Geçtiğimiz hafta içinde yayımlanan resimli romanı, kendi kitabından uyarlayan Laurent Sesik, çizer Guillaume Sorel’le birlikte Zweig’ın ebedi yolculuğunu renklendirmiş. Sesik, Zweig’ın karısıyla Lotte’yle birlikte ölüme doğru yola çıktıkları son altı ayı anlatıyordu. Sağlam bir edebiyat sezgisiyle yazılmış romanı da bu vesileyle tekrar hatırlayalım istedim.
Birkaç yıl evvel, Zweig’ın son günleri hakkında yazılmış yeni bir roman yayınlandığını duyduğumda sevinip aşağıdaki yazıyı yazmıştım. Malum, son yıllarda yazarlar hakkında kurgulanan romanların meraklısı arttı. Edebiyat tarihi, biyografi ve kurmacayı buluşturan bu türe itirazım yok ancak bir yazarı tanımak için en iyi yöntem olmadığını da teslim etmek lazım. Eğer yazar, romandaki ‘yazarına’ merhametle, itinayla yaklaşıyor, anlatmak istediği meseleyi yazar kibriyle çiğnemiyor, hikayesini diliyle edebiyat hazzı veren bir okuma serüvenine dönüştürüyorsa onu tanımak isteyenler için yol açıcı olduğu bile söylenebilir. Sesik’in romanı bu türe iyi bir örnekti.
Yazıyı tekrar okuduğumda romanı da karıştırma ihtiyacı hissettim ve Zweig’ın son günlerini bugün yaşadığımız Ortadoğu cehennemi, yaşam mücadelesi verirken karamsarlığa kapılan, yok edilmek istenen halkları, baskıları, zulmü yeni bir çerçevede tekrar düşündüm. Tarihin kendisini çağlar boyu, farklı ‘maskelerle’ yenilediğini üzülerek fark ettim. Sesik, Zweig’ın karısıyla Lotte’yle birlikte ölüme doğru yola çıktıkları son altı ayı anlatıyordu. Führer’ini alkışlayan Avusturya’yı ve tüm Avrupa’yı sarsan umutsuzluğu gördükten sonra mücadeleyi değil de kaçmayı seçmenin derin kederi, suçluluk duygusu, ‘varoluşunun rayihası’ olan kitapları, resimleri ve sürgün dostlarının ruhuyla beraber Brezilya’ya giderken içine büyük bir ‘hiçlik’ yerleşmişti. Sisek, bir yazar olarak Zweig’ın sezgilerini romanda şöyle tarif ediyordu: “Bu tür şeylere dair sezgileri güçlüydü, tarihi iyi biliyordu. Bütün devirler hakkında yazmıştı, Mary Stuart ile Marie-Antoinette, Fouche ile Bonaparte, Calvin ile Erasmus hakkında. Geçmişin facialarına bakarak, oluşum halindeki felaketleri kestirebiliyordu. Bu savaşın öncekilerle hiçbir ortak noktası olmayacaktı”. Zweig haklıydı, Hitler milyonlarca insanın hayatına mal olan, geridekilerin asla unutamayacağı büyük bir trajedi yazmıştı.
Geçtiğimiz hafta içinde yayımlanan resimli romanı, kendi romanından uyarlayan Sesik, çizer Sorel’le birlikte Zweig’ın ebedi yolculuğunu renklendirmiş. Ben bu türe çizgi değil de ‘resimli roman’ demeyi tercih ediyorum. Roman sanatı, hayal gücünü zenginleştirme mesafesi tanır okura. Kahramanlarla birlikte romanın içinde dolaşan okur – iyi bir yazara eşlik ediyorsa – onların mimiklerini, jestlerini, soludukları atmosferi hatta duygularını da görür. Resimli roman bu anlamda o esnekliğe mani olmaz. Tersine, o da ayrı bir tür olarak sinemadan, resimden, şiirden, edebiyattan ve elbette hayattan beslenir. Ölçü mümkün oluğunca yazarın dilini, hikayeden uzaklaşmadan resmin diline tercüme etme çabası olmalı sanırım. Özel meraklıları olduğunu biliyorum, artık bizde de bir örneği olan (İhsan Oktay Anar/İlban Ertem – Puslu Kıtalar Atlası ) resimli romana ilgi artıyor. Belki okurun merakını kışkırtan bu tür çalışmalar, edebiyata yakın durmayanları da kazanıyordur, bilemiyorum. Ancak çizer açısından hiç kolay olmadığı kesin. İlban Ertem, Anar’ın romanından uyarladığı resimli romana dair söyledikleri işin zor tabiatını tarif etmiş: “Seksenli yıllarda resimli romana sil baştan ederek yeniden giriştiğimde aklımda şu vardı: Işığını, kamera açılarını, dekorunu, kostümünü, hikaye anlayışını, benim hayata neresinden durup baktığımı, her şeyi yeniden ele almalıydım. Sinematografisini, dramaturjisini ince ince işlemek istiyordum ”
‘Stefan Zweig’ın Son Günleri’nin orijinal baskısında çizerin bir önsözü ya da yazarın notu var mıydı bilmiyorum ama gözlerim Zweig’a dair hiç değilse bir iki cümle aradı doğrusu. Sayfaları çevirirken hikayeyi iyi bildiğim halde, çizerin dünyasından yanıysan ışıkla Zweig’ı daha yakından izledim. Karısı Lotte’ye birlikte yaşadıkları iç burkucu günlerin acısını derinden tekrar hissettim. Sonra yine romana döndüm, Sesik, tren yoluculuğunda Zweig ve Lotte’nin bir anını anlatıyordu. “Rodin’den sonra Jaures’e, Rilke’ye, Alma Mahler’e ve Ravel’e geçti. Karanlık ilerledikçe, bir ışık yaşantısından koca koca parçaları hiçlikten çekip çıkarıyordu. Gün ağırırken, Viyana ışıldıyordu her yerde. Tren yavaşlayamaya başladığında, hala kulaklarını açmış dinleyen Lotte, kendini doğulu bir prenses olarak hayal etti, adamın biri ona bin bir gecesini anlatıyordu”. Bu anlatım da yazının tartışılmaz gücüydü.
Roman hakkındaki yazım
Sancılı kopuş ânına hazırlanan yazar, “varlıktan" varlığın uçucu belirsizliğine doğru sonsuz bir yolculuğa hazırlanırken, hissettiklerini kelimelerin diline tercüme edebilse kim bilir geride neler bırakırdı. İpeksi sicimlerle hayatın sihirli anlarını dokuyan kumaşın arka yüzündeki düğümlü resmi görebilir miydik mesela?
Bir trenin camında yorgun suretiyle karşılaşan yazar, kımıltısız bir anda ya bütün hayallerinin, dileklerinin toplamından daha yoğun, farklı bir aydınlanmayla ürperdiyse ve o masmavi şimşek çakımını kavrayacak, ifade edebilecek kudreti kalmamışsa? O hâlde çemberi tamamlayacak duygunun yok oluşu insanın hikâyeyle tekâmül macerasını da eksik kılmaz mı? Stefan Zweig’ın son günlerini iştahla kurcaladığım mandalina bahçelerinde, yıldızların sonsuzluğunu ‘Binbir Gece Masalları’ nın baharatlı anlatımıyla fısıldadığı ıssız teraslarda, Laurent Seksik gibi onu “son yolculuğa” hazırlayan sızının derinliğini tahayyül etmeye çalışıyordum. Onun denemelerini, hikâyelerini, kendi kaderini oyunu bozup yeniden kurar gibi yazdığı biyografileri okuyan hemen herkes, o karanlığın muhtemel sebeplerini az çok tahmin edebilir. Eleştirmenlerce en çok yazılan sebep, savaşın şiddetinden, bir ırkın yok edilmesinden, ölümlerden duyduğu tiksinti ve yorgunluktur. “Kültür Avrupa’sı” hayalinin çöküşü, aidiyet hissinin tükenişi de onu büyük boşluğun korkunç girdabına doğru hızla çekmiştir elbet.
Peki, Zweig gibi yazının dönüştürücü gücüne yaslanarak yazan biri, kelimelerin büyüsüne olan inancını hangi dönemeçte terk etmişti? Bu sorunun cevabı muhtemelen kendisi için de pusluydu. Gök gürültüsünün uzaklardan yankılanarak gelen o ilk uğultusunu duyduğu anda neredeydi? Durgun bir gölün kenarında ‘kaçak’ bir hayat sürmenin vicdan azabıyla karışık ölümcül bir hiçliğin dinginliğine mi kavuşmuştu? Duygu dünyasını parçalayan zehirli düşünceler birer birer zihninin kuytusuna yerleşirken çocukluk, gençlik hayallerinden hangileri onu usulca okşuyordu? ‘Unutulmuş Düşler ’de anlattığı hayaller, hayatın ve yazının buluştuğu ‘mucizevî bahçenin’ gölgesinde ağırlamaya neden yetmiyordu artık? Oysa hafiften esen rüzgârın portakal ağaçlarının dallarıyla oynaşmasını, dağların karanlık yamaçlarından göz kırpan evlerin gece göğünün altında pırlanta tozları gibi parıldayışını anlatmayı ne çok seviyordu. Onu masallarından uzaklaştıran, yazmaktan alıkoyan, tabiatı, insanı kelimelerle keşfederken yazıdan aldığı hazzı giderek çürüten gerçeklik algısı ne türden bir sancıyla katılaşıp koyuşlaşmıştı?
Asıl mesleği doktorluğa ara verip dergilerde editörlük ve edebiyat eleştirmenliği yapan Seksik’in romanını okurken, cevapsız kalmaya mahkûm sorularla, çoktandır arayıp bulamadıklarımı harika bir kitapta buluştuğunu görünce heyecanlandım. Daha evvel başka bir Zweig yazısında, “Kimse onu Dostoyevski’yi, Tolstoy’u, Balzac’ı, Montaigne’i, Stendhal’i ve diğerlerini şefkatle ve yazının şehvetiyle anlatamayacak korkarım” demiştim. Bu küçük etkili roman, korkumu nispeten azalttı. Seksik, pek çok yazarın deneyip çoğu kez beceremediğini derin bir edebiyat sezgisiyle kavramış. Zweig’ın son altı ayını kurgularken, sadece hayal gücüyle gerçekliğin hassas dengesini yakalamıyor, edebiyat tarihinde iz bırakacağı yaşarken belli olan bir yazarın umutsuzluğunu, Japon resim sanatındaki ‘uçuşan dünyanın resimlerini’ andıran tüysü, hafif fırça darbelerinin zarafetiyle çiziyor. Doğuştan mutsuz genç karısı Lotte’nin biricik yazarı Zweig’ın aşkıyla doldurduğu umutsuzluğunu, kendisini eski karısı Friderike’yle karşılaştırmasını anlattığı bölümleri de çarpıcı buldum. Ama o bütünlüklü resmin içinde beni esas çarpan, büyük bir yazarın yeteneğin yücelten teslimiyetçi tavrının yanı sıra zaaflarını, Zweig’ın da vaktiyle diğer yazarlara yaptığı gibi açıkça ifade etmesi oldu: “Ruhları daha uzun uzadıya ve daha derinlemesine incelemeyi isterdi, ama her seferinde, birkaç hafta geçtikten sonra, konusunu tükettiği duygusuna kapılırdı. (...) Duyguların yüzeyinde kaldığını, fark yaratan ince ayrıntıyı hiç bulamadığı için eleştiriyordu kendini, evet, kısa metinlerden başka bir şey yazmaması, olup bitenin köpüğüne takılması işte bu yüzdendi. Kişilerin dipsiz derinliklerini kurcalama cesareti hiç olmamıştı. Bir yaşantıyı eksiksiz anlatma becerisini asla gösteremeyecekti.”
Benim gibi Zweig hakkında yazmaktan bıkmayan, onun geçtiğimiz yüzyılın tartışmasız en usta biyografi yazarı olduğunu düşünen okurun bu türden keskin tahlillerle karşılaşınca biraz kızacaklarını tahmin edebiliyorum. Son tahlilde bu bir roman ama hedefi için iyi çalışmış, edebi lezzeti yoğun, cesur, sert lakin şefkatli yaklaşımıyla acıtan, düşündüren bir roman. Yoksa Zweig’ın kahramanlarının deliliği aracılığıyla kendi tükenişini yazdığını, hiç sevilmediğine inanan genç karısına “ölüm sözü” verirken çektiği acıları, zihninde edebiyata dair hiçbir melodi duymadığında kıvranışını, bütün insanların kalbi aynı anda durmuş gibi dünyanın sessizleştiğini gören kederli bakışlarını, hayatı çekilir kılan “yazı sarhoşluğunu” kaybetmenin onu sarsmasını nasıl bu kadar içtenlikli anlatabilirdi? * Stefan Zweig’ın Son Günleri, Laurent Seksık, Can Yayınları, Çeviren: Sosi Dolanoğlu
*Stefan Zweig’ın Son Günleri Sorel & Seksık Yapı Kredi Yayınları
Hikaye uyarlaması: Laurent Seksik, Çizen: Guillaume Sorel, Çeviren: Haldun Bayrı