Geçen mayıs ayında New York'ta meydana gelen bir kitlesel saldırının nedenini araştıran Amerikalı yetkililer, şüphelinin "ırkçılık" ve "büyük ikame" ile bağlarını gösteren nefret dolu cümleler içeren 180 sayfalık bir belgeye rastladılar.
Bunu okuduğumda "Büyük İkame de nedir ki?" diye düşündüm. Fransızcadan geldiği için tanımın aslı "Grand Remplacement", Amerikalılar "Great Replacement" olarak kullanıyor. Teorinin köklerinin 1900'lerin başındaki Fransız milliyetçilik kitaplarına dayandığı kaydediliyor. 2011'de Fransız yazar Jean Renaud Gabriel Camus yeniden gündeme getirmiş. Camus’un 1973 tarihli "The Camp of the Saints" adlı romanında Fransa'yı ele geçirmek için bir araya gelen göçmenlerin kurgusal bir hikâyesini anlatan başka bir Fransız yazar olan Jean Raspail'den etkilendiği düşünülüyor (Albert Camus'la akraba değil sadece soyadı benzerliği var).
Aslında rehber yazıları, kitapları yazan Camus, teorisini 1996 yılında Fransa'nın Hérault bölgesi hakkında bir rehber kitap hazırlarken düşünmeye başladığını söylüyor:
"Birdenbire çok eski köylerde (...) nüfusun tamamen değiştiğini fark ettim ve işte böyle yazmaya başladım."
Camus, 2010 ve 2011'de her ikisi de İngilizce olarak yayımlanmayan "L'Abécédaire de l'in-nocence" ve "Le Grand Remplacement" kitaplarında ve sonrasında, "ikameci seçkinlerin" Beyaz Fransızlara ve Avrupalılara karşı, kitlesel göç, demografik büyüme yoluyla Avrupalı olmayan halkları -özellikle Afrika ve Orta Doğu'dan gelen Müslüman nüfusları- geçirmek için gizlice anlaştıklarını iddia ediyor.
Bu teoriye göre, Avrupalı olmayan göçmenler (Afrikalılar, Araplar, Türkler, Güneydoğu Asyalılar...) göç dalgası ve yüksek doğum oranlarıyla hızla çoğalırken, beyaz Avrupalı nüfus ise düşük doğum oranlarının da etkisiyle her geçen gün azalıyor. Yani, Avrupalı olmayan göçmenler beyaz Avrupalıların yerini alıyor.
Bir yandan da Camus teorisinin ırkçılıkla ilgili olmadığı iddiasında ve ırklarla ilgili herhangi bir genetik anlayışı olmadığını, "üstün" kelimesini kullanmadığını, göç nedeniyle Japon kültürü veya "Afrika kültürü" gibi kültürlerin de ortadan kaybolmalarına, aynı derecede üzüleceğini belirtiyor.
Kendisi teorisinin ırkçılıkla ilgili olmadığını iddia ediyor olsa da, Camus'un, "Büyük İkame" teorisinin, tüm hristiyan dünyadaki aşırı sağ ve ırkçı gruplarca yoğun bir şekilde benimsendiği görülüyor. Yeni Zelanda/Christchurch'deki cami saldırısından, Norveç'teki Utoeya adası saldırısına, yukarıda kaydettiğimiz Buffalo (New York) saldırısına kadar pek çok saldırının da motivasyonu olduğu tespit edilmiş. Hatırlarsanız, bu saldırganların eğitimli olmamalarına karşın, saldırı öncesinde hazırlanmış çok sayfalı manifestoları vardı.
"Büyük İkame" teorisi, artan sığınmacı kriziyle birlikte taraftar kitlesini de artırdı. Arkasından da bu kitlesel saldırılar geldi. Özellikle ABD ve Avrupa'daki ırkçılar ve aşırı sağcılar, bu teoriyle birlikte birtakım gölge organizasyonlar kuruyor gibi gözüküyor. Bunların niteliği tam bilinmiyor ama birtakım ırkçı kitlesel saldırılara bakıldığında daha önce de yazdığımız gibi lise mezunu bile olmayan saldırganlar, saldırı öncesinde hazırlanmış olduğu anlaşılan 200 sayfalık manifestolar sunuyorlar. Norveç saldırına dair Netflix dökümanterinde, annesi saldırganın bir takım kişilerle temas kurduktan sonra bu hale geldiğini anlatıyor.
Aynı teori günümüzde ABD'de -bazıları Trump'ın destekçileri de olan- beyaz üstünlükçüler, göçmenlik karşıtı gruplar vs tarafından işleniyor. Beyaz üstünlükçüler, göçmenlerin, daha spesifik olarak renkli insanların beyaz ırkın yok olmasına yol açacağını savunuyorlar. Üstelik "beyaz" kavramı sadece beyaz teni değil, yanı sıra Hristiyan ve orijinin de ABD, İngiltere vs olmasını gerektiriyor.
Amerikan Ulusal Göçmenlik Forumu, "büyük ikame" teorisinin bazen "seçmen demografisini değiştirme" iddiaları ve bazen de "Amerika'yı işgal eden göçmenler" gibi formlarda görüldüğünü söyledi. İlk iddia, göçmenlerin ve beyaz olmayan insanların "belirli bir şekilde" oy kullanacaklarını ve nihayetinde beyaz Amerikalıların oylarını boğacağını varsayıyor. Aynen bugün Suriyelilerin vatandaş yapılması tehlikesine karşı bizim düşündüğümüz gibi.
AKP'li yöneticiler -şaka gibi ama- Suriyeli geçici koruma altındaki sığınmacıları savunurken, bunların "ucuz işçilik" ile Türkiye ekonomisine katkıda bulunduğunu iddia edebiliyorlar. Bu arada devletin kaybettiği "SGK primleri" ya da "vergi" zararını anmıyorlar bile. Ama son gelişmelere bakılırsa, sığınmacılar Türkiye'de sadece mavi yakalıların değil, artık beyaz yakalıların da yerini alıyor.
Geçen hafta bilişim STK'ları, Sanayi ve Teknoloji Baklanlığı'nın yeni çıkan bir düzenlemesi konusunda seviniyorlardı. Bu düzenleme, takriben 4.000 tanesi yazılımcı olan 7.000 kadar bilişim personelinin göç etmesi nedeniyle sıkıntıya düşen bilişim firmaları açısından yeni bir kaynak yarattığı için önemli olarak yorumlandı. Bilişim sektörü son 1 yıldır yüksek sesle insan kaynakları kaybından, bilişim çalışanlarının başka ülkelere göç etmesinden ve çalıştıracak nitelikli eleman bulamamaktan şikayet ediyor. Yeni düzenleme ise teknoloji sektöründe yabancı ülke vatandaşlarının çalışma izni almalarında istisnai bir süreç öngörüyor. Burayı tıklayarak da görebileceğiniz üzere gayet kolaylıkla izne başvurulabiliyorlar.
Benzer bir sahneyi doktorlar konusunda gördüğümüzü hatırlatalım. Twitter'da çok sayıda mesajda, İstanbul'daki aile hekimliklerinde çalışan doktorların büyük bir kısmının geçici korunma statüsündeki doktorlardan oluştuğunu göstermişti. Aşağıda bunu gösteren bir tweet var.
Geçici korunma altındaki sığınmacı ya da göçmen insanlar için üzülüyoruz. Sonuçta bu insanların, savaş, şiddet ya da başka bir nedenle alıştığı yerden ve eşyalarını, hatıralarını, belki bir kısım akraba ve arkadaşlarını arkada bırakarak göç etmesi üzücü bir gelişme. Bu insanlara yardım etmek ve koruma sağlamak isteriz.
Ancak, ellerinde su şişesi olmayan, yanlarında kadın, çocuk bulunmayan ve büyük sayıdaki birtakım genç erkekler grubu herkesi korkutuyor ve sorgulatıyor. Bunlar kim ve nasıl böyle rahat bir şekilde (su şişesine bile gerek olmadan) buraya kadar gelebilmişler?
Camus, "Büyük İkame"yi "karşı sömürgecilik" olarak tanımlıyor. Yani, Avrupa'nın bir zamanlar sömürge haline getirdiği ülkelerin vatandaşlarının, bugün tersine bu sömürgeci Avrupa devletlerine göç etmelerini "geçmiş yüzyıllarda yaptıkları -ve bugünkü zenginlerinde payı olan- sömürgeciliğin karşı cevabı olan bir sömürgecilik" şeklinde yorumluyor.
Tarihte ilk sömürge olan devlet Hindistan'ın bugün İngiltere'deki en büyük girişimcileri yaratması gibi. Aynı şekilde, 1980'lerden itibaren ülke dışına yazılım outsourcing'i veren ABD'de bugün en büyük teknoloji firmalarının CEO'larının hep Hintli olması gibi. Microsoft'undan Google'una, Mastercard'ından Pepsi Cola'ya, Twitter'ına kadar pek çok meşhur CEO çıkaran Hintliler bugün kendi medyalarında dünya ile dalga geçiyor ve dünyayı biz yönetiyoruz diyorlar.
Ancak bizim örneğimizde, yani ülkemize gelen 8 - 10 - 12 milyon Libyalı, Afgan, Iraklı, Suriyeli vs geçici koruma altındaki sığınmacının durumu bu değil. Bu ülkeler bizim sömürgelerimiz değillerdi. 20. yüzyılda hepsi kendi başına birer devlet kurmuşlardı ama genellikle başka ülkelerin ve son 50 yılda hepsi ABD'nin etkisi altındaydılar.
O zaman durum nedir? Acaba Camus tarafından türetilen bu teori ve arkasından gelen gelişmeler, bazı savaş ya da rant stratejistlerine yeni bir yol göstermiş olabilir mi? Irkçılık soslu olması hoşumuza gitmese de, durum gözlerimizi kör etmemeli.
Eğer burada gelişen sosyal olaydan yani Avrupa devletlerinin sömürge haline getirdikleri ülkelerdeki vatandaşların zaman içinde Avrupa'ya göç etmesi yoluyla oluşan durumu analiz edip, farklı amaçlar için yeni stratejiler geliştiren birileri varsa, ülkenin demografisini değiştirmek ve -geçici koruma altından vatandaşlığa geçiş yasal olmasa da- bir "fiili durum yaratmak" ya da "iç huzursuzluğu dışarıdan ithal edilen insanlarla çıkarmak" gibi bir strateji geliştirilmişse, farkında olmak lazım.
İranlı siyasi önder Muhammed Musaddık 1953 yılında "Şah lehine" devrilirken yapılan şey, bir tek ünlü güreşçiye 300 dolar ve bir tek şeyhe 10.000 dolar ödenerek, karşılığında bunların taraftarlarının ülkede karmaşa varmış gibi göstermeye yönelik gösteriler yapmaları istenmişti.
Adeta önce ateşi yakıp, sonra karşısına geçip "ateş olmayan yerden duman çıkmaz" demek gibi bir durum bu.
Türkiye 1960-71-82'de yaşadığı üç darbeden sonra darbelere ve Kahraman Maraş, Çorum olayları ve Sivas katliamından sonra Alevi-Sünni çatışmasına izin vermeyen bir kamuoyu olgunluğuna ulaştı. PKK hâlâ sürüyor ama Kürtlerin büyük bir kısmı da artık bölgede ABD'nin (ya da İsrail'in) kendi amaçları için bir Kürt devleti kurmaya çalıştığının bilincinde. Yani bu ülkenin artık içeriden değil, dışarıdan gelen insanlarla karıştırılmaya çalışılması gibi bir strateji mümkün.
Bir ülkeye sığınmacı gelebilir. Hele zor durumdalarsa, mutlaka yardım etmek isteriz. Ama bir ülkenin nüfusunun yüzde 10-15'i kadar sığınmacı gelirse, bunun adı "iyi niyet" olmaktan çıkar. Başka şeyler düşünülmeye başlanır. Özellikle de bu ekonomik krizin ortasında bu ülke bu kadar kişiyi besleme, geçindirme gücüne sahip mi? Bugün tahılı bile Ukrayna'dan vs. ithal ediyoruz.
Son 10 yıl boyunca ülke nüfusunun yüzde 10-15 kadar artması, kaynaklarının ve altyapının, belediye hizmetlerinin bu artan nüfus için de kullanılması, hatırı sayılır bir yük oluşturdu. Ayrıca ülkede var olan ortalama ücret değerini yitirdi, misafirlerimizin sunduğu ucuz iş gücü nedeniyle tercih edilmeleri, ortalama ücretin asgari ücret ve çoğu yerde daha altı seviyelere indirmeyi sağladı. Bugün çalışma hayatında asgari ücretle çalışanların oranı yüzde 45. Ülkenin kişi başı milli gelirinin giderek düşmesi de diğer bir faktör. Yani sığınmacılar olayı, Türkiye ekonomisine katkıda bulunmadığı gibi, gelir uçurumunu derinleştiren bir karaktere de sahip. Dolayısıyla konu bu haliyle de tartışmaya değer.
Bu yazıyı, bir tartışma açması, birilerine farkındalık yaratması için yazdım. AKP'nin desteklediği göçmen/sığınmacı politikasının kime ya da neye hizmet ettiğini -göçmen duygusallığını bir kenara bırakarak- daha yüksek sesle tartışmamız lazım.