaşadığı çağın değil edebiyatın, yazarların da acımasız ironisini yapan romanlarından. Zihinsel esrimenin en uç sınırında dolaşan kahramanı Kien, deliliği tanımlanması zor, yaratıcılığı körükleyen özel bir ‘hal’ olarak görüyor. Onu akıl hastanesinde şöyle anlatıyor: “ George Kien, bu hastaların arasında tüm ozanlardan daha yetenekli olan, hep yeni esinlerle dolu gülmece ustalarını tanıyordu; bunların düşünceleri hiçbir zaman kağıda geçirilen düşüncelerin düzeyine inmezdi; gerçekliklerinin dünyasının ötesinde çarpan bir yürekten kaynaklanan bu düşünceler, yabancı fatihler gibi bu düşüncelerin üzerine saldırırlardı. Ganimet peşinde koşanlar, dünyamızın hazinelerine giden yolun en iyi kılavuzlarıdır”.
Roman yasaklandığı için ancak 1963’de üçüncü baskısıyla tanınır olmuş. Kitabı tamamlayınca anlattığı yıkımın travmasını yaşamış: “Kitabı bitirdikten sonra kendimi tükenmiş hissettim. Kitapları yaktığım için kendimi affetmiyordum. (Romanda) Her şey yanıp kül olmuştu. Suçlu bendim. Yıkama ben sebep olmuştum, bu facianın etkisinden kurtaramıyordum kendimi”.
Bu kitabı o yükselen faşizm döneminde ve o yaşta yazmak gerçekten zor ama bugün artık dünya edebiyatının başyapıtlarından biri sayılan romanı ilk kez okuyanlar için özel ve kıymetli bir miras.
Canetti neredeyse otuz yıla yaydığı, farklı disiplinleri içeren ‘Kitle ve İktidar’ başlıklı kitabında, insanın, varlığın özünü kitle hareketlerinin dinamikleriyle açıklar. Orada şu cümlenin altını çizmişim: “Kitle, hayvansal gücü ve tutkusuna ilişkin olabilecek en güçlü duyguyu kendisi için hissetmek ister; her türlü sosyal bahane ve bu talebi amaca ulaşmak için bir araç olarak kullanacaktır”.
Bugün kültürel değerleri yakıp yıkan terör örgütlerinin, devletlerin savaşlarda paramparça ettiği şehirlere bakın. Sadece müzeler, ibadet haneler, kütüphaneler değil mezarlıklar bile birer enkaz yığınına dönüştü. Bu ‘cehennem ateşi’ asırlardır insanlığı öldürmek için canla başla çalışıyor. Bugün İskenderiye’de yer alan büyük kütüphane ilk defa Sezar’ın MÖ 47’deki istilasıyla yağmalanmıştı. Dünya tarihi bu türden yıkım örnekleriyle dolu maalesef. Her medeniyet bir öncekini hunharca çiğniyor. Geride kalanlara sahip çıkanlar da medeniyeti tekrar inşa etme ve sürdürme çabasıyla bu dünyadan gelip geçenler. 76 yaşında Nobel alan Canetti onlardan birisiydi. O, “Cervantes, Gogol, Dostoyevski olmasa ben bir hiçim. Ateşsiz, köşesiz bir ruh” demişti. ‘Körleşme’ deki anlatımının açıklığını Stendhal’in ‘Kırmızı ve Siyah’ına borçlu olduğunu, Kafka’nın ‘Dönüşüm’ünde soğukkanlı anlatının en yetkin örneğini bulduğunu itiraf eden Canetti gibi yazarlar ve benzerleri sayesinde medeniyet yangınları söndürülebiliyor ancak.
Romanın ilk bölümünde anlatıcı Prof. Kien’in yangın rüyasını aktarıyordu: “Gözlerini zorla kapalı tutuyorlardı; ama gözlerinin önünde dev bir görüntü vardı yine de. Dört bir yana doğru büyüyen, yeri göğü, ta ufka dek uzanan tüm boşluğu dolduran bir kitap görüyordu şimdi. Çevresindeki kor halindeki ateş onu ağır ve sakin bir şekilde kemirmekteydi. Kitap da ses çıkarmaksızın sakin ve büyük bir yüreklilikle dayanmaktaydı bu işkenceli ölüme. Çığlıklar yükseliyordu insanlardan; kitap ise ses çıkarmadan yanıyordu. Ermişlerle, din uğruna acı çekenler bağırmazdı.”
İmparatorlukların, ulusların, toplumların çöküşünün, medeniyetlerin yıkımının özünde, gösterişli sebeplerden ziyade derin insanlık acıları var sanırım. Nesneler, kitaplar, anıtlar hatta mezarlıklar bile sonsuza kadar yaşamıyor. Ölümün acısı karşısında bir gün onlar da susuyor. Ama onları hatırlatacak olan yine insani değerler. Mesele, dünya ağrılarını kısmen hafifleterek ‘sonsuz yolculuğa’ devam etme gücü veren ozanlara, yazarlara, sanatçılara, düşünürlere sahip çıkma çabasından başka nedir ki?
*Not: Kitabın çevirmeni Ahmet Cemal yeni baskıya yazdığı önsözde, Oğuz Atay’la tanışmasını ve onun bu romanı Türkçeye kazandırma çabasını güzel bir hikayeyle anlatıyor. Atay’ın coşkulu katkısına da yürekten bir selam.
* Elias Canetti –Körleşme / Sel Yayıncılık –Çev. Ahmet Cemal