İzmir’in Kınık ilçesine bağlı Elmadere köyünün binlerce ziyaretçisi oldu 13 Mayıs’tan bu yana. Uzun, engebeli yemyeşil bir yoldan köye varan herkes, sanırım nasıl bir acıyla karşılaşacağını pek tahmin edemiyordu. 11 madencisini toprağa veren 80 haneli Elmadere köyünde bir tek çocuklar ne olduğunun farkında değildi. Bu kadar çok ziyaretçinin gelmesini oyuna dönüştürmüşlerdi adeta. Evlerin kapıları o mel’um faciadan bu yana ardına kadar açıktı. Kapılardan sokaklara taşan uğultular bazen çığlığa dönüyor, kadınların ağıtları gökyüzünü dövüyordu. Oğullarını, kocalarını, kardeşlerini, damatlarını kaybeden kadınların bağıra bağıra ağlamaktan sesleri kısılmıştı. Kan çanağına dönmüş gözleriyle yine de gelen herkesin yüzüne bakıyorlardı dikkatli dikkatli. Kuruyan boğazlarını bir yudum suyla ıslatıp, anlatacakları ne varsa anlatıyorlardı. Bir çağlayan gibi dökülüyordu ağızlarından sözler. İsyan, sitem, pişmanlık vardı bu sözlerde ama tevekkül yoktu. Kara madene, madeni karartanlara kara kara kusuyorlardı.
Sanki en acılısı Sanem Kılıç idi. “Ben çocuklarımı maden değil, tütün parasıyla büyüttüm. Keşke çoban olsalardı da kara madene girmeselerdi” diye kendine akıtırken acısını, o belalı günü dakika dakika yaşatıyordu. İki oğlunu birden yitirmişti. Üçüncü oğlu ise şans eseri dönmüştü ölümden. Oğlunu kamyonlara bindirip, Kırkağaç’a göndermiş olmalarına, orada buzhanelerde bırakmalarına içerlemişti çok. Doya doya, koklaya koklaya yıkamak, vedalaşmak, sonra gömmek istemişti oğullarını. Oğullarından birini taaa Balıkesir’de bulmuşlardı. Birisi yanlış teşhis edip, kendi yakını diye alıp götürüp gömmüştü kıymetlisini. Topraktan çıkarıp tekrar toprağa göndermek çok koymuştu Sanem Kılıç’a. “Bu acıya nasıl dayanılır?” diye sora sora dört dönüyordu küçücük odanın içinde. Kızgındı Sanem ana, çok kızgın. İşvereni de siyasetçiyi de sorumlu tutuyordu felaketten. Oysa tütün yasağı gelmeden ne mutluydular. Madene mahkum olmadan önce kıt kanaat ama, ölüm, ölüm korkusu olmadan yaşayıp gidiyorlardı.
20-30 metre ötedeki bir başka evin daha kapısı açıktı. Başındaki yazmayı sıkıca bağlarsa acısı diner diye düşünen Sanem ananın gelini, on yaşındaki kızına ne cevap vereceğini düşünüyordu hala. Oysa kocasının ölümünün üzerinden dört gün geçmişti. Kızı çoktaaan bırakmıştı babasını beklemeyi ama O’na, kocası sanki kapıdan girecekmiş gibi geliyordu. Bir eli göğsünde diğer eli görümcesinin elindeydi. Bir el diğerinin sırdaşı olmuştu artık, can yoldaşı. “İki tane kayına mı yanarsın, kardeşe mi, amca oğluna mı yanarsın, iki tane enişteye mi? Nasıl teselli vereceğiz biz bu yetimlere? Kardeşimin 20 günlük bebeği var. Bayram gelince biz o yetimleri nasıl sevindireceğiz? Hangi birine yanalım, hangi birine?” diye sorularını ardı ardına diziyordu görümce. Ölen kardeşini parmağındaki yara izinden teşhis etmişti. O’nun parmağı diye kendi parmağına bakıp duruyordu. 20-30 metre ötedeki bir başka evin de kapısı açıktı, bir başkasının daha… Her sekiz haneden birine ateş düşmüştü Elmadere köyünde. Hem de nasıl bir ateş. Ateşin düştüğü her evde aynı ağıtlar yakılıyor, aynı kızgınlıklar dillendiriliyor, aynı pişmanlıklar boğazlara düğümleniyordu.
Kadınların tersine, bağıra çağıra ağıt yakamayan erkekler evlere sığamıyordu. Köy meydanında toplanan erkeklerin soruları, kuş cıvıltılarıyla harmanlanıp havada asılı kalıyordu. Kazanın neden ve nasıl olduğu tartışıyordu sık sık. Sorularına yanıt bulunacak mı merak ediliyordu. Kazadan kurtulan madenciler yer altını anlatıyorlardı. Çoğu bugüne kadar nasıl bir ortamda çalıştıklarını saklamışlardı yakınlarından. Olur ha gitme derlerdi diye! Başka nasıl doyuracaklardı karınlarını? Köyün bütün delikanlıları yaşlarının dolmasını bekliyorlardı madene girmek için. Üniversiteye gidip de iş bulamayanlar bile madenden kazanıyordu ekmek parasını. Madene mahkumdu Elmadere erkekleri. İşte en çok bu mahkumiyet yakıyordu yüreklerini. Onların sesi ise ağlamamak için kısık çıkıyordu. Gözleri, göz yaşlarını tutmaktan kızarmıştı. Önce tütün yasağı vurmuştu onları, sonra taşeronluk sistemi. Bir de zaten Aleviydiler.
Oğlu üç dakika daha geç çıksaymış madenden O’nu da toprağa gömecekmiş bir Elmadereli usta. O’nun da soyadı diğerleri gibi Kılıç, bütün köy birbirine akraba. Oğlunu kaybetmemiş ama iki amcasının oğlu iki de dünürünün oğlu kararmış madende. O’nun kızgınlığı siyasetçilere. Elmadere’den AKP’ye oy çıkmıyor diye, felaketin üzerinden dört gün geçmesine rağmen kimsenin taziyeye gelmediğini anlatıyor. Soma belediye başkanı gelmiş ama evlere girmemiş. “Bıraksınlar partiyi martiyi de acımızı paylaşsınlar” diyor eski tütün ustası ve ekliyor “hiç mi bir bardak suyumuzu içmedi?” Alevi oldukları için bir bardak değil, bin derelik su içseler yine de yok sayılacaklarına inanıyor. Yok sayılmak öyle ağır gelmiş ki yüreğine “Sırf burası değil, bütün İzmirli Aleviler kızgın. AKP’ye kimse oy vermez. Verenlerin de eli kırılsın” diye beddua etmekten kendini alamıyor.
Elmaderelilerin tütün yasağından bu yana beli bükülmüş. Artık egemen değil, azınlık olmanın yükünü kaldıramıyorlar. Öyle ki, ölenlerin yakınlarına maaş almaları için form doldurmaya gelen SGK görevlilerinin, iyi niyetle de olsa “siz imza atın gerisini biz doldururuz” demesini hizmet olarak görmüyorlar. Acıları tazeyken kandırılmaktan korkuyorlar. Korku. Korku Elmadere köyünün seksen hanesine çöreklenmiş, giderek daha fazla yer kaplayan acı bir duygu. Onların en çok, kendilerini sarıp ısıtacak, ayaklarının tekrar toprağa sağlam basmasını sağlayacak güvene ihtiyacı var. Kim geçerse oralardan Elmadere köyüne uğramalı, selam edip dertlerini dinlemeli. Çünkü acılar anlata anlata, paylaşa paylaşa geçer.