Ölüm kol geziyor derler,
Ölüm Doktoru aldı götürdü…
“Cenazemiz var. Bugün hasta bakamıyoruz” levhası asılı kaldı hastane kapılarında…
Zor geldi, bu tabelayı indiremediniz.
Ölüm Avukatı aldı götürdü.
“Cenazemiz var. Bugün duruşmalara girmiyoruz”
Duruşmaları avukat olmadan yapsaydınız, istediğiniz zaten bu değil mi?
Yapamazsınız… Çekinirsiniz… Kolay değil, ya başınıza bir şey gelirse?
Ama içinizde “cesurlar” ve ne kadar hakka hukuka bağlı olduğunu ispata çok meyilliler vardır ve duruşmaları avukat olmadan yapmışlardır… Ne biçim gerekçeler uydurmuşlardır kim bilir?
Gerekçe yazın dense yazmazsınız; duruşma yapma dense yaparsınız ve ne biçim gerekçeler bulursunuz kim bilir, bulunmayacak…
Ölüm adın kalleş olsun derler…
Bazı zamanlar ölmeye ve ölümün kalleşliğine uyar mı?
Beklenmeyen ve istenmeyen zamanlardır ölüm…
Hayattan bakiye kalmamıştır, yaşanacak bir hayat ve artık hayatın tadı tuzu yoktur.
Bir günde bir avukat, bir doktor öldürülür bu memlekette…
Yarın yoktur. Bakiye tükenmiş, orada öylece kalakalmıştır.
Kim neden sorumludur? Cinayetler sadece katillerin eserleri midir?
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 2. maddesinin devlete sadece kasten ve hukuka aykırı olarak öldürmekten kaçınma yükümlülüğü değil, ama aynı zamanda egemenlik alanında bulunan kişilerin yaşamını korumak için gerekli tedbirleri almak yükümlülüğü de yüklediğini kararlarında sürekli hatırlatmaktadır.
“104. devletin bu konudaki yükümlülüğü, bir kimseye karşı suç işlenmesini caydırıcı etkili ceza kanunu hükümlerini yürürlüğe koymak ile bu hükümlerin ihlalini önlemek, suçu bastırmak ve cezalandırmak için adli bir mekanizma kurmak suretiyle yaşama hakkını koruma şeklindeki temel görevinin ötesine geçmektedir.(…) Sözleşmenin 2. Maddesi ayrıca, belirli bazı koşullarda yetkililere başka birinin suç niteliğindeki eylemleri nedeniyle yaşamı tehlike altında olan bir bireyi korumak için önleyici operasyonel tedbirler alma şeklinde bir pozitif yükümlülük de yükler”. (Maıorana ve Diğerleri- İtalya (Başvuru No 28634/06 15 Aralık 2009/Kesinleşme 15.3.2010)
AİHM Öner Yıldız /Türkiye Büyük Daire Kararı Başvuru no 48939/99.30.11.2004 kararı sonuç olarak bir “çevre kazası ile ilgili karardır. Hatırlarsanız; tehlike doğuran faaliyetler sonucu meydana gelen ölüm ile ilgili olarak “Devletin yaşamı koruma yükümlülüğü” sorgulanmıştır.
Çöplük patlaması sonucunda 28 Nisan 1993’te İstanbul Ümraniye’de şehir çöplüğünde metan gazı patlamasından doğan toprak kayması sonucu çevredeki gecekondu sahiplerinden Maşallah Öner Yıldız’ın evinin yıkılması nedeniyle aile üyelerinden dokuz kişinin ölmesi, çöplüğün patlayabileceğine dair mevcut raporlara rağmen tedbir alınmamış olması ve bu nedenle AİHS’nin 2. maddesinin ihlaline dair karardır. AİHM’si mevcut olayda, tehlikeli faaliyetin yürütülmesinden dolayı ölümcül kazayla bağlantılı olarak yaşama hakkını koruyan ve gelecekte bu tür bir yaşamı tehlikeye sokma eylemlerinin işlenmesi caydıran ve “hukuk tarafından” insan yaşamı yeterli şekilde korunmadığından dolayı Sözleşme’nin 2. maddesinin usul yönünden de ihlal edildiği sonucuna varmıştır.
Karara göre, Sözleşme’nin 2. maddesi bakımından yaşamı korumak amacıyla bütün uygun tedbirleri alma şeklindeki pozitif yükümlülük (…), her şeyden önce devlete aittir. AİHS’si üye devletlere yaşama hakkına yönelik tehditleri etkili olarak önlemeyi hedefleyen yasal ve idari düzenlemeyi yürürlüğe koyma ödevi yükler. Böylece Sözleşme’nin 2. maddesinin gerekleri, resmi soruşturma aşamasının ötesine geçmektedir.
Sağlık mensuplarının potansiyel olarak tehdit altında, saldırı altında olduğu, her an ölüm tehlikesi ile burun buruna çalıştıklarını kim bilmiyor?
Yuhalanan Sağlık Bakanı bile biliyor…
Meclis biliyor, Emniyet biliyor, bilmeyen kalmadı.
Avukat ve doktor öldüren canileri herkes gördü, her şey herkesin gözü önünde oldu!
“Öldürmez misin sen, dövmez misin, sövmez misin?”
Bu sorusunu sorup cevap bekleyen imam var… Dövmek, sövmek ve öldürmek, işte yeni demokrasi.
Caminin imamı gırtlağını yırtıyor. Kendince ölümü kutsuyor.
Duymuyor musunuz?
Doktor ve avukat öldürülünce bu cinayetlerin ardından insanların yas tutanların içkileri üzerine açıklama yapan danışmana ne demeli?
Kimilerinin aklı çoktur, danışman diyorlar. “Danışılan” üstün akıllı kişi dışında hiç kimse herhalde ölümle, cinayetle içkiyi yan yana getiremez. Kendince yaptığı yorumla fevkalade ve şimdiye kadar söylenmemiş şeyler söyler. Aklı fikri sağlıkçıların, hukukçuların içkilerindedir. Ne ilgisi var denilse bile ısrarla diyorlar işte…
İmam ve danışman akıllarını mı bozdular?
Devlete karşı, topluma karşı halkı kışkırtıyorlar. Nifak tohumları sokuyorlar topluma… Böyle diyorlar ve dediklerine kendileri inanıyor. Cinayete kurban gidenlerin kimler olduğu önemsiz, önemli olan şiddetten beslenen cadı kazanı gibi fokurdayan kazanın odunlarını var edebilmeleri…
Doktorlar herkese baktılar, herkesi yaşattılar, işbaşında öldüler, hayatlarını feda ettiler; bu ne düşmanlık?
Avukatlar herkesin işi için, herkesin hakkı için, herkesin adaleti için nefes nefese kaldılar, alacaklarınızı tahsil için gittikleri yerlerde öldürüldüler; yetmedi mi? Gözünüz doysun, insaf!
Yeryüzünde kurulu kin ve düşmanlığı yaşatan şiddet düzeninin beslenme kaynağı ateş ve düşmanlık şiddeti körükler. Şiddetin var olmasını sağlayanların çabalarıyla süren yaşadığımız toplumsal şiddet sayesinde cinayet işlemek sıradanlaşır. Cinayetler insanların toplumsal şiddet aracı olarak var olmasına ve sırtının sıvazlanmasına yarar ve hatta tabancasındaki çentik sayısı kadar itibar kazandırır; işte erkeklik budur (!).
Kim sorumlu bu vahşet ortamından? Bu şiddet ortamının cinayetlerinin hesabını kim verecek?
Yine biz sorumluyuz diyelim ve densizleri kötülükleriyle baş başa bırakarak bitirelim:
“Ama ulaşılacak hedefin zorluğu, hedefin değerini ve anlamını ortadan kaldırmaz. İnsan hakları ve insan onuru kavramları, insanların kendi kaderlerini belirleme yetisine sahip varlıklar olduğunu varsayar. Öyleyse, "biz bireyler olarak dünyanın kötülüklerinin suçlusu olarak doğmasak dahi, bizim yaşamımız bu dünyada hiçbir kötülüğü değiştirmiyorsa bu dünyanın suç ortakları olarak ölüyoruz demektir". İnsan hakları için mücadeleye katkıda bulunmak, sadece başka insanlara karşı değil, kendi insanlık onurumuza karşı bir görevdir.
Dolayısıyla, "sadece insan olanın hakkı var mıdır sahiden?” sorusunun cevabı bizim yapıp ettiklerimize, bizim vereceğimiz mücadelemize bağlıdır. Alman düşünür ve edebiyatçı Friedrich Schiller etkileyici biçimde ifade ettiği üzere: “İnsanlık onuru sizin kendi ellerinize verilmiştir. Koruyunuz onu! O sizinle yerlere düşecek, sizinle göklere yükselecektir”[i]
İmam ve danışman ve siyasetçiler ne derlerse desin… Kendi sözlerine mahkûm olsunlar.
Ama insan onurunu savunanların görevi bellidir. Hasta bakmamak, duruşmaya girmemek bile insan onurunun korunmasında kendini görevli gören doktorların, avukatların ve herkesin onurunu korumak içindir.
Hepimizin sorumluluğu hepimiz içindir…
Katiller yaratan düzen bu toplumun kaderi asla değildir. Kimsenin suç işlemek üzere doğmadığını biliyoruz. Cinayeti mübah sayan insanlar yetiştiren bu düzenden yana olanlara karşı ne yapacağımızı iyi biliyoruz.
Bayram gelmiş neyime, kan damlar yüreğime…
Avukat ve doktor cinayetlerinin ardından kaybettiklerimizin yasını tutacağız. Unutmayacağız
Sonra görevimiz…
Öfkelenmektir.
[i] İnsan Hakları. Ocak 2022. TBB. Sayfa 82
Fikret İlkiz'in bu yazısı, ilk olarak Bianet'te yayımlanmıştır.