Yıllar evvel bir detoks kampına gitmiştim. Hem de bir hayli uzun kalmıştım, on gün falan. Kampın sahibi olan doktor, çok yaşlı bir Alman'dı. Her sabah erkenden kalkıp dağlara yürümeye, tırmanmaya, arada kısa sürelerle koşmaya çıkardık. İki saat falan. Kolestrol, tansiyon, şeker ilaçlarına hiç itibar etmezdi. Kampa katılanların da alması yasaktı zaten. Her gün düzenli ölçümler yapılırdı.
Uzun yürüyüş sonrası biraz ot, bir dilim glütensiz ve en sağlıklı şekilde yapılmış ekmek, üç beş zeytin, yağsız tuzsuz çökelekle kahvaltı ederdik. Sonra su masajı, yoga, öğleden sonra pilates ve hafif ağırlık çalışmaları. Tansiyonu, şekeri ayarlanmayanlar, akşamüstü iki saat daha dağa çıkardı. Profesör öyle derdi: Düşmüyorsa gene yürü. Daha çok yürü. Hep yürü!
Detoks kampında ne kadar doğru bir alışkanlığımın olduğunu anlamıştım. Ben bazen Kireçburnu'ndan Karaköy'e kadar yürürüm. Ziyaret ettiğim her şehirde, sınırları hep yürüyerek keşfederim. Zaten hep çok severdim, hep benim için yürüyüş bir ulaşım şekliydi; şimdi sağlık için de iyi olduğunu bildiğim için daha fazla yürür oldum.
Boğaz çocuğuyum. Deniz'e bakarak doğdum, kendimi bildim bileli Boğaz'da yüzdüm. Hâlâ yüzüyorum, onu başka zaman anlatırım. Bugün yürüyüş ya konumuz; sapmayayım.
En çok Boğaz'da yürümeyi severim. Her iki yakasında da, ama bizim taraf olunca daha ait hissederim tabii. Kıvrımları, kırık taşları, dallarını cömertçe savuran ağaçlarımı tanırım. Köşe kahveleri, gizli bakkalları, iyi tostçuları da.
Hep düşünür, hep hayal eder, hep kendi kendime gülümserim. Her sorunun bir çözümü, her gecenin bir sabahı olduğu inancıyla dönerim eve. Sakinleşirim, rahatlarım.
Neyse, şimdi yürümenin 41 faydasına bağlamayayım olayı. Yoksa yanına bir de "aman zerdeçaldan sakın vazgeçmeyin" falan ekleyip tamamlayıcı sağlık gurusu rolüne soyunmaya başlarım!
Dedim ya, İstanbul ve Boğaz, benim bu dünyada en sevdiğim yer. Yurt dışında uzun kaldığım zamanlarda rüyamda hep evim, ailem ve Boğaz vardır. Her mevsimde, her havada yürümeye bayılırım.
Ama son zamanlarda pek bedbahtım.
Allah, nereden çıkıyor bu eski Türk filmleri replikleri, inanamıyorum kendime.
Olmamış varsayın.
Son zamanlarda acayip sinirliyim. Boğaz'ın kirliliğine çok üzülüyorum. Balıkçıların hiç umursamadan elinde, ağzında ne varsa yerlere savurmalarına inanamıyorum. Denizdekiler zaten korkunç. Sürekli balıkların konduğu plastik bazlı köpük kasaların ve daha ne çöplerin atıldığına şahit oluyorum.
Bakmayayım diyorum, gözüm kayıyor. Kulaklıklarla müziğe veya İtalyanca öğrenme podcast'lerine dalıyorum; derken yine mutsuz, münasebetsiz durumla karşı karşıya kalıveriyorum.
Sigara kutuları, içilmiş bırakılmış bira şişeleri, cips ve bisküvi ambalajları…
Bir de öbek öbek ay çekirdeği.
Geride bırakılanlar, o toplum hakkında ne çok şey söylüyor, değil mi?
Bu tabloyu şöyle okuyorum ben: Bira içmek, evden uzakta, gizli yapılmalı. Zaten bizim mahallede arkadaşlarla oturup iki kadeh içeceğimiz bir yer de yok. Uzağa gidelim, Boğaz'a. Denize karşı oturup içelim, sonra da eve dönelim. Geride çöp kalsın, dünya yansın, bana ne.
Balıkçılar da farklı değil ki. Kaç kere misinalara ayakları dolanmış martı gördüm. Birkaç duyarlı insan kurtarmaya çalışıyordu hayvancağızları. İnsanın içi gidiyor.
Sonra o oltaların dolanıp satıldığı mavi köpükleri onların sarılı olduğu ambalajlar; her şey yerde. Tabii ilk rüzgarda da denizde. Yüzlerce yıl yok olmadan, o Büyük Okyanus'ta, hani yüzölçümü Türkiye'den büyük olan plastik çöpü kıtasına doğru emin adımlarla gidecek…
Zaten hep plastik şişe, büyük ambalaj falan toplardım yürürken. Şimdi bir de misina toplama eklendi. Yürümek, koşmak çok zor olmaya başladı. Bazen benim gibi insanlara rastlıyorum, çok mutlu oluyorum. Misal geçenlerde bir adamla sohbet ettim. Ali Kızıl'mış ismi. O da balık tuttuğu civarda çöpleri toplayıp çöp kutusuna atıyordu. Bir de hep gülümseyerek çöp toplayan bir adam var; daha yaşlıca. Hep selamlaşıyorum.
Ama sıkıldım.
İyi insan sayısı çok az. Öküzler çoğunlukta. Dünyanın ne kadar özel, ne kadar değerli bir bölgesinin vatanları olduğunun farkında bile değiller. Yapma, atma, kirletme deyince de hemen babalanıp saldırmaya kalkıyorlar. Öküzlük, çok zor tedavi edilebilen bir durumdur, bilirsiniz. Öküz öküzü bulur, birlikte bir yaşam alanı oluşturup orayı mahveder. Her zaman. Eğitim şart. Seferberlik şart. Doğan her canlıya elindekini yere atmamayı, hatta yerde atılmış bir şey varsa hemen alıp çöpe atması gerektiğini öğretmek şart.
Dedim ya, sıkıldım. Moralim bozulmaya başladı. Benim için terapi olması gereken yürüyüş seanslarından mutsuz dönmeye başladım. Ben de kirişi kırdım, yukarı doğru, Kent Ormanı'na.
Hacıosman'daki Atatürk Kent Ormanı, mükemmel bir yürüyüş ve gezi alanı. Tertemiz. Üstelik eskiden Belgrad Ormanı'na gitmek zorundayken, artık şehrin içinde bir yürüyüş parkurum var.
Hacıosman Metro İstasyonu'nun çıkışında olduğu için ulaşımı çok kolay. Kocaman bir alan, toplamda 1000 dönümden fazlaymış. Üç ayrı parkur var, en uzunu 3 km. Üçünü bir yürüyünce 12 km falan yapıyor. Uzun spor günleri için de ideal.
Göller, yokuşlar, bitkiler, kuşlarla bir cennet.
Ve de tertemiz. Gelen insanların geriye artıklarına bıraktıklarına şahit olmadım. Yürüyenler, koşanlar, hafif dolanıp banklarda oturanların hepsi on numara. Ayrıca aletler de var. Ve de süper bir Beltur Cafe, egzersiz sonrası kahve ve bazen kahvaltı için ideal.
Dedim ya, yürümek şart.
Güzel insanları ve güzel manzaraları görerek yürümek lazım.
Kafama bütün o zamanlar, günler, anlar, konuşmalar, insanlar, mimikler üşüşecek. Beynimin içi çıfıt çarşına dönecek. Ben bir yandan hareket edip, bir yandan iyi anıyı kötü anı havuzundan ayıklayacağım. Bir taraftan nedenleri düşünürken, öte taraftan planlar yapacağım. İki alette bacak kaslarımı gererken, unutmamam gerekenler listesini gözden geçireceğim.
Yürümek şart.
Güzel yerde, güzel insanlarla birlikte yürümek şart.
Bütün ekosistemin korunduğu, bakıldığı yerlerde. Yarına umutla göz kırpan, sevildiği için gülümseyen canlılar arasında yürümek şart. Özgürce uçan martılar, mutlulukla takip eden köpekler, birbirine selam veren insanlarla.
Hadi son söz, Ataol Behramoğlu'nda gelsin. Her okudukça içimi titreten "Beyaz İpek Gibi Yağdı Kar" şiirinin son bölümü:
Dünya daha güzel olacak,İnanıyorum buna.Bir insan kalbinin güzelliğine,ÇocukluğunaSonsuz cesaretine, olanaklılığınaİnandığım kadar
Fatih Türkmenoğlu kimdir?Fatih Türkmenoğlu İstanbul'da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi Psikolojik Danışmanlık bölümünden mezun olduktan sonra New York Üniversitesi'nde 'işletme diploması' programını bitirdi.University of Michigan'da bir yıl 'konuk gazeteci' olarak seminerler verdi. Northwestern Üniversitesi'nde Ortadoğu bölümünde araştırma yaptı. Kent Üniversitesi'nde 'klinik psikoloji' yüksek lisansı yaptı. Çeşitli terapi eğitimleri aldı, almaya da devam ediyor.Gazeteciliğe 1995 yılında Sabah grubunda başladı. Sabah ve Yeni Yüzyıl gazeteleri ile Aktüel, Esquire, Cosmopolitan dergilerinde gezi, izlenim yazıları yazdı, çok sayıda röportaj yaptı. Kuruluş döneminde ilk özel haber kanalı olarak yayına başlayan NTV'ye geçti. Beş yıl çalıştığı kurumda hazırlayıp sunduğu programlarla ödüller kazandı. İzleyen dönemde geçtiği CNN Türk televizyonunda 13 yıl boyunca gezi programları ve belgeseller hazırladı ve sundu.Milliyet, Cumhuriyet ve Hürriyet Seyahat için yıllarca yazı yazdı. CNN International televizyonu için Türkiye'den uzun süre haber yaptı. "Her Perşembe Saat 4'te", "Hayat Gezince Güzel", "Türkiye'de Görülmesi Gereken 101 Yer", "Amerikan Rüyası Tabirleri", "Üç Kuruş Fazla Olsun Kırmızı Olsun" adlarıyla beş kitabı yayımlandı.Moderatör, sunucu olarak da çalışan, şirket yöneticileri ve bürokratlara sunum teknikleri ve medya ile ilişkiler konularında danışmanlık yapan ve TedX konuşmacısı olan Türkmenoğlu, uzman klinik psikolog olarak da danışan kabul ediyor. ABD ve Türkiye'de yaşıyor. Evli ve iki kız çocuk babası. |