1912- 942 yılları arısında Stefan Zweig’ın ilk karısı Frederike’yle 30 yıl süren yazışmalarını içeren mektuplar, tanışma, dostluk, evlilik, ayrılık dönemlerini, Zweig’ın intihar ettiği son güne kadar geçen süreyi, dönemin siyasi atmosferini, kitaplarının yazılma süreçlerini de içeriyor. Bu açıdan haliyle ilginç ama ben daha ziyade birbirine yabancı iki insanı buluşturan, fırtınalı bir kopuştan ve savruluştan sonra bile onları ayırmayan yazı sanatının ve mektubun incelikleri üzerine düşündüm.
Onu yazarak her anlatışımda, daha evvel girmediğim labirentimsi sokaklarına girdiğimde, sihirli bir masalın eksik bir parçasını bulan çocuklar gibi seviniyorum. Zweig’ı tanımayanlara az bilinen yönleriyle gösterirken kendimi ve onu yeniden keşfediyorum. O hikayeleriyle, romanlarıyla, biyografileriyle, denemeleriyle, mektuplarıyla okuru her daim tazeleyebilen, şaşırtan bir yazar.
Birkaç sene evvel, başka bir vesileyle ölümsüz biyografilerinden bahsettiğim yazıda onun edebiyatla ilişkisini anlatmayı denemişim: Tuhaf bir inat, ısrar, fedakarlık ve şefkat duygusuyla hayatını onlarca yazarın, tarihi ve edebi kişiliğin hayatını kavramaya ve anlatmaya adamış bir edebiyatçıyı neden böyle sevdiğimi açıklayabilmek pek kolay değil zira o yazmaktan daha fazlasını yapıyor. Onlarla birlikte anlaşılması güç hayatların karanlık dehlizlerinde usulca dolaşıyor. Ağır adımlarla, ne yaptığını bilerek, temkinli, sakin ama okuru ve kendisini diri tutan kalp çarpıntısını unutmadan. Bazen çok iyi tanıdığı ‘yazar huzursuzluğunun’ sebeplerini’ anlamaya çalışıyor, bazen de insanı zaaflarını, edebi kusurlarını ve korkunç özelliklerini hiç tereddüt etmeden gösteriveriyor. Ve siz sevdiğiniz yazarları ansızın hırpalayan bu yazara kızamıyorsunuz. Onları yaratıcılığın kutsallığına yaraşır zarif bir üslup ve içtenlikle, mesafesini kaybetmeden anlatabildiği için daha çok minnet duyuyorsunuz.
Stefan Zweig’ın ilk karısı Frederike Zweig’la yazışmalarını içeren kitaptan bahsetmeden evvel bu hatırlatmayı yapmak istedim. Bir yazarın medcezirli yaşam yolculuğundaki tehlikeli dönemeçleri, hayal kırıklıklarını, onu intihara sürükleyen koşulları, kendisiyle ‘yüksek sesle’ konuşur gibi edebiyat tarihine kalacağına inandığı mektuplar yazmasının sebeplerini anlamak için önce yazarı tanımak gerekir çünkü. Yazdığı hayat hikayelerinin orta yerinde olanca cesareti ve kibirden arınmış engin bir merhamet duygusuyla duran yazarın hayatını aktaran biyografiler de yazıldı elbet. Ama hiçbiri onun yazdıkları gibi değildi. Şimdi bize kalan onun mektupları ve günlükleri arasında dolaşıp kendi payımıza düşenleri bulabilmek. O Balzac’ı, Stendhal’i, Dickens’ı, Nietzshce’yi, Freud’u, Marie Antoinette’i, Macellan’ı ve diğerlerini anlatırken yazdığı kişinin kaderi oluyordu sanki. Bir ressamın titizliğiyle çizdiği portrenin gerçek olduğuna inandırıyordu.
O bu mektuplarda çıplak, olduğu gibi duruyor. Çoğu gündelik yaşantıların ayrıntılarıyla dolu ama dikkatli ve özenli bir okur için sıradan anlatımında bile onu farklı kılan özelliklerini görmek mümkün. Mektuplarını yazarken tamamen edebiyatın ölçülerinden ve dilinden uzaklaşmış değil. Okurun ‘Meçhul Bir kadının Mektubu’ isimli novellasıyla tanıdığı edebiyatın ‘mektup’ türüne en çok yaklaşan yazarlardan biridir Zweig. Peki 1912-1942 arasındaki otuz yılı kapsayan bu mektupları başka türlü okumak mümkün mü? Elbette zira mektup – hele ki çağının savaşlarına, siyasi çalkantılarına, kültürel iklimine, edebi portrelerine ve dönüm noktalarına da tanıklık ediyorsa – okura çok daha fazlasını vaat eder.
Mektup, hayatları yeniden keşfettirir, tarihi şekillendirir ve bazen yazının ve yazarın anlamını daha iyi kavramamızı sağlar. Homeros’un M.Ö. 8. yy’da yazdığı İlyada’da bahsi geçen mühürlü tabletlere yazılan mektuptan bu yana insanın yazarak ötekine ulaşma arzusu hiç değişmiyor aslında. Virgina Woolf, “Mektup yazarı ya da biyografı olmayan bir çağ yoksuldur” demişti. Bugün dijital çağda uzayın karanlık boşluğuna karışan ‘hızlı mektuplar’ bir yana kendimize göre anlamlar yüklediğimiz zamanın ruhuyla yazılan mektupların tam olarak kimin için - muhatabı mı, potansiyel okur mu – tartışması çok eskidir.
Kitabın çevirmeni Ahmet Arpat, sunuş yazısında ondan şöyle bahsediyor: Zweig, insancıldı, dostluk eli uzatırdı herkese karşılık beklemeden. Toplumları birbirlerine yaklaştırmak bir misyondu onun gözünde. Kültürlerin birleştiği bir Avrupa düşlemişti hep. Hümanizmi, güzel sanatları, edebiyatı, bir araya gelen sanatçıları, müzisyenleri, edebiyatçıları, Avrupa insanlarını kültür aracılığıyla birleştirip güçlendirecek insanları düşlemişti”.
Zweig, evet bütün bunları ve çok daha fazlasını düşlemişti. Onu sarsan siyasi çalkantıların yanı sıra tabiatı itibarıyla epey melankolik olan ve bu ‘maviliğin’ hayatına sirayet edişini gizlemeyen bir yazardan söz ediyoruz. 22 Şubat 1942 tarihli mektupta Friderike’ye şöyle yazar: “Sevgili Friderike, bu mektup sana vardığında ben kendimi eskisinden çok daha iyi hissedeceğim. Senin iyi günler göreceğine eminim. Melankoli yüklü yaşamımla daha uzun süre beklemediğim için beni haksız bulmayacağıma inanıyorum. Sana bu satırları son saatlerimde yazıyorum. Kararımı verdiğim andan sonra kendimi nasıl da rahat hissettiğimi bilemezsin. Sevgi ve dostlukla…Hep yürekli ol! Rahata ve mutluluğa kavuştuğumu öğrendin. Stefan”.
Fredrike Zweig, Stefan’ın ölümünden sonra otuz yıl daha yaşadı. Önsözünde ‘Çeyrek yüzyılı geçen beraberliğin tanığı’ diye yazan “Yaşamımdaki Stefan Zweig” başlıklı biyografisi 1947’de basılıp yedi dile çevrilmiş. Zweig’ın ölümünün hemen ardından yayınlanan ‘Dünün Dünyası’nın etkisinde yazılmış olduğu bu kitapta yer alan kimi ‘kadınsı’ bilgiler ve ifadeler de oldukça ilginç olmalı. Kendi adıma Türkçeye çevrilmesini isterim zira mektuplarda rakibi olan Zweig’ın ikinci eşi Lotte’yi acınacak, hastalıklı bir kişi olarak tarif etmesi gerçeği yansıtması bakımından önemli. Friderike, ‘Mektuplaşmalar’ kitabında Zweig’ın itlica ettiği ülkelerden yolladığı mektuplardaki ‘biz’ (Lotte ve Stefan) kelimesini çıkarmış ve yerine ‘ben’ kelimesini koymuş mesela. Zweig’ın yazdığı anılarda neden kendisinin ismi geçmiyordu?
Buna benzer pek çok bilgiyi kitaba yayına hazırlayan Gert Kerchbaumer sonunda anlatıyor. “1220 aşk, evlilik, yolculuk ve sürgün mektubu arasından çok iyi bir seçki yapmak oldukça güç bir ‘ip cambazlığı’ydı” itirafından sonra ‘edebi başarısı sınırlı’ dediği Friderike’nin hakkını teslim ediyor: “Friderike sadece yaşadığı villayı çekip çevirmemiş, eşinin edebiyat çalışmalarındaki en büyük desteği de olmuştur. Avusturyalı bir yazarın Almanya’daki inanılmaz başarısına karşılıklı mektuplarda da tanık olunur. Almanya’da kötü günlerin başlangıcı olan 1933 yılına kadar Zweig’ın bu ülkede 1.3 milyon kitabı basılmıştı. Eserleri aynı dönemde on iki yabancı dile çevrilmişti. Stefan Zweig’ın dünyaya yayılan çalışmalarının ardında bu kararlı kadın vardı”.
Mektupların analitik okumasını edebiyat tarihçilerine ve eleştirmenlere bırakalım. Kronolojik sırayla dizilmiş bu mektuplar, tanışma, dostluk, evlilik, ayrılık ve Zweig’ın intihar ettiği son güne kadar geçen süreyi ve dönemin siyasi atmosferini içeriyor. Bu açıdan zaten haliyle ilginç ama ben daha ziyade birbirine yabancı iki insanı buluşturan, fırtınalı bir kopuştan ve savruluştan sonra bile onları ayırmayan yazı sanatının ve mektubun incelikleri üzerine düşündüm doğrusu.
Kitabın ilk bölümünde ‘Sokulma’ Frederike 25 Temmuz 1912’de ilk mektubunu yazıyor Zweig’a: “Bundan birkaç yıl önce, Viyana dışındaki Rodaunda, Stelzer lokantasında, güzel bir yaz akşamında görmüştüm sizi. Girardi’nin veda gecesiydi. Tanışlarımdan biri, işte Stefan Zweig, demişti. Kısa bir süre önce kısa bir nuvelinizi okumuştum. O günlerde de melodisi peşimi bırakmayan ‘Soneler’ elimden düşmüyordu. Güzel bir akşamdı. Siz az ötede, sanırım dostlarınızla oturuyordunuz. Gördüğüm kadarıyla herkes neşeliydi. O günler benim yaşamımda bir dönüm noktasıydı”. Frederike’nin en başından beri edebiyat seven, dönemin yazarlarını, entelektüellerini merak eden, onlarla tanışabileceği ortamlarda bulunmayı seven bir kadın olduğuna şüphe yok. Yine de düşünmeden edemedim. Onu gördüğü akşam, yaz dinlencesi yaptığı kasabaya dönerken ‘Yaşama Övgüler’i okuyup Zweig’a içtenlikle yazmaya karar vermeseydi her ikisinin de hayatı nasıl olurdu? Edebiyat tarihi bu türden karşılaşmalarla doludur ama sonrasında nasıl devam edeceğine ‘kader’ kadar iradenin kendisi de karar verir; “Ben de yazıyorum. Belki son zamanlarda bazılarını okudunuz ya da şöyle bir göz atıp geçiverdiniz” diyor Frederike. Yazı seven iki insanın buluşmasının ilk adımı olan bu mektup hepsinden daha büyülü geliyor bana.
Bu ilk bölümde Zweig’ın cevapları kayıp. Yayıncı bu bölümdeki boşlukları yazarın günlüklerindeki önemli olaylarla doldurmuş. O dönemi sadece Frederike’den izliyoruz. Halbuki aşkın bu ilk ‘kıvılcımlanma’ döneminde Zweig’ın nasıl tepki verdiğini merak ettim. Malum, ‘ilkler’ her zaman daha özeldir. Zweig’ın 1919-1933 yılları arasında yaşadığı Salzburg’taki hayatından pek çok mektup kalmış. Bir yazar olarak en verimli döneminin izlerini, aile içindeki huzursuzluğu, sekreteri Lotte’nin hayatlarına girmesi ve boşanmaları 1930’lu yıllarda gerilim iyice artıyor. Ayrılıktan sonraki ‘Soğuma’ bölümünde Frederike’den çok az mektup kalmış.
Bu ‘mektuplaşmalar’ sahiden müthiş bir titizlikle dizilerek yayına hazırlanmış. İlk dönemde Zweig’ın mektuplarının eksikliğinin hissedildiği yerde editör onun günlüğünden çarpıcı bir bölüm koymuş mesela. 21 Aralık 1912’de yazmış: “Akşam F. V. W ile beraberiz. İlişkimizin tamamen seks üzerine kurulmamasına çok dikkat etmeliyim. Bu tehlike gerçekten var. Birlikte gezintilerimiz çok güzel, aramızdaki sohbetler de. Belki de bütün sanat, kişinin kendini karşısındakine anlatabilmesi. Kadınlarda her şeyi kavrama yeteneği var. Her şeyi anlamak da isterler. Ancak sorun, bu yeteneklerinin ne kadar sürekli olduğudur”. Haliyle müstehzi bir tebessümle gülümsüyordum buna benzer cümleleri okurken.
Zweig Frederike’yle tanıştığı ilk günden intihar ettiği son güne kadar bir biçimde onunla ilişkisini koparmamış. En zor koşullarda, gerginliğin iyice yükseldiği dönemlerde bile birbirlerini yazıyla avutmuşlar. Frederike’nin onu sonuna kadar hayatında tutacak kadar akıllı ve ‘yetenekli’ olduğu muhakkak ama Zweig’ın sürgün, mutsuzluk, köksüzlük, başka bir kadınla birlikte olma, çocuklardan uzaklaşma, eğer yeterince yazmazsa hayat eksik kalacakmışçasına yazma telaşı, melankolisi, savaş gerçeği gibi sebeplere rağmen onu ihmal etmemiş olmasını önemsiyorum doğrusu. ‘Mektuplaşmalar’ bu anlamda onun hayatını yazan biyografların yazabileceğinden çok daha fazlasını söylüyor çünkü.
Stefan ve Frederike yazışmalardan da anlaşılacağı gibi pek çok konuda anlaşamayan iki insan ama onları birbirlerine bağlayan ipeksi sicimler daha çok yazı ve edebiyat etrafında olgunlaşmış sanki. Gündelik hayat sıkıntıları, çocuklara dair dertler, yaşanacak evler, ülkeler, maddi sorunları gibi meseleler değil onların ‘dostluğunu’ güçlü kılan. İlişkileri bittikten sonra yazdığı uzun bir mektubun şu kısmı onun geçmişine nasıl sahip çıktığını iyi gösteriyor: “Çoğu gerçekten güzel, verimli çalışmalarımla dolu mutlu günler bir daha gelmemek üzere gelip geçti. Bunalınca hep onları anımsamalıyım. Sana karşı çoğu kez haksız davranmışsam bile unut o anları lütfen. Beni yitirdiğini hiçbir zaman aklına getirme ve beni hep en iyi dostun olarak hatırla… Ayrılışımızın sana verdiği acılardan dolayı beni bağışlamanı dilerim….Senin duyacağın hüzün gerçekten benim hüznüm…Sana sonsuz teşekkürler…Birlikte geçirdiğimiz o yılların güzel günlerinin hiçbirini unutma. Her zaman için senin…”.
Biliyorum, bu cümleler okuyanların çoğuna biraz klişe gelecek belki, kendini suçlu hisseden bir erkeğin tesellisi gibi görünecek muhtemelen ancak son gününe kadar mektupları takip edecek okur ilişkilerinin pek öyle sıradan olmadığını anlayacaktır. Zweig bütün sıkıntılarına ve tabiatının bir özelliği olan karamsarlığına rağmen ‘Bir insanın hayatına girmek de çıkmak da bir sanat eseridir’ deyişini doğrularcasına yaşamış nihayetinde kendi hayatını bu incelikli anlayışla terk etmiş bir insan, yazar. Kitabın son bölümlerinde ikinci karısı Lotte, Frederike ve Zweig arasındaki yazışmalar da var. 1942 Şubat’ında intiharından yirmi gün önce ciddi bir çöküntü yaşadığı halde ona şunları yazıyor: “Şu sıra Rio’da bir cehennem sıcağı ortalığı kasıp kavururken biz burada Petropolis’in güzel yazında serin gecelerin ve eşsiz gündüzlerin keyfini sürüyoruz….Gelen mektuplar gittikçe seyrekleşiyor. Herkesin tasası kendine yetiyor; pek önemli bir şey olmadı mı da mektuplar yazılmıyor. Dünyada olup bitenlerle karşılaştırılınca küçük ve parçalanmış yaşamımızda önemli bir şey mi kaldı? Uçak postasıyla İsveç’e yolladığım yaşam öyküm ‘Dünün Dünyası’nın oraya kazasız, belasız gelmiş olduğunu umarım”.
Stefan Zweig, misafirperverliğiyle çalışmalarına katkı sunan Brezilya’ya beyanını ve hayatını böyle sonlandırıyordu: “Bütün dostlarıma selamlar yolluyorum. Uzun gecenin sonunda doğacak şafağı görmelerini çok arzularım! Sabırsız ben, onlardan önce gidiyorum”.
Onunla ilgili eski bir yazımı şöyle bitirmişim: Meselenin trajik yanı şu ki, kimse Zweig’ın biyografisini onun sevdiği yazarları tutkuyla anlattığı gibi yazmayacak. Halbuki kendi hayat hikayesi de bir başka usta yazar tarafından edebi bir incelikle anlatılmayı fazlasıyla hak ediyor. Belki Kleist’ı anlattığı biyografideki şu cümleler, mektuplarındaki ve eserlerindeki ‘gizli itiraflar’ onun kendisine dair yazdığı en iyi hayat hikayesidir: “Goethe gibi güçlü ve hayatın efendisi olan kişilerin yanında bazen ölmeyi beceren ve ölümden, zamanı aşan bir şiir yaratan biri de olmalıdır”.
Stefen Zweig-Frederike Zweig – Mektuplaşmalar 1912-1942 Çev. Ahmet Arpat / Ayrıntı Yayınları