Kainatın geniş boşluğunda uyku, rüya, hatırlama, unutma ve hafıza arasında görünmez bağlarla örülmüş bir adacıkta yaşıyoruz aslında. Zihnimiz hayata gözlerini açtığı andan itibaren unutmaya başlıyor. Bu gerçeklik basit gibi görünse de temelinde karmaşık bir sistemi ihtiva ediyor.
Hatırladığımız rüyalar, uyandıktan hemen sonra buharlaşan rüyaların da bir parçası çünkü. Geçmişe dair gölgeli anılarda, yüzlerde, seslerde unutulduğu sanılan hatıralar sessizce uyuyor. Gün içinde kısacık bir şimşek çakımı misali hafızamızda parıldayıp ansızın kaybolan bir rüya parçacığı, çok eski bir anı da canlandırabiliyor. Unuttuğumuzu sandığımız olayların, insanların ve ayrıntıların kaydını tutan büyücü hafıza, hiç beklenmedik bir anda ‘uykusuzluk hastalığına’ kapılıyor. Yıllar evvel bizi çok acıtan bir mektup, konuşma, buruk bir melodi rüyamıza başka biçimlerde girdiğinde anlamlandırmak için düşünüyor, şifreleri çözemediğimizde derin bir kederle kuşatılıyoruz. Nadiren teselli eden anılar, hafızanın derinliklerinden silindiğinde ‘yalnızlık’ hissi çoğalıyor. Onları paylaşamamanın neden olduğu travma, bir kabusa ya da insanı dünyaya büsbütün yabancı kılan bir ‘canavara’ dönüşüyor.
Büyük bir yapboz’un parçaları gibi dalgalanıp duran bu ‘insanlık halleri’ her dönem yazarların ilgisini çekmiştir. Hafızanın gündelik hayatın içindeki akışını kurcalamaktan, insanın kendisini hikaye ederek yeniden yarattığı ‘duygusal bellek’ boşluklarını doldurmaktan hoşlanırlar. Bazen yorumlanamayacak kadar acı olduğu için hafızanın derinliğine zehir gibi sızan rüyaları, hikayeye dönüşemediğinde üstü örtülerek ‘unutuluşa’ terk edilen anıları, bastırılan iç sesleri, başkalarından ödünç alarak uydurduğumuz anekdotları yazının diline tercüme etmek pek çoğu için edebiyat hazzı yüksek bir meydan okumadır.
Murakami bu çekici oyunları seven yazarlardan. Artık Türkiye’de de hatırı sayılır bir hayran kitlesine sahip yazarı edebiyat severler iyi tanıyor. Her seferinde okurunu bir biçimde şaşırtan yazar, Türkçeye çevrilen ikinci öyküsü ‘Uyku’ da basit, sıradan gibi görünen bir hikayeyle sadece uyku, beden, zihin ve ruh arasındaki ilişkiyi sorgulamıyor, edebi hafızaya ve kendimize unutturduğumuz benliğimize dair düşünmeye de davet ediyor. Doğrusu bu yanıyla benim daha çok ilgimi çekti.
“Uyuyamıyorum. Tam on yedi gün oldu. Uyuyamama hastalığının söz ediyor değilim” cümleleriyle açılan hikaye daha en başından esas meselesinin ‘uykusuzluk’ olmadığını da söylüyor aslında. Evet hikayenin kahramanı, gençliğinde yaşadığı uykusuzluğu, bir ‘varoluş sorunu’ olarak kabullenmiş ama otuzlu yaşlarına gelip evli ve çocuklu bir yaşam sürmeye başladığında artık uykusuzluğun başka bir boyutunu anlatıyor. Daha evvel bedenini ve bilincini birbirinden ayıran uykusuzluk, ‘koyu, karanlık bir bulut’ gibi aniden gelip gidince nedenini sorgulamamış. Hikayenin şimdiki zamanında bilinci berrak, vücudunda bir değişiklik yok, iştahı yerinde, doktora gitmek istemiyor. Bize kocasıyla mutlu olduğu zamanları, genç bedeninin güzelliğini anlatıyor. Ve hayatının sıkıcı ritüellerini. Uyuyamaz hale gelmeden önce tuttuğu günlüğündeki tekrar eden sıradanlık onu şaşırtıyor.
Murakami romanlarında, hikayelerinde fantastik unsurları seven bir yazar. Rüyasında gördüğü ‘siyah giysili yaşlı adam’ onun hafızanın karanlık kuyusundan yükselen korkuya dair bir sembol. Şifresini çözmeyi her zamanki gibi okura bırakmış, çok da önemli değil zaten. Bana göre esas hikaye o karabasanı göremeye başladığı gece, yıllar evvel okuyup çok sevdiği ama nedense pek iz bırakmamış ‘Anna Karenina’yı yeniden okumaya karar vermesiyle başlıyor. Başını ve sonunu hatırlıyor ama ortası yok. Brendi ve kurabiyelerle koltuğa gömülüp kitabı okumaya başladığında kaç yıldır kendini vererek bir kitap okumadığını hatırlıyor. Ve okura da mealen bunu soruyor; “Zaman geçiyor, tüketiyorsunuz ama sevdiğiniz bir şeyi gerçekten ne kadar içtenlikle ve kendinizi vererek yapıyorsunuz?”
Üstelik kahraman çocukluğundan beri yaşamının odağına kitap okumayı koymuş, harçlıklarını kitap satın almak için harcamış, İngiliz Dili ve Edebiyatı’nda okuyup Katherine Mansfield üzerine tez yaşmış bir kadın. Hikaye “İnsanın yaşamı nasıl oluyor da böyle tem tersi bir hal alıyor” sorusuyla çözülüyor. Sahiden nasıl oluyor da benliğimizden böyle vahşice uzaklaşıp, içinde mutlu olup olmadığımızı bile sorgulamadığımız bir hayatı tercih ediyoruz. Bu soru hikayenin kendisinden daha çarpıcı bence. Üstelik bu ve benzeri soruları küçük, kapalı, gizemli bir hikayeyle anlatabilmek de pek öyle kolay bir tercih değil.
Anlatıcı kadın, romanda 116. sayfaya kadar Anna Karenina’nın ortaya çıkmamasına şaşırıp, “Herhalde o dönemin insanlarının fazlasıyla boş zamanı vardı” deyince, kıkırdayarak raftan kendi romanımı indirdim. Biraz karıştırdım. Olaylar sanki bildiğim, alıştığım dünyanın tersine bir hızla olanca ağırlığıyla akıyordu. Sonra onu bir kenara koyup, Murakami’nin hikayesini okumaya devam ettim. Ama aklım Anna ve Vronski’deydi , onları görüyordum ve tıpkı o kadın gibi romanın pek çok kısmını unutmuş olduğumu fark ettim. Üstelik o kadın bir rutinle değil istediğimde kitaplarla kucaklaşabildiğim ‘özgür’ bir hayatım var.
Murakami okurunu sadece hikayelerinin gücüyle kendisine bağlayan bir yazar değil. Bu erken dönem hikayelerinden ama okuru diri tutan sorularıyla iyi tasarlanmış. İlk okuduğumuzda içimizi titreten daha sonra her nasılsa silinip giden kitapların ve onlar için harcadığımız vaktin bir anlamı olmalı. Bu fazlasıyla üzerinde düşünmeye değer bir mevzu.
Her şeyle birlikte kelimeleri de depoladığımız karanlık hafıza kuyusunda, hayatımız hakkındaki bilgilerin tamamı var ama pek çoğu bizle birlikte geceleri uyuyor. Buna ihtiyacımız var çünkü. Biz sadece kaslarımızı değil zihnimizi dinlendirmek için her gün hayata bir süre ara veriyoruz. Her düşüncemizin, eylemimizin, duygumuzun hatta yüz ifademizin ardında ömrümüz boyunca biriktirdiğimiz, birbirine incecik simlerle bağlı hatıralar yüzüyor. Romancı Andre Maruois’nın söylediği gibi ‘hafıza’ büyük bir sanatçıdır. Uykusuz kalmaktan hiç şikayet etmediği noktada , ‘isimsiz kadın’ da hafızanın bu yönünü keşfediyor sanki. Tolstoy’un roman kahramanlarını kitapta ustalıkla oynatabilmesine şaşırması yıllarını alıyor. Murakami böylece zaman ve hafıza arasındaki kırılgan ilişkiyi de gösteriyor.
Zaman akıp giderken görev gibi yapılanlarla hayat mekanikleşiyor. Her şeyin tekrardan ibaret olduğunu yazar yüzümüze çarpıveriyor. O zalim gerçeklik ‘sessiz bir rüzgar’ gibi etrafında geçip gittikçe kadın uyanık kalmanın hazzını da keşfediyor. Yazara göre insan farkında olmadan hareketlerinde ve düşüncelerinde bir eğilim yaratıyor. Uykuyla bu katılık yumuşuyor, çözülüyor. Kadın, bu sistemin dışına çıkmak istiyor; “Eğer vücudum eğilimler doğrultusunda tükeniyorsa bile vücudum bana ait. O ruhu da kendim için saklamak isterim. Hiç kimseye de vermem. Tedavi edilmesine gerek yok. Uyumam” diyor.
Yani uykusuzluktan mustarip insanların yapmaya cesaret edemeyeceği bir ‘varoluş’ halini savunuyor. Murakami’nin ‘hayatta olmanın gerçekliğini hissedebilmek’ meselesi üzerinden hafıza, uyku, zaman üçgeninde dolaşan bu kısa anlatısı, farklı okumalara açık olduğu için cazip. Eğer siz de benim gibi roman-edebiyat-insan ilişkisi üzerine düşünmeyi sevenlerdenseniz tıpkı hikayedeki o kadın gibi klasik bir romanın kristalleşerek yazarının ötesine nasıl geçtiğini merak edersiniz mesela. Ya da tutkuyla, isteyerek, severek bağlandığınız her neyse, ona ‘odaklanmanın’ kıymetini keşfedersiniz yeniden. Nihayetinde tanıdığınız dünyaya bir süre yabancılaşma, sizi uykunun, hafızanın, unutmanın ve hatırlamanın anlamları üzerine düşündürecektir. Hatırlayamadığımız, rüyalara, anılara ve onlarla beraber yitip gittiğini sandığımız sırlara edebiyatın mucizesiyle vakıf olma ihtimali, uykunun da uykusuzluğun da ölüm kadar sessiz olmadığını size de fısıldar belki.
Haruki Murakami – Uyku / Çev. Hüseyin Can Erkin İllüstrasyonlar: Kat Menschlik – Doğan Kitap