Berlin’de yıllar önce bir jigolo ile tanışmıştım. Jigolo kendisinin de tanımıydı. Bana sadece çoculuğunu, Türkiye’nin doğusundan güneyine nasıl geldiğini değil, Akdeniz’deki tatil köylerinde orta yaşlı, yaşlı Alman kadınları tavlarken kullandığı incelikleri dahi anlatmıştı. Almanya’ya onlardan biri ile evlenerek gelmiş, oturum hakkını aldıktan sonra da boşanmıştı. Anlattıklarına önce çok gülmüş sonra da üzerinde epeyce düşünmüştüm. Erkeklerin seks turizmi tanıdıktı ama kadınlarınkini bir jigolodan hem de esprili bir biçimde dinlemek garibime gitmişti. Avusturyalı yönetmen Ulrich Seidl’ın İstanbul Film Festivali’nde gösterilen Cennet üçlemesinin ilk filmi „Aşk“ ı izlerken bu sohbeti hatırladım ister istemez. Cennet-Aşk isimli filmde Avusturyalı, elli yaşlarında, hayli kilolu Teresa adında bir kadının seks turizmi için Kenya’ya gidişi ve orada yaşadıkları anlatılıyor. Teresa’nın, üçlemenin son filminde hayatından bir kesitine tanık olacağımız 13 yaşında tek başına yetiştirdiği bir kızı var. Yönetmen Seidl, filmin girişinde Teresa’nın kızını, üçlemenin ikincisinde daha yakından tanıyacağımız kız kardeşi Maria’ya bırakmasını ve yola çıkmasını uzun uzun gösteriyor. Teresa için cennetin yolu o kadar uzun değildir. Kendini deniz kıyısında şık bir otelde bulan Teresa, ilk iş olarak lavabo ve klozeti dezenfekte eder. O uzak Afrika ülkesine kendi düzenini getirmenin ilk adımı budur. Teresa’nın ilk öğrendiği kelime ise Hakuna matata yani sorun yok olacaktır.
Film boyunca Teresa’nın aşk, aslında seks, hayır seks, aslında aşk arayışına tanık oluyoruz. İlk denemesinde bir yakınlık ve samimiyet bulduğunu sanan Teresa, yanıldığını anlayınca bozulur ama pes etmez. Hakuna matata… Kendinden daha deneyimli arkadaşlarının da desteğiyle seks pazarında nasıl davranması gerektiğini kısa sürede öğrenir. Filmin en eğlenceli ve etkileyici sahnesi arkadaşlarının Teresa’ya doğum günü için genç bir Afrikalı hediye etmesi bence. Bu sahnede çirkin, şişman, yaşı geçmiş hatta bu yüzden toplum dışına itilmiş sıradan Avrupalı kadınların seks açlığı bütün çıplaklığı ile gözler önüne serilirken, onların Afrika’da farkına vardıkları göreceli zenginlik ile elde ettiği iktidarı nasıl kullandıklarına da yakından tanık oluyoruz. Teresa’nın simgelediği kadınların arzuladıkları dünya ile gerçeklik arasındaki boşluğun altı filmin hemen her sahnesinde kalın çizgilerle çiziliyor. Bu boşluk erkek egemen toplumun güzellik endüstrisi ile birlikte açtığı sürekli büyüyen ve sıradan kadının önce içinde kaybolup sonra içselleştirdiği bir boşluk. Alman die Tageszeitung gazetesi, Cennet-Aşk ile ilgili yazısında filmin utanmazca belgelediği bu durumu bir çeşit savaş olarak tanımlamış. “Aşk bir savaş, turizm bir savaş, aslında yaşamın kendisi bir savaş” denen yazının başlığıysa çok şey anlatıyor: “Avrupa’nın tepeden bakışı”.
Cennet üçlemesinin ikinci filmi “İnanç”ta ise insanın içinde bulunduğu boşluğu başka bir duyguyla doldurmaya çalışması ve başka bir savaşa tanık oluyoruz. Yönetmen Ulrich Seidl, bu kez Teresa’nın kardeşi Anna Maria’nın hayatından bir kesit sunuyor izleyiciye. Anna Maria, kardeşinden farklı olarak tatilini evinde ve misyonerlik yaparak geçiriyor. Cinselliği bırakın satın almayı, kocasıyla bile yaşamayı günah sayan Anna Maria, hayatta aradığı sıcaklığı ise İsa ve Meryem’e sığınarak bulmaya çalışıyor. Bunun için kendini kırbaçlamak, dizlerinin üstünde bütün evi tespih çekerek dolaşmak gibi mazoşist yöntemlere bile başvuran Anna Maria’nın bir başka çıkmazı da kötürüm kalmış Mısırlı Müslüman kocası. Kocasının beklentilerini yerine getirmekten bıkmış usanmış olan Anna Maria ile kocası hem mutsuz evlilikleri yüzünden hem de farklı dinlere inandıkları için bir savaşa giriyorlar. Filmde Anna Maria’nın misyonerlik görevini yerine getirirken Avusturya’da yaşayan Müslümanları, alkolikleri, inançsızları dine döndürme sahneleri trajikomik bir biçimde yansıyor beyaz perdeye. Yönetmen Anna Maria’nın ikircikliğini ise İsa’nın çarmıha gerili heykelini koynuna alması ya da kırbaçlaması gibi utanmazca eylemlerle gözler önüne seriyor. Filmi izlerken Müslümanlıkla bu denli dalga geçilse ne olurdu diye düşünmeden edemiyor insan. Katolik kilisesinden gelen birkaç eleştiri ise Muhammed Karikatürleri’ne duyulan tepkinin yanında çok cılız kalıyor. Cennet-İnanç filminden dimağlarda kalan en belirgin duygu ise sevgi açlığının yarattığı o koskoca boşluğu dinin asla dolduramayacak olması. Filmde ayrıca fanatizmin de bir dine dönüştüğüne tanık oluyoruz. Bu yüzden izleyici bu filmde üçlemenin ilkinde olduğu gibi baş kahramanı ile bir yakınlık kurmayı beceremiyor.
Ulrich Seidl’ın üçüncü filmi de aslında bir tatil hikayesi. Bu kez başrolde Teresa’nın 13 yaşındaki obez kızı Melanie var. Annesi, Kenya sahillerinde genç erkeklerle kırıştırırken Melani düzen ve disiplinin hakim olduğu bir zayıflama kampında ilk umutsuz aşkını yaşıyor. Askeri kuralların geçerli olduğu kampta gençler, aslında ailelerinin güzellik hedefine erişmek için mücadele veriyor. Bunu yaparken bir yandan kuralları zorluyor bir yandan da gençliğin verdiği rahatlıkla hem birbirlerini hem de kendilerini tanımaya çalışıyorlar. Melanie, kendisinden en az kırk yaş büyük kamp doktorunun duygularına karşılık verip vermeme konusundaki kararsızlığını bir türlü anlayamıyor. Çünkü 13 yıllık yaşam tecrübesi, bir erkeğin genç bir kadının O’na duyduğu hayranlık karşısında arzuları ile vicdanı arasında sıkışıp kaldığını görmeye yetmiyor. Filmde bu karşılıksız kalan aşk hikayesinden başka erkeklerin savunmasız genç kızlardan faydalanma konusundaki pervasızlığı da konu ediliyor. İlk iki film gibi Cennet-Umut’ta da sınırsız bir sevgi açlığı ve koskocaman bir boşluk var. Obezite de bu açlığın ve boşluğun tezahürü değil mi zaten? Toplumun dikte ettiği güzellik anlayaşı ile gerçek hayat bir kez daha ve olanca acımasızlığı ile çıkıyor izleyicinin karşısına.
Avusturyalı yönetmen Ulrich Seidl, adeta alay eder gibi cennet olarak adlandırdığı filmlerinde aslında insanın içine düştüğü ya da toplum tarafından atıldığı cehennemi gösteriyor. Hem de utanmazca. Üçlemeyle „toplumun çizdiği güzellik tablosuna uyanlar hayatta kalırken uymayanlar yalnız ve sevgisiz bırakılıyor“ diyen yönetmen aynı zamanda kadınların da en az erkekler kadar ırkçı ve cinsiyetçi olabileceğini gösteriyor. Uzun sahneler, mesafeli kamera açıları, ara ara tekrar edilen yakın çekinmler seyirciye adeta „otur ve kendini izle“ diyor. Profesyonel oyuncuların yanısıra halktan insanları kullanması ise bu mesajı güçlendiriyor. Diğer filmlerinde olduğu gibi Cennet üçlemesinde de insanların zayıflıkları ile mükemmel resimler arasında bir zıtlık oluşturmayı başaran Seidl’ın bu üç filmini belgesel drama türünde değerlendirmek mümkün. Aksiyonu bol Amerikan filmlerine alışmış gözlerimiz Cennet üçlemesinde hakettiği dinginliğe kavuşuyor, hem de evine bir filmden beklenenden çok daha fazlasını alıp götürerek. Elki bu yüzden Seidl’ın filmleri eleştri oklarını kendine çekiyor. Amerikalı yönetmen John Waters ironik bir dille “Fassbinder öldü, Tanrı bize Seidl’ı gönderdi” derken haklı olabilir.
Krzysztof Kieslowski’nin doksanlı yıllarda çektiği Mavi, Beyaz ve Kırmızı adlı filmlerden sonra sinema tarihine katılan ilk üçleme Cennet. Üçlemenin filmi Cennet-Aşk Cannes, Cennet-İnanç, Venedik, Cennet-Umut ise Berlin film festivallerinde ilk kez görücüye çıktı ve büyük beğeni topladı. Hatta “İnanç” Venedik’te jüri özel ödülüne layık görüldü. Cennet-Umut Avrupa’da Mayıs ayında gösterime girecek. İstanbul Film Festivali sadece “Umut” u değil, “Aşk” ve “İnanç” ı da seyircisiyle buluşturdu. Üçleme bence daha fazlasını hak ediyor.