Birinci Dünya Savaşı’nı yaratan savaş ve faşizmin ustaları Hitler ve yakın arkadaşı, Benito Mussolini dünyayı kan gölüne çevirmişti.
24 Ekim 1945, Birleşmiş Milletler'in kuruluş tarihidir.
1945 sonrası alkışlarla geldi…
Türkiye dahil 51 ülke 25 Haziran 1945’te Birleşmiş Milletler Antlaşması’nı imzaladılar.
İnsanlığın beklentisi neydi?
Dünyanın her yerinde, konuşma ve ifade özgürlüğü…
Dünyanın her yerinde, herkesin kendi istediği biçimde tanrısına tapınma özgürlüğü…
Dünyanın her yerinde, yoksulluktan kurtulma özgürlüğü…
Dünyanın her yerinde, korkudan kurtulma özgürlüğü…
Dünyanın her yerinde barış ve adalet…
İnsanlar, BM Antlaşması'nın savaşa karşı barışın umudu olmasını istediler.
Olmadı…
Ama 24 Ekim 1945 tarihi, temel insan haklarına giden yolu açtı.
10 Aralık 1948 tarihli BM Genel Kurul kararıyla Evrensel İnsan Hakları Bildirisi kabul edildi. Ardından insan haklarına dair birçok sözleşme geldi…
BM şartının Başlangıç bölümünde insan/kişi onuru vardır. İnsanların eşit ve devredilmez haklara sahip olduğu yazılıdır.
10 Aralık 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirisi dünyada özgürlük, adalet ve barışın temeli olarak kabul edildi. İnsan haklarına ve temel özgürlüklere saygı gösterilmesi, korunması, geliştirilmesi için ortak bir anlayış oluşturulmasında her birey, her organ ve devletler görevlidir.
Başlangıç bölümünde “insanın zulüm ve baskıya karşı son çare olarak ayaklanmaya zorunlu kalmaması için, insan haklarının hukukun üstünlüğü yoluyla korunmasının zorunluluk olduğuna” yer verilmiştir.
Böylece “zulüm ve baskıya karşı direnme” hakkı bir uluslararası insan hakları belgesinde ilk kez yer almış oldu.
Adil yargılanma hakkı hayata geçirildi. Hâlâ çalışılıyor… Herkes, haklarının ve yükümlülüklerinin ve kendisine karşı herhangi bir suç isnadının (hukuksal) karara bağlanmasında tam bir eşitlikle bağımsız ve tarafsız bir yargı yeri tarafından adil ve aleni/(açık) olarak yargılanma hakkına sahiptir (İHEB Madde 10).
19 Ocak 1972’de Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi, Beethoven’in 9. Senfonisinin sonundaki Neşeye Övgü bölümünü Avrupa Birliği'nin resmî marşı olarak kabul etti.
7 Mayıs 1824’te Viyana'da Karntnerthor-Theather'da seslendirilen Beethoven'ın 9. Senfonisi, Kral Friedrich Wilhelm'e ithaf edildi. Senfoninin son bölümü Shiller'in Neşeye Övgü (1785) şiirinin bestelenmiş halidir.
“Neşe, Tanrıların güzel kıvılcımı / Ey Elizyum kızı/ Giriyoruz coşkuyla, / Senin ilahi, kutsal mabedine! / Senin büyünle birleşir/Geleceğin acımasızca ayırdığı;/Tüm insanlar kardeş olur/ Yumuşak kanadın altında.”
Beethoven’in 9. Senfonisi dünyanın neresinde çalınırsa çalınsın alkışlarla karşılanır.
Şimdiki zamanda insanlığın barış, adalet ve hukuk beklentisinin kökleri geçmiştedir, geleceğin kökleri şimdiki zamandadır. O yüzden işin en zor kısmı alkışlamaktır.
2011 yılı Tiyatro Günü Bildirisi’ni Ali Poyrazoğlu yazmıştı[i] . “Biz oyuncular her akşam geliriz sahnenin üstüne, ellerimizle insanla ilgili bir düğümü olan rengarenk yün çilelerimizi takarız, başlarız açmaya. Yünün bir ucunu da sizlere, sahneden aşağıya sizlere uzatırız. Onlar da başlar sarmaya, top yapmaya. Biz açarız onlar sarar, biz açarız, sizler sararsınız sayın izleyiciler, saygıdeğer seyirciler.
Biz açarız çileyi, siz sararsınız. Biz asılırsak da yün kopar, seyirci çok asılırsa da…İki taraf da büyük bir dikkatle işini yapar. Oyunun sonunda bizim elimizdeki yün çileleri biter. Yünün ucu sahneden salona kayar…
Ve sevgili seyirciler, çıkar gidersiniz tiyatrodan yüzünüzde çiçek açmış gülücüklerle, zihninizde bir renkli yün topçuklarıyla.
Sorarsınız; Ne kaldı bende oyundan geriye? Ne kaldı bende?”
Günümüzde alkışlardan geriye ne kaldı?
Geriye ne kaldı insan hak ve özgürlüklerinden?
Geriye ne kaldı yargıdan, adaletten?
Geriye ne kaldı İnsan Hakları Evrensel Bildirisi'nden?
Bir mahkemeden çıktığınızda, hapishaneden tahliye olduğunuzda; yüzünüzde çiçek açmış gibi gülücükler, zihninizde bin bir renkli rengârenk yün topçukları, dilinizde türküler var mı?
Böyle olacak mı?
Neşeye Övgüyü mırıldandırabilecek misiniz?
Sorgulayın ve sorun etrafınıza. Kafanızı sanal âlemlerden kaldırıp yukarıya bakın; gökyüzünü göreceksiniz…
Adliye sarayları dedikleri mekânlarda görülen bir davanız bittiği zaman güzel bir tiyatro, harika bir konser izlemiş gibi hissediyor musunuz kendinizi?
Yoksa olup bitenler kötü bir oyun, berbat bir senfoni mi?
Aslında durumumuz bir eziyetten ibaret.
Büyük bir azap ve sinir içinde kalıyorsunuz, öylece yaşıyoruz sanıp avunuyoruz…
Yargıyı yönetemeyenler, yargıda söz sahibi… Yargının ve adaletin her şeyi bozuk plak gibi…
Çıkardığı sesler cızırtılı, ahenksiz, çok gürültülü, çok ürkütücü…
İnsan hakları göründüğü kadar asap bozucu, renksiz ve ruhsuz…
Sanki hiçbir beklentimiz kalmamış gibi ne vicdan ne adalet.
Ne bir yazı ne bir kutlama ne de bugün insan hakları günüdür diye ne de neşeye övgü.
Körelmiş vicdanların bir kıymeti yok! Bir yararı olmaz adalete; çünkü insanın kıymeti kalmamışsa beklemek boşunadır ve kıymetsizdir.
Adalet, Kaf Dağının ardındadır göremezsiniz.
Zihniniz ve yüreğiniz özgürdür…
Zora ve baskıya karşı hukukun üstünlüğü için başkaldırının alkışlarıdır duyulan sesler.
Elleriniz ve yüreğiniz kelepçeliyse alkışlamak zordur.
Olsun, zor olsa bile inadına ve sevinçle, neşeyle ve insan onuru için alkışlamalıdır…
Protesto etmek için alkışlamalıdır…
İnsan haklarından artık geriye ne kalmışsa…
[i] Gürol Tonbul. Psikeart. Sayı 63.2019.syf 88
Fikret İlkiz'in bu yazısı, ilk olarak Bianet'te yayımlanmıştır.