İki el silah sesi duyuldu ve o anda sesi kesildi Turgut Özal'ın. Ardından korkunç bir cayırtı koptu, onlarca silah birden ateşleniyordu. Elimdeki telefonu fırlatıp oraya doğru koştum ben de.
Salondaki insanlar, korku ve panik içinde çığlıklar atarak kaçıyorlardı. Onlar dışarı çıkmaya çalışıyordu bense silah seslerinin geldiği salona girmeye çalışıyordum. Telaşlı kalabalığı yara yara güçlükle ilerleyebiliyordum.
Silahların sıkıldığı salonda benim için de bir tehlike olabileceğini düşünmüyordum. Gazetecilik refleksiyle insanlar tehlikeden kaçarken ben silah seslerine doğru gidiyordum. Gazetecilik merakı tehlike algısının önüne geçmişti.
Cumhuriyet muhabiriydim. Başbakan Turgut Özal'ın 18 Haziran 1988'de Ankara Atatürk Spor Salonu'nda yapılan Anavatan Partisi (ANAP) 2. Olağan Kongre konuşmasını, Ankara Temsilcisi Yalçın Doğan ile birlikte izliyorduk. Özal, konuşmasının sonuna yaklaşınca Yalçın Doğan, gecikmeden haberi yazdırmamı istemişti. Ben de tribünün hemen arkasına kurulan basın bürosuna geçmiş, oradaki 'otomatik' telefondan haber yazdırmaya hazırlanıyordum.
Ama haberi erkenden büroya aktarmak isterken asıl olayı kaçırmıştım. Kongre salonunda silahların patladığı anı görememiştim! Bir gazeteci için büyük talihsizlikti yaşadığım. Kafamda deli sorular çarpışıyordu. Kim ateş etti? Özal yaralandı mı? Ölmüş olabilir mi?
Salona ulaştığımda koruma polisleri tavana doğru ateş etmeye devam ediyordu. Bilinçsizce ateş açmaları büyük bir sorumsuzluktu. Orada bir katliam olabilirdi. Nitekim izleyicilerden polis mermisiyle yaralananlar olduğunu sonra öğrenecektik.
Atatürk Spor Salonu'ndaki tribünler neredeyse boşalmış, sahadaki kalabalık da yanlara çekilmiş ortalık boşalmıştı. Merakla hemen sahneye baktım. Özal görünmüyordu, korumalar kürsünün etrafını çevirmişti.
Neyse bana uzun gelen birkaç dakika sonra Özal kürsüde doğruldu. Doktoru geldi, mikrofondan seken mermiyle yaralanan başparmağını sardı. Sonra da yeniden mikrofonun önüne geçti ve başladı konuşmaya. "Allah'ın verdiği ömrü onun izninden başka alacak yoktur."
Suikast girişimi Özal'ı korkutmamıştı. Ama milliyetçi ve muhafazakârların oluşturduğu "Kutsal İttifak" grubunun, böylesine travmatik bir olaya rağmen kongrenin ertesi günkü bölümündeki MKYK seçimlerinde "anahtar liste" çıkarmasını ve seçime ağırlık koymasını kendisine yönelik bir hareket saydı. Bu grubun önde gelenlerini parti yönetiminden ve kabineden uzaklaştırdı.
Kartal Demirağ'ın suikast girişimi olmasaydı, 1988'deki bu kongrede "anahtar liste" çıkarılmasına Özal bu kadar alınmayabilir, "Kutsal ittifak" grubuna karşı katı tavır almayabilirdi. Bu arada suikast girişimini yapan Demirağ, yargılama sonunda önce idam cezasına çarptırılacak, cezası daha sonra 20 yıl hapse çevrilecek, dört yıl cezaevinde kaldıktan sonra 1992'de, o sırada Cumhurbaşkanı olan Özal tarafından affedilecekti.
Anavatan Partisi'nin daha önceki kongrelerinde de anahtar listeler yarışmıştı. Hatta 1985'teki kongrede beş ayrı anahtar liste çıkmıştı. Özal o zaman böyle sinirlenmemişti. Çünkü anahtar listelere rağmen istediği kişileri Merkez Karar ve Yönetim Kurulu'na seçtirmeyi o güne değin hep başarmıştı.
1980'lere kadar, siyasi parti kongrelerinde iki ayrı liste çarpışırdı; biri genel başkanın, diğeri de rakip grubun. Seçimlerde bazı isimler çizilir, bazıları genel başkan listesinde olmadığı halde yönetime girerdi.
12 Eylül askeri darbesini izleyen dönemin sonrasında siyasi partiler yeniden açıldığında "çarşaf liste" uygulaması yaygınlaştı partilerde. Çarşaf liste, askeri rejimin hazırladığı Siyasi Partiler Yasası'nın, genel başkanları tek seçici hale getirmesine karşı bulunan bir çıkış yoluydu. Genel başkanlar da buna karşı, çarşaf liste içindeki tercih ettkleri isimleri içeren "anahtar liste" çıkarmaktan başka çare bulamamışlardı.
Eskiden genel merkezdeki görevlere seçilebilmek için partide tanınmış, deneyim kazanmış isimler aday olurdu. Politik hiyerarşiye saygı duyulurdu. Çarşaf listeler çıkınca politik geçmişi olmayanlar da aday olmaya başladı. Bu da çarşaf listelerin uzadıkça uzamasına neden oldu.
Deniz Baykal'ın SHP'de Erdal İnönü'ye rakip olduğu yıllarda kongrenin (SHP ve CHP'deki adıyla kurultay) ikinci günleri, önce "çarşaf liste", ardından tarafların anahtar listeleri heyecanla beklenirdi. Genel başkan ve muhalif grupların anahtar listeleri farklı renklerde kâğıtlara basılırdı. Baykal, genel başkanlık yarışını kaybetse de kendisine yakın bazı isimleri Parti Meclisi'ne sokmayı başarırdı.
Ama CHP'nin 1992'de yeniden açılmasından sonra Baykal genel başkan olunca kurultaylardaki anahtar liste çekişmesi eskisi gibi salonda dalga yaratamadı. Genel Başkan'ın anahtar listesinin karşısına grupların hazırladığı listelerin yerini, kişilerin özel kulisleri aldı.
Kemal Kılıçdaroğlu döneminde ise muhalif grupların anahtar liste çıkarma geleneği yeniden canlandı. 2018'de yapılan 36. Kurultay'da Selin Sayek Böke ve İlhan Cihaner'in başını çektiği "Sol Cesaret" grubu ile Muharrem İnce taraftarlarının "Umudum" grubu da anahtar listeler çıkardı. Dokuz kişi Kılıçdaroğlu'nun listesini deldi. 2020'de yapılan son kurultayda da Kılıçdaroğlu'nun anahtar listesinde yer almayan 10 kişi PM'ye girdi.
Merkez sağ partilerde, 12 Eylül 1980 darbesininden sonra ilk seçimlerin yapıldığı 1983 sonrasında da çarşaf liste uygulanmadığı için anahtar liste de pek görülmüyordu; liderin listesini delmek öyle pek de kolay değildi bu partilerde.
Milli Görüş geleneğinden gelen partilerin kongrelerinde çarşaf liste kullanılmazdı, Necmettin Erbakan'ın mutlak iradesi hakimdi kongrelere. Sadece Erbakan'ın yasaklı olduğu dönemde Fazilet Partisi'ndeki kongrede Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan'ın başını çektiği "Yenilikçiler", çarşaf liste girişiminde bulunmuştu. Ama "Gelenekçiler" engelleyince anahtar liste oluşturma hedefini gerçekleştirememişlerdi.
FP kongresinde çarşaf liste arayışına girmiş olan Tayyip Erdoğan, şimdi AKP'nin büyük kongrelerinde bu yöntemi uygulamıyor. Öyle ki, Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Erdoğan kongre başlarken listesini açıklıyor ve bu listeye girenler daha oylama başlamadan tebrikleri kabul etmeye başlıyor. Çünkü liste sandıktan aynen çıkıyor, karşı liste de çıkamadığı ya da hiç kimsenin üzeri bile çizilmediği için seçim usulen yapılmış oluyor.
MHP'de de listeler çarpışmıyor. "Başbuğ" Alparslan Türkeş döneminde de çarşaf liste yoktu, 1997'den beri 24 yıldır genel başkanlık koltuğunda oturan Devlet Bahçeli döneminde de. MHP'de, lider kimleri uygun görürse yönetime onlar giriyor ya da yönetimden uzaklaştırılıyor; anahtar liste de görülmüyor.
Merkez sağdaki partilerden sadece yeni kurulan İyi Parti'nin kongresinde çarşaf liste kullanıldı. Orada da Genel Başkan Meral Akşener'in anahtar liste çıkarması tartışma yarattı. Bazı isimlerin üzerinin çizilmesi de sorun oldu.
Çok partili yaşamın ilk yıllarında başlayan politikacıları omuzlara alma geleneği, 1980 ara dönemi sonrasında da devam ediyordu. Salona "İzmir Marşı" eşliğinde giren Turgut Özal hayli kilolu olduğu için omuzlara alınamıyordu ama ANAP'ta omuzlara alınmayı sevenler vardı. 1985'teki kongreye Halil Şıvgın, Mehmet Keçeciler ve Veysel Atasoy omuzlarda girdiler; omuzlar üzerinde bir de tur attılar salonda. Omuzlara alınma bir tür güç gösterisiydi…
SHP Genel Başkanı Erdal İnönü ise omuzlara alınmayı sevmiyordu. Anadolu'daki gezileri sırasında birkaç kez omuzlara alınmak isteyince direnmişti. Şanlıurfa gezisi sırasında bir partili başını İnönü'nün ince uzun bacaklarının arasına sokmayı başarmıştı. İnönü ani bir hareketle kendini yere atmış, el ve ayaklarını yana açarak, "X" işareti şeklinde yere yapışmıştı.
Erdal İnönü'nün de katkısıyla politikacıları omuzlara alma geleneği 1990'larda iyiden iyiye zayıfladı. Ama yine de Süleyman Demirel'in ardından DYP'nin Genel Başkanlığı'na seçilen Tansu Çiller'i kadın olmasına rağmen omuzlarına almak isteyenler oldu. Etek giydiği için vazgeçmek zorunda kaldılar. "Pantolon giyseydi omuzumuza alırdık" diye hayıflandılar sonra da.
Günümüzde artık politikacıların omuzlara alınma, salonlara omuzlar üzerinde girme geleneği tamamen sona erdi. Sadece spor sahalarında bazen omuzlara alınma görüntülerine rastlanıyor. Örneğin Emre Belözoğlu Andorra milli maçından sonra, Şenol Güneş Beşiktaş'tan ayrılırken, Fenerbahçe'nin o dönemdeki başkanı Aziz Yıldırım da Metris Cezaevi'nden çıkışında omuzlara alınmıştı.
Parti kongrelerinin değişmezlerinden biri de yumruklu kavgalardı. Hemen her kongrede en azından divan kürsüsü önünde bir itiş kakış yaşanırdı.
CHP'nin "Milli Şefi" İsmet İnönü'nün, Bülent Ecevit'in Parti Meclisi üzerindeki etkisini tamamen silmek amacıyla gittiği 5-7 Mayıs 1972'deki olağanüstü kurultay da yumruklu kavgalara sahne olmuştu.
Divan için yapılan oylamayı Ecevit kazanmış, bu da İnönü taraftarlarının sinirlerinin gerilmesine neden olmuştu. Sabahki oturumda Genel Sekreter Kamil Kırıkoğlu'nun konuşması sırasında başlayan kavga öğleden sonra da devam etmişti. Divan Başkanı Sırrı Atalay, kürsünün etrafında kavga edenleri "Yapmayın, bu sahneler TV kameraları tarafından tespit ediliyor" diye uyarsa da sözünü dinletememişti.
İsmet İnönü, bu kurultayda PM'ye güvenoyu alamayınca genel başkanlıktan çekilmiş, 14 Mayıs 1972'de tekrar toplanan kurultayda Ecevit, CHP Genel Başkanlığı'na seçilmişti. Ecevit tek aday olduğu ve İnönü ile taraftarları da gelmediği için bu kurultayda sükûnet hakimdi.
SHP'de Deniz Baykal'ın Genel Başkan Erdal İnönü ile yarıştığı 1989, 1990 ve 1992'deki kurultaylarda da kavga gürültü eksik değildi. Ortam ne kadar gergin olursa olsun Erdal İnönü sakinliğini kaybetmiyordu. Bir kurultayda İnönü otururken önünden bağırıp slogan atarak geçen Baykal taraftarlarının arasındaki bir kişiyle göz göze geldi. Makam şoförüydü, o da delegeydi. Baykal kurultayda kaybedince şoförü kurultay çıkışında endişeyle geçti direksiyona. İşini kaybetmekten korkuyordu. Araba hareket ettikten sonra uzun süre sessizlik oldu. Eve yaklaşırken İnönü, elini şoförün omuzuna koydu, "Nasıl geçirdik ama..." deyip güldü. Şoför de rahatladı.
CHP'de Deniz Baykal'ın genel başkan olduğu ikinci dönemindeki ilk kurultaylar kavgasızdı. Ama 29 Ocak 2005'te düzenlenen 13. Olağanüstü Kurultay'da ilk kez bir genel başkan adayının kavgaya karıştığı görüldü.
Baykal ile rakibi Mustafa Sarıgül taraftarları arasında sabah saatlerinde salona girişte başlayan kavga ve itiş kakış, divan seçimi sırasında da sürmüştü. Sarıgül'ü destekleyen eski Bayındırlık Bakanı Onur Kumbaracıbaşı'nın koruması ile bazı delegeler arasında yumruklaşmalar oldu. Mustafa Sarıgül de tribüne çıkarken tartıştığı Bakırköy Belediye Başkanı Ateş Ünal Erzen'i kameralar önünde yumrukladı. Erzen hastanelik oldu. Kavgacı görüntüsünün de etkisiyle Sarıgül, kurultay yarışını kaybetti.
MHP'nin kongreleri Alparslan Türkeş'in genel başkan olduğu dönemde kavgasız gürültüsüz geçiyordu. Ama Türkeş'in yaşamını yitirmesinin ardından 1997'de yapılan kongrede silahlar patladı, sandalyeler havada uçuştu. Türkeş'in oğlu Tuğrul Türkeş'in rakibi olan bütün adaylar Devlet Bahçeli lehine çekilince eski Ülkü Ocakları Genel Başkanı Azmi Karamahmutoğlu, sahneye çıkarak "Yaşasın hainler için illegalite. Kongreyi tanımıyoruz. Başbuğumuz Tuğrul Türkeş'tir. Artık söz bitti, bundan sonra eylem günüdür" diye bağırdı. Kürsü ve sandıkları dağıtıp kavga çıkararak kongreyi erteletmeyi başardı. Ama tekrarlanan kongrede Devlet Bahçeli'nin genel başkan seçilmesini engelleyemedi.
Daha sonra Bahçeli'ye karşı aday olanlar, 2006'dan itibaren bırakın kongrede kavga çıkarmayı, salona girmekte bile zorlandılar. Ümit Özdağ kongre öncesinde bazı illerde taşlı sopalı saldırılarla karşılandı. Kongreden birkaç gün önce partiden ihraç kararı verilince salona da alınmadı.
Tabii bazı il kongrelerinde gerginlikler, kavgalar yaşanmaya devam etti. Bunlardan en dikkat çekeni, 2012 yılındaki Kocaeli il kongresiydi. Başkanlık için dört adayın çekiştiği kongrede gerginliğin silahlı kavgaya dönüşmesini önlemek amacıyla kapıda silah kutusu" açıldı, ruhsatlı beş silah toplandı.
2016'da Bahçeli'ye rakip olan Sinan Oğan, Koray Aydın, Ümit Özdağ ve Meral Akşener, yeterli imza ile başvurmalarına rağmen olağanüstü kongre çağrısını kabul ettiremediler. Muhalifler, mahkeme kararıyla 19 Haziran 2016'da Olağanüstü Kurultayı topladılar ama Bahçeli, AKP'nin de desteği ve Yargıtay kararıyla kongreyi geçersiz kılmayı başardı. O günden beri de MHP kongreleri, Türkeş döneminde olduğu gibi sessiz ve sakin geçiyor.
Son yıllarda parti kongreleri kavgasız, gürültüsüz, çok sakin geçiyor. Genel başkanların karşısına güçlü rakipler çıkmaması da etkenlerden biri…
İktidar partisi AKP'nin bazı il kongrelerinde ufak tefek kavgalar çıksa da bugüne değin büyük kongresinde en ufak bir çekişme bile görülmedi. Kuşkusuz bu durum Tayyip Erdoğan'ın partide tek söz sahibi olması ve genel başkanlığının tartışılmaz konumda olmasının sonucu. Düşünün AKP'nin bu yıl yapılan 7. Olağan Büyük Kongrede de Erdoğan, 1428 geçerli oyun tamamının oyunu aldı, bir tek fire bile yoktu.
Tek parti döneminde CHP kongreleri dört yılda bir yapılıyordu. Birkaç gün süren kongrelerde amaç da parti politikalarının delegeler tarafından benimsenmesiydi. Siyasal yaşamı şekillendiren bu kurultaylarda gerçek anlamda seçim ve oylama yapılmıyordu. 1938 kurultayında İsmet İnönü'nün değişmez genel başkan ilan edilmesi gibi kararlara kimse itiraz edemiyordu.
CHP kongrelerini değiştiren de çok partili yaşama geçilmesiyle birlikte Demokrat Parti'nin kurulması oldu. DP'nin 7 Ocak 1946'da yapılan Birinci Büyük Kongresi, siyasi partilerin demokratikleşmesi ve kongrelerin dönüşümü açısından bir milattı.
İlk kez isteyen delege, dilediği kadar konuşabildi bu kongrede. Konya Delegesi Himmet Ölçmen konuşurken divan başkanının sadede gelmesini istemesi, delegelerin sert tepkisiyle karşılaştı. Bu tepki aslında divan başkanından çok, tek parti döneminin baskıcı, yasakçı, tutumuna yönelik simgesel bir tepkiydi. Ölçmen, delegelerin "Dilediğin gibi konuş, sabaha kadar istersen konuş" sözleri arasında konuşmasını sürdürdü.
Bu yüzden de bazı delegeler, DP'nin kongresini "Hürriyet Bayramı" olarak nitelendirdiler. Kongre tam beş gün sürdü ve önemli kararlar da alındı. CHP kurultayı da DP kongresindeki bu havadan etkilenmiş, orada da delegeler kürsüye daha çok çıkmaya başlamış, konuşma hakkını elde etmişlerdi.
DP kongrelerinin getirdiği başka bir yenilik de tüm delegelerin tartışması ve onayı ile siyasi kararlar alınmasıydı. Bu bakımdan DP'nin 1949'daki ikinci kongresinde alınan "Milli Teminat Andı" siyasi dengeleri alt üst edecek kadar önemliydi. CHP, bu andı "Milli Husumet Andı" olarak niteleyince ortam iyiden iyiye gerginleşti. Cumhurbaşkanı İnönü, partileri ve halkı sakinleştirmek için 23 günde 26 yerde konuşma yaptı.
Artık DP iktidarının ilk yıllarındaki özgürlük rüzgârları hızla dinmiş, siyasi alana baskılar başlamıştı. 1956'da kabul edilen Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Hakkında Kanun da siyasi partilerin açık hava toplantısı yapmasını yasaklamış, salon toplantıları ve il kongreleri bile valilik iznine bağlanmıştı. Cumhuriyetçi Millet Partisi'nin Giresun Kongresi'nde delegelerin Genel Başkan Osman Bölükbaşı'yı alkışladıkları için karakola götürülmeleri gibi olaylar yaşandı.
CHP ve DP büyük kongrelerinin günlerce sürmesi ve parti politikalarını oluşturacak temel kararların alınması geleneği 1960'lara kadar da devam etti. Ancak daha sonra parti kongreleri ikişer güne indi. Kongreler nadiren üç güne kadar uzuyordu.
Parti kongrelerindeki asıl değişim, 1983 sonrasında gerçekleşti. Turgut Özal, ANAP Kongresi'nde genel başkanlık seçimini ilk güne aldı. Böylece genel başkanın ikinci gün parti yönetimi seçiminde istediği isimleri seçtirmesi kolaylaştı; muhalif grupların gücü kırılmış oldu. Özal'ın başlattığı bu uygulamayı daha sonra diğer parti liderleri de sürdürdü ve bu yöntem iyiden iyiye yerleşti.
Oysa çok partili yaşama geçilmesinden o yıllara kadar genel başkan seçimi de son gün Genel İdare Kurulu ya da Merkez Karar ve Yönetim Kurulu ile Yüksek Disiplin Kurulu üyeleriyle birlikte yapılırdı. Böylece yönetime genel başkanın belirlediği isimler dışındaki kişilerin de girmesi mümkün olurdu.
Kongreler, partinin politikalarının belirlendiği en önemli karar organıydı. Kongrelerde önce divan oluşturulur, genel başkan konuşma yapar, kongre bildirisi için kurul belirlenir ve delegeler konuşurdu. Delegelerin eleştirileri saatlerce sürer, sonunda delegelerin konuşma süreleri 10-15 dakikayla sınırlanırdı. Daha sonra Genel Başkan bu eleştirileri yanıtlardı.
İkinci gün önce Bildirge Komisyonu'nun hazırladığı metin müzakereye açılır ve oylanırdı. Sonra genel başkan adayları konuşurdu. Nihayetinde de genel başkan ve parti yönetimi seçimi için sandıklar kurulurdu.
Şimdilerde büyük kongreler, asıl olarak genel başkanın konuşması, genel başkanın listesinin seçimi ve arada bazı milletvekilleri ve yöneticilerinin kimsenin dinlemediği konuşmalarından ibaret. Partiler, sırf kürsüde konuşma hakkı elde etmek için çok sayıda genel başkan adayı çıkmasını bile belirli sayıda imza koşuluyla engellediler.
Süleyman Demirel'in genel başkanı olduğu Doğru Yol Partisi'nde kongre akşam saatlerine kadar bile sürmüyordu. SHP ve CHP'de kongreler, ikinci gün geç saatlere kadar uzasa da delegelerin konuşmaları ve alınan siyasi kararların tartışılmasından değil, Parti Meclisi adaylarının sayıca fazla olması ve seçimlerin sayımının bile uzun sürmesiydi.
Şimdi de CHP kongresi PM seçimleri nedeniyle uzuyor ama AKP, MHP, SP, BBP gibi partilerin kongreleri, genel başkanın konuşmasının ardından usulen yapılan seçimlerle noktalanıyor. Aynı şekilde HDP ve öncülü partilerin kongrelerinde de ne kıyasıya bir genel başkanlık yarışı yaşanıyor, ne de siyasi tartışmalar.
Hele AKP'de büyük kongre aynı gün başlayıp bitiyor. Genel Başkan Erdoğan'ın konuşması, divan başkanı ve teşkilat başkanının konuşmaları, raporların okunması ve seçim, en sonunda da Erdoğan'ın teşekkür konuşması… Bir güç gösterisi ve propaganda alanı olarak tasarlanan kongre hızla başlayıp bitiyor.
Büyük kongreler, partilerin siyasi doğrultusunu belirleyen en önemli karar organı olmaktan uzaklaştı. Parti örgütünün ücra noktalarında görev yapan delegelerin bile parti politikasına etki edebildikleri canlı bir organizma olmaktan çıktı. Kongreler artık ortak aklın işlediği, politik stratejilerin belirlendiği zeminler değil…
Partilerin büyük kongrelerinde siyasi tartışmalar ve politika doğrultusuna ilişkin kararlar azaldıkça gösteri tarafı öne çıktı. 1970'lere kadar parti kongrelerinde müzik yoktu.
Bülent Ecevit'in CHP Genel Başkanlığı'na seçilmesinden sonra kongre salonuna müzik girdi; tribünler davetlilerle doldu. 1970'ler aynı zamanda müzik kasetlerinin çıktığı ve teyplerin yayıldığı dönemdi. Ecevit de bundan yararlanarak müziği politik arenada ilk kullanan politikacı oldu. Mitinglerde, toplantılarda CHP ve Ecevit için hazırlanan Aşık Mahzuni'nin "Karaoğlan", Ali Rıza Binboğa'nın "Yarınlar bizim" ve Şenay'ın "Hayat bayram olsa" gibi parçalar çalınıyordu.
Adalet Partisi Genel Başkanı olan Süleyman Demirel de müziği ve ses kasetlerini kullanmaya başladı. Demirel'in toplantı ve mitinglerinde, partinin amblemindeki kır ata atıf içeren "Kır atıma bineyim yar yoluna gideyim" şarkısı çalınıyordu.
Ama kongre salonlarının konser salonlarına dönüştüğü, tribünlerin taraflar arasında kıyasıya bir yarışa sahne olduğu kongreler 1983 sonrasında yoğunlaştı.
Turgut Özal'ın genel başkanı olduğu ANAP kongrelerinin değişmez parçası, partinin ambleminin de arı olmasından dolayı, "Arım balım peteğim" şarkısıydı.
Müziğin ve şovun parti kongrelerinde kullanılmasının zirvesi, CHP'nin 1998'deki 28. Kurultayı'ydı. Ünlü şarkıcı Ricky Martin'in "La copa de la vida" şarkısı çalınırken, sahnenin ortasına uzanan yüksek merdivenin en yukarısındaki duman bulutunun arasında Deniz Baykal belirmişti. Baykal, Ricky Martin'in şarkısı eşliğinde delegeleri selamlayarak merdivenlerden sahneye inmişti. Sanatçılar Şükriye Tutkun, Ferhat Livaneli, Edip Akbayram ve Leman Sam'ın kısa konserleri de kurultayı şölen yerine çevirmişti.
CHP'nin daha sonraki kurultaylarında verilen aralarda sanatçılar sahne aldı, kurultay için özel şarkılar hazırlandı. Artık müziksiz siyasi parti kongresi yok denecek kadar az. Sanatçılar konser vermese de hemen tüm partilerin kongrelerinde özellikle liderin salona girişine şarkılar, türküler eşlik ediyor; konuşma aralarını müzik dolduruyor.
AKP'nin de her kongresine özel olarak klip ve bir müzik parçası düzenleniyor.
Partilerin kongrelerinin bir değişeni de sigara dumanı ve havalandırmalar. Eskiden kongre sırasında salonda sigara içmek serbestti, havalandırmalar da iyi olmadığı için pencereler açılır ama yine de salonun sigara dumanı altında kalması önlenemezdi. Bazen göz gözü görmez hale gelirdi dumandan. Divan başkanı uyarsa da kimseler dinlemez, sigaralarını tüttürmeye devam ederdi partililer…
1990'lardan itibaren kongre salonlarında sigara içilmesi yasaklanmaya başladı. AKP'nin iktidara gelişinden sonra ülke genelinde uygulamaya koyduğu sigara karşıtı önlemler kongre salonlarını da etkiledi. Artık hiçbir partinin kongresinde salonda sigara içilmiyor. Salonlar da yenilendiği ve havalandırmalar düzeldiği için kongreler daha ferah ortamlarda yapılıyor.
Hatta CHP, 2020'de kongresini Covid-19 pandemisi nedeniyle Bilent'te açık havada düzenledi. AKP ise salgına rağmen geçen yılki kongrelerini yine salonlarda yaptı. Erdoğan, pandemi önlemlerinin hiçe sayıldığı Rize İl Kongresi'nde salondaki kalabalıktan duyduğu mutluluğu "Salgının olduğu bir dönemde kongre yapıyoruz ve Rize de salon lebalep dolu" sözleriyle dile getirdi.
MHP de salgın koşullarında kalabalıkları kongre salonunda topladı. Bereket yeni salondaki havalandırmalar eskiyle kıyaslanamayacak kadar iyiydi.
Eski kongrelerin bir değişmezi de salonların girişindeki kargaşaydı. Günler öncesinden parti yöneticileri aranıp, torpille izleyici kartı alınmış bile olsa kargaşa çıkması önlenemezdi. Çünkü tribünlerde hakimiyeti sağlamak önemli bir kazanım olarak görülüyordu. Onun için ya muhalif gruplar sahte kart bastırmış ya genel merkez tribünlerin kapasitesinden daha fazla kart dağıtmış veya salona partilileri "bindirilmiş kıtalar" olarak erken saatlerde doldurmuş olurdu.
Son yıllarda bu izleyici kargaşası da kalmadı kongrelerde. Partiler, daha düzenli organizasyonlar yapıyorlar; izleyiciler ile davetlilere numaralı kartlar dağıtıyorlar. Kongre salonlarının kapısında curcuna yaşanmadığı gibi tribünler de daha düzenli oluyor.
Eskiden kongreleri izleyecek gazeteciler arasında ayrım yapılmazdı; bütün medya kuruluşlarından izlemek isteyen bütün yazar, çizer ve muhabire giriş kartı verilirdi. Bu geleneği de AKP bozdu. İlk kez 2014 yılında Tayyip Erdoğan'ın genel başkanlığı Ahmet Davutoğlu'na devretmesi için düzenlenen olağanüstü kongrede gazetecilere akreditasyon koşulu getirildi. Birçok medya kuruluşuna giriş kartı verilmedi. Akreditasyon kuralı, AKP'nin izleyen bütün kongrelerinde uygulandı. Hâlâ da devam ediyor, resmi devlet programları gibi kongrelere de bağımsız ve eleştirel medya mensupları alınmıyor.
Zaten gazetecilerin tribünlerdeki partililerin sloganlarını, ellerindeki dövizleri izlemesi de kolaylaştı. Eskiden genel başkan adayları ve parti yöneticileri salona girerken tribünlerdeki alkışlar kıyaslanır; alkışların gücüne bakılarak seçimde alacakları oy tahmin edilmeye çalışılırdı.
Artık ne öyle heyecanlı genel başkanlık yarışları var, ne de parti yönetimine girmekte kongreler eskisi kadar belirleyici. Genel başkanların tercihleri kongrelerin neredeyse tek belirleyicisi.
Öyle olunca gazeteciler için de günler öncesinden kongre kulisi yazmak bile önemini kaybetti. Hatta bir gün öncesinden delegelerin kaldığı otelleri, yemek yedikleri restoranları dolaşıp kongre kulisini öğrenmelerine de gerek kalmadı. Kongre izlemek, genel başkan konuşmasını yazmak ve seçim sonuçlarını analiz etmekle sınırlandı.
Nerede o eski kongreler, nerede o haber atlatma heyecanı…