Mektup bütün pratik, geleneksel ve edebi anlamlarının ötesinde insanın itirafedebildiği en çıplak gerçeklerin hayal gücüyle buluştuğu büyülü bir bahçedir bana göre. Yazım sürecinde karşılaştığımız sürprizler, keşfedilmemiş duygu kristalleri, hayatla aramızda duran uçurum, kaderin kelimelere tahakkümü (ya da tersi) farklı anlam arayışlarına sürükler.
Gündelik hayatta fark edilemeyen puslu ayrıntıları tasvir ederken berraklaştıran bir romancı misali üzerlerini örttüğümüz ham gerçeklerle karşılaşırız mektup yazarken. Hayatları, tarihi, ilişkilerin seyrini değiştiren mektuplar, kişisel hayatlarımızın çekmecelerinde birgün tekrar nefes alıp canlanmayı bekleyen solgun bitkiler gibi uykuya dalarlar. Ta ki önlenemeyen bir dürtü, meraklı bir kaşif ya da özlenen bir ruh haliyle karşılaşma arzusu onları uyandırana kadar.
Simon Garfield, “Yazışmanın İlginç Tarihi”nde Erasmus’un günümüze ulaşan 1600 mektubunu anlattığı bölümde, mektubun iyileştiremeyeceği hiçbir mevzu olmadığına inandığını söyler. Ona göre doğru dürüst mektup yazabiliyorsanız yaşadığınız dünyaya hakimdiniz. Erasmus, bir mektup “argümana, mekana, zamana ve alıcıya mümkün olduğunca uygun olmalıdır” derken, onların matbaalarda kitaplaştırılmasını savunuyor ve mektubun artık tarih değil edebiyat olduğunu iddia ediyordu.
“Doğru dürüst mektup yazmanın” edebi karşılığını geçenlerde müthiş bir hazla okuduğum bir romanda gördüm. Rusya’nın üç büyük edebiyat ödülünü alan Mihail Şişkin’in dördüncü romanı “Mektupların Romanı”ının Rusçadaki orijinal ismi “Mektup Yazma Sanatı” anlamında da geliyormuş. Bu kitap, içinden mektuplar geçen ya da tek başına mektup gibi kurgulanmış romanlardan farklı. Yazarın deyişiyle bu kitap “her şey hakkında” ama nasıl?
Aşk, eksik kalmaya mahkum hikayeler, savaşın vahşeti karşısında insanın çaresizliği, sözcüklerin hayatlarımızda kapladığı yer, yazmanın beyhudeliği ve aynı zamanda kıymeti, “dünyadaki her şeyin birbiriyle kafiyeli” olduğunu işaret eden o incecik sızılar, kader, batılın aldatıcılığı, bedenin kör noktaları, ruhun tene zarar veren hastalıkları, varoluşun geniş aynasında boşluğa düşme halleri, tesadüflerin kaçınılmaz rolü, uçarken birbirlerine aşık olan kuşlar, iz bırakan hatıraların yakıcılığı ve nihayetinde birbirlerine bir biçimde dokunup canlanan “her şey” dolaşıyor bu romanda.
Vovka, Çin’in kuzey cephelerinden yazıyor. Saşenka farklı bir zamanda-mekanda, kendi hayat yolculuğunu ve savaşını anlatıyor. Onlar kendi hikayelerini mektuplar aracılığıyla aktarırken, bilinç dışına sızan tüm sorular, müphem cevapları, sayıklamalar, akıl yürütmeler, korkular, zaaflar birbirine değmeyen - belki geçmişte değmiş ve geleceğe de bir ihtimal de taşıyan - iki insanın samimi “itiraflarına” dönüştüğünde “uzak- yakın” kavramları da anlamını yitirmeye başlıyor. Şişkin’in “mektup romanını” benzerlerinden ayıran, güçlü anlatımının ötesinde klasik kurguyu reddeden bu yaklaşımı.
Onun kadın ve erkek kahramanları, eski benliklerini kaybedip yerine yeni bir benlik inşa etmeyi deneyen bütün yaralı ruhlar gibi hikaye etme dürtüsü ve coşkusuyla birbirlerini yeniden doğuruyorlar. Yazarın “Aslında bütün kitaplarımda iki karakter var. ‘O ve Öteki’” diye tarif ettiği, çelişkilerin büyüsünden de beslenen iki cins arasındaki mesafeyi ve olası tüm buluşma ihtimallerini anlatma çabası sanırım.
Şişkin’in insanlık hallerini ve duyguların ara tonlarını aktardığı bölümler arasında bende iz bırakan yine yazının uçuculuğu- kalıcılığı, sözcüklerin gerçeklerle ilişkisine dair Vovka’ya söylettikleri oldu;
“Sözcüklerimin tıpkı bugünkü, tıpkı bu ankiler gibi büyükannemin gömülü olduğu mezarlıktaki çukuru boylayacağına iyiden iyiye ikna etmiştim kendimi, tam da bu yüzden yazılı olanların en önemli, en değerli parçam olduklarına inandım.
Belki de saçma olan sözcükleri bu kadar sevmek. Çılgınlık derecesinde seviyordum onları: Onlarsa arkamdan kaş göz işareti yapıyorlardı. Benimle dalga geçiyorlardı!
Sırtımı sözcüklere dayadığım oranda, sözcüklerle bir şeyi anlatmada ne kadar güçsüz kaldığımı daha açık görüyorum. Daha doğrusu sözcükler kendime ait bir şeyler yaratmamı sağlayabilirler ama kendini de sözcüklerle öremezsin ki. Sözcükler yalancı. Yüzmek için izin istiyorlar senden, sonra da gizlice yelkenleri şişirip çekip gidiyorlar. Kıyıda tek başına kala kalıyorsun.
En önemlisi de gerçeğin hiçbir sözcüğün içinde rahat edememesi. Gerçek, insana dilini yutturur. Şu hayatta yaşanana dişe dokunan şeylerin hiçbiri bir sözcüğün içine sığmaz.
Bugüne kadar başından geçenlerin sözcüklerle anlatabileceğin fikrine kapılırsan bil ki başından hiçbir şey geçmemiştir”.
O da romancıların çoğu gibi zıt fikirleri tartışırken kendini keşfederek okurla birlikte derin katmanlarda dolaşıyor. Konuşarak derdimizi tam anlatamadığımızda, soluksuz kalıp acı çektiğimizde “ötekine” (aslında kendimize) mektup yazmamızın sebebi biraz da budur; yazarak hakikate yaklaşma çabası.
Şişkin’in erkek kahramanının (kendisine yakın duran) katı gerçekçiliğiyle, kadın kahramanının (kendi deyişiyle kadınları nasıl algıladığı) arasında salınırken, yeni bir düşünce üretmeksizin tekrara düşme kaygısı yaşadığı hissediliyor. Muhtemelen sözcüklerin her şeyi öldürdüğü gibi aşkı, insanı o hastalıklı ve mucizevi dönüşüme hazırlayan kıpırtıları da öldürdüğünü bildiğinden, eşya, insan, tabiat ve var oluş arasındaki görünmez bağları da göstermek istemiş.
Ölüm, savaş, birini biteviye sevmenin zorluğu, sevememenin kağıt kesiği acısı gibi durumlar üzerine ifadeleri ne kadar karanlık olursa olsun insanın umudundan vazgeçmesinin ne kadar zor olduğunu da hatırlatıyor roman boyunca.
Vovka cepheden yazıyor yine; “Birer yaban hayvanı gibi gördüğüm askerlerin bile evlerine zarafet dolu mektuplar gönderdiklerini farkediyorum. Geldiği yerde muhtemelen içip içip karısını dövüyordu ama şimdi karısına: “Öpücüklerin ve sarılmalarınız beni ayakta tutuyor, sana aşık Peyta’n” diye yazıyor. Sadece bunun için bile bu insanları buraya getirmek gerekmez mi?…Evet burası kötülüklerle dolu, gaddarlıkla, çirkinlikle dolu ama bir yandan da içinde insani olan ne varsa ona tüm gücünle sarılmanı sağlıyor. İçinde kalan insanlığın bir zerresini bile koruyup kollamak bu denli önem kazanıyor işte”.
Mihail Şişkin, dünyayı/hayatı bir bütün olarak kavrayan ve aktaran geleneksel anlatımı, deneme, hikaye, mektup gibi farklı türleri romanda toplayan modern yaklaşımla buluşturmayı seviyor. Vovka ve Saşenka’nın yakınları ve çevreleri hakkında anlattıkları hikayelerle açığa çıkan kırılmalar, umut, kaygı, alışkanlık, hayret, kayıtsızlık, kibir, kıskançlık, koyu ve yıkıcı bencillik gibi farklı duygu durumları hakkında da düşünme ve yazma imkanı tanımış. İnsanın çok çabuk yara alan bir varlık olduğununun bilinciyle roman yazan sesi, haz veren okuma tecrübesine rağmen epey acıtıyor. Bütün has romanların yaptığı gibi.
Gerçek olabilmesi için paylaşmak
O acıtan sesi takip ederken canlı varlıkların, eşyanın, hayatta size dokunan, yanınızdan geçip giden bütün insanların, ağaçların, kuşların çığlık çığlığa kıvrandığını işitiyorsunuz yazarla beraber. O vakit insanın kendi varlığına tecrübeleriyle katlanması daha anlamlı geliyor. “Sadece varlıktan değil yokluktan da onay alarak mutluluğu en gerçek haliyle hissedebileceğini” söyleyen Vovka’nın burukluğuyla çözülürken toparlanıyorsunuz.
Vovka ebedi dönüşe, dirilişe, ölümün gizemine inanmıyor. ‘Her şeyin tek bir rotası var. Dönüşsüz ve şu ana ait” diyor. Ona göre hepimiz biriciğiz. Ben de buna inanıyorum doğrusu. Evet, benden başka bir tane daha yok. Bir daha hiçbir yerde, hiçbir zaman olmayacak. İlk bakışta biraz keskin gibi görünen bu inanış, aşık olup diğerine yazan Vovka’nın hatırlattığı gerçeklik algısıyla da örtüştüyor; “Başıma gelen her şey, sana yazmak üzere kafamda derleyip toparladığımda gerçeğe dönüşüyor aslında, başka bir şeyden değil. Yazmayacak olsam, iyi şeyler olsa bile başıma gelen o mutluluğun tadını çıkaramıyorum. Gerçek olması için seninle paylaşmalıymışım gibi geliyor”.
Delirmekten korunmak
Gerçeklik algımızı tecrübelerimizden, kişiliklerimizden ziyade anları sevdiklerimize nasıl anlattığımız belirliyor. Şişkin’in karşılık beklemeyen, hayata, Tanrı’ya ve kendine sorular sorarak hikaye eden kahramanları yazma sanatı ve “delilik” arasındaki bağı da göstermiş. Belki gerçek olması için “ötekine” yazma sebebimiz, bizi delirmekten koruyacak olduğuna inanmamızdır. Yazarın, sözcüklerin hiçbir gerçeğin içinde rahat edememesi düşüncesini aşıp “mektupların romanıyla” sözcükleri kutsaması bundan. Daha rahat hissedebileceği yeni bir “kimlik” edinmek.
İnsanlık tarihi boyunca savaşların olduğu, hep olacağı bilgisine, birbirlerini çok seven ruhların bile asla yeterince yakınlaşamayacağı sezgisine, insanın bir anda “insanlıktan” çıkıp gaddarlaşabileceğinin ağır tecrübelerine rağmen ötekine (kendimize) yazma arzusu bizi büsbütün kaybolup savrulmaktan da koruyor.
Roman, günlük, deneme, mektup, ne yazarsak yazalım, yazdıklarımızın arasına tam hatırlanamayan rüyalar misali giren resimler, kokular, eşyalar, sorular, duygu tortuları, işaretler, nihayetinde bizi biz yapan “gerçek hikayelere” dönüşüyor. Vovka’nın sorusunun cevabı bu dönüşümde gizli; “Nasıl yaşayabiliyorlar? Bir ucundan ölüme bağlı bu zincir olmadan, nasıl oluyor da düşmüyorlar? Onları tutan ne?”
Duyguların coğrafyasındaki bilinmezlik içimizi gölgelediğinde, sözcükler hakikati açığa çıkarmak için direniyor. Ancak o tuhaf harf dizilimleriyle başka birinin hayatımızdaki varlığını ya da yokluğunu daha iyi kavrıyor, bizi sevmiş insanlara “sevgisizliğin” sahte yüzünü gösterme garipliğini anlayabiliyor, sevişen ruhların şiirsel yanını, “uzaktaki yakını” içselleştirebiliyoruz.
Ve yine kelimelerin sihriyle tabiatı gereği sürekli değişen “gerçeklik” anlarını saklayabiliyoruz. Bedende ansızın uyanan kıvılcımlı bir heyecanı, yaprakların hışırtılı rüzgarlarla savrulduğu bir sabah şefkatle uyandırılışımızı, sessizlikle harelenmiş bir cevabın sahih karşılığını yazdığımızda, hayat bütün çelişkili cazibesiyle kendini hatırlatıyor.
Uçurumdan aşağıya bakarken ansızın gözlerini açan “uyurgezere” başka bir hayat ihtimali olduğunu da söyler edebiyat.
Vovka kendi zaman algısıyla yazdığı mektupta Saşenka’ya sesleniyordu.
“Şimdi o yaz kendimi nasıl da mutlu hissetmiştim diye şaşırıyorum. Elbette mutluydum sadece farkında değildim bunun. Her şeyi bilip, her şeyi anladığımı sanırdım bir de. Hamlet’i okuduğumu hatırlıyorum: “Zaman yerinden çıktı”. Şimdi her şey anlaşılıyor işte.
Ne var ki anlamayacak? Gerçek anlamıyla tam da burda anladım. Şimdi biliyorum onun neyi kastettiğini. Shakespeare neyi yazdı biliyor musun? Seninle kavuştuğumuzda ve ben başımı dizlerine koyduğumda bu bağın tekrar kurulacağını”.
Mihail Şişkin, kahramanları, onların bilinçlerinden mektuplarına sızanları okuyanlar “o bağın”, bir gün, bir biçimde kurulacağına inanmak istiyor. Buna benzer inanışlar, umut kırıntıları binlerce yıldır işaretlerle bizi delirmekten, savrulmaktan, büsbütün kaybolmaktan koruyor.
Ve mektuplar ruhlarımızda köpürerek çoğalıyor.
Mektupların Romanı - Mihail Şişkin - Çev. Erdem Erinç / Jaguar Kitap