Önümüzde Korona'dan daha büyük ve hepimizin farkında olduğu bir tehdit var. Daha büyük çünkü bu tehdit sadece şu anı değil, asıl gelecek nesilleri ve ülkenin geleceğini etkileyecek. Korona nedeniyle, önümüzdeki günlerde okulların açılmasını erteleme ve aşı bulunmaz ise, daha uzun bir süre de açamama durumu söz konusu. Teknolojinin bu kadar geliştiği bir dönemde, 10. Yıl Marşımızdaki şu ifade gibi:
"demir ağlarla ördük, anayurdu dört baştan"
gibi
"fiber ağlarla ördük anayurdu dört baştan"
diyebilmek isterdik ama onun yerine, özelleştirmenin 15'inci yılında 3 - 4 milyon km olması gerekirken 10'da biri yani 400 bin km fiber yatırım miktarı ile elimiz böğrümüzde. Çünkü çocuklarımız "dijital uçurumdalar".
TÜİK rakamlarına göre, Türkiye'de 24 milyon hane var. BTK rakamlarına göre ise ancak yüzde 47'sinde sabit internet var. Üstelik tüm hanelerin ancak yüzde 14'ünde fiber var. Hatta bu rakam yüzde 2 kadar daha düşük (çünkü fiberin içinde şirket fiber sayıları var) olabilir. Yani evinde fiber olan çocuk sayısı maksimum yüzde 14. ADSL ve diğer bağlantı ile bu sayı toplam yüzde 47 [1].
Başka deyişle Milli Eğitim Bakanlığı tarafından Eylül 2020 itibariyle 18,2 milyon olarak açıklanan üniversite öncesi öğrencinin, en fazla 2,5 milyonunun evinde fiber var. Toplam sabit internete sahip çocuk sayısı da 8,5 milyon civarı (iki ve daha fazla çocuklu aile düşünüldüğünde bu rakamlar daha aşağıya düşer).
Geri kalan 9,7 milyon civarı çocuk ise eğitiliyormuş gibi gözükse de, dijital uçurumun içinde.
Bir de buna Suriyeli çocukları katarsanız...
Durum parlak değil.
Bugün liyakatsız kadroların yönetmesinden şikayetçi olduğumuz, eş - akraba cennetine dönen ve neyin ne olduğunun bilinmediği, kontrolün kalmadığı durum için "yüzde 49 seçti" gibi bir şeyler düşünüyoruz. Ya yarın?
Eğitemediğimiz çocukların geleceği ne olacak ve bu Türkiye'nin geleceğini ve hepimizin yaşamlarını nasıl etkileyecek.
Geçmişte bizimle doğrudan ilgisi olmadığı için ilgilenmediğimiz konular, mesela tarikatlar, Kürt sorunları, başörtü olayı ve hatta eğitimin durumu, gün geldi hepimizin başına çoraplar ördü. Çünkü aynı gemideyiz. Biz hepimiz etrafımızda olan bitenden sorumluyuz. Aksi durumda ağlamanın, homurdanmanın bir anlamı da gereği de yok.
Fatih projesi 2010'da Milli Eğitim Bakanlığı tarafından başlatılan çok doğru ve zamanlama açısından da güzel bir projeydi. Ama ne oldu?
Başarılamadı!
Fatih projesi, Evrensel Hizmet Fonu ile gerçekleştirilecek bir projeydi ve MEB ile fonu toplayan Ulaştırma Bakanlığı arasında bir protokol yapmışlardı[2].
Sonuç; okul network'leri operatörler (Türk Telekom ağırlıklı) tarafından bağlanmış, içinde altyapı da hazırlanmış ama uçlara takılacak bilgisayarlar (tablet) olmayan okullar var. Bir tek akıllı tahtalar büyük oranda tamamlanabildi[3].
Oysa tam doğru zamanmış. Başarılabilseydi, bugün çocuklarımız 5 yıldır online eğitime alışmış ve uzaktan eğitim takı takır çalışıyor olabilirdi. Büyük bir kısım çocuk eksik kalmazdı.
Yani ortada önemli bir sorun var. Korona devam ettikçe, ülkemizde gelir düzeyi dezavantajlı muhtemelen 10 milyon kadar çocuğun eğitimi bilgisayar, tablet ve/veya internet olmadığından eksik kalacak.
Oysa bu çocukların anayasal hakları mevcut. Yani 22. maddedeki "Haberleşme Özgürlüğü" ve 42. maddedeki "Eğitim Hakkı" var[4].
Üstelik buna dair bir fon da 2006’dan bu yana mevcut. "Evrensel Hizmet Fonu" olarak operatörlerden alınan para, "gelir düzeyi açısından dezavantajlı kesimlere haberleşme sağlamak" üzere toplanır. Örneğin, çok konuşulmadığı için az gelir getiren bir köye de haberleşme hakkı vermek gerekir. 5369 Sayılı Evrensel Hizmet Kanunu şöyle tanımlar [5];
"Evrensel hizmet: Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde coğrafi konumlarından bağımsız olarak herkes tarafından erişilebilir, önceden belirlenmiş kalitede ve herkesin karşılayabileceği makul bir bedel karşılığında asgari standartlarda sunulacak olan, internet erişimi de dahil elektronik haberleşme hizmetleri ile bu Evrensel Hizmet Kanunu kapsamında belirlenecek olan diğer hizmetlerdir."
Şimdi dezavantajlı gelir düzeyine sahip ailelerin çocukları internete yani haberleşmeye erişemiyor. Evrensel Hizmet Fonu'nda biriken 12 milyar TL (fonun ilk alındığı 2006'da dolar kuru 1,4 TL idi)[6]. Bu paranın yarıya yakını harcandı. Ama diğer yarısı ya da en azından bu sene alınan 1,5 milyar TL civarı para öğrencilere aktarılmalıdır.
Dolayısıyla hep birlikte bu konunun üzerine gitmeli ve "#FonlarDoğruYerdeKullanılsın" ve "#EvrenselHizmetFonunuÖğrencilereTahsisEtŞimdi" kampanyası açmalı ve bu konuda etkinlikler yapmalıyız.
Yoksa hepimiz "Seyirci Demokrasisi" içinde yaşıyoruz demektir.
"Seyirci Demokrasisi" de ne derseniz, buyurun.
Bugünlerde ilginç bir kitap okuyorum ama daha çok özümsemeye çalışıyorum. Adı "Psikopolitika" (kitabı ayrı bir yazıda anlatacağım çünkü içinde önemli saptamalar var ama önce hazmetmem lazım). Buradan iki paragrafı paylaşalım [7]:
"Tüketici olarak seçmen, bugün siyasete, toplumu şekillendirmekte etkin bir rol almaya gerçek bir ilgi göstermemektedir. Ortak siyasi eylem gerçekleştirmeye ne isteği, ne de yeteneği vardır. Siyasete sadece 'edilgen bir biçimde' homurdanarak, şikayet ederek tepki verir, tıpkı hoşa gitmeyen hizmet ya da mal sektörüne yaptığı gibi. Siyasetçiler ve partiler de bu tüketim mantığı uyarınca davranır. 'Sunmak' zorundadırlar. Böylelikle de tüketici olarak seçmeni tatmin etmesi gereken 'tedarikçiler' durumuna düşerler.
Günümüzde siyasetçilerden talep edilen şeffaflığın siyasi bir taleple ilgisi yoktur. Siyasi karar süreçlerinin şeffaflığı değildir talep edilen -tüketici bununla ilgilenmez zaten. Şeffaflık talebin her şeyden önce siyasetçileri ifşa etmek, maskelerini düşürmek, haklarında skandal yaratmak içindir. Bu talep, skandal seyircisi konumunu öngörür. Angaje olmuş bir yurttaşın değil, pasif bir seyircinin talebidir. Katılım şikayet ve yakınmadan ibarettir. Seyirci ve tüketicilerle dolu şeffaflık toplumu bir 'seyirci demokrasisi' oluşturur."
100 sayfalık ince kitabında "neoliberalizm" ve dolayısıyla araçları olan "sosyal medya", "gözetim toplumu" fikirlerini tartışan Yazar Byung-Chul Han, Türkiye'den bahsediyor sanmayın, kendisi Güney Koreli de olsa, yaşadığı ve akademisyenlik yaptığı ülke Almanya. Muhtemelen oradan ya da tüm gelişmiş ülkelerden bahsediyor.
Ne kadar haklı bilmiyorum ama benim de gördüğüm sosyal medyanın bir nevi yumuşatıcı görevi görüyor olması. Haber açısından hepimizi zenginleştirse, medyada göremeyeceğimiz bilgi ve yorumları aktarsa da aslında bir nevi amortisör gibi. İsimli ya da takma isimli olarak mesaj verildiğinde, verilmesi gereken bütün tepki bu kadarmış, bir şeyler başarılmış gibi herkes rahatlıyor. Hele bir de, bu tepki karşılığında bir hareket görülmüşse (mesela serbest bırakılan saldırgan tutuklanmış ise), olayın tamamı bile düşünülmüyor, o anki gelişme yeterli oluyor. Halbuki o saldırgan tutuklansa da, diğer saldırganlar kadınları dövmeye, öldürmeye devam ediyor. Yani bu bir gerçek gelişme değil.
Oysa, yaşadığımız toplumu şekillendirmek, toplumun her bireyinin görevi. Sadece siyasetçilerin değil. Eğer bir şekilde karar verme mekanizmaları bloke edilmiş ise, bunun çözümünü sadece muhalefet de yapamaz. Sosyal medyadan muhalefeti eleştirmek ya da desteklemek yetmez. Burada sivil toplumun önemi büyük.
Dünya başka bir safhada yürürken, neden yurttaşlık bilgisi diyorum? Çünkü belki 100 kişiden 2'sinin aklında kalır. O 2 kişi de dönüp herkese yeniden hatırlatır diye.
Biz ortaokulda yurttaşlık bilgisi öğrenen bir nesiliz ve hâlâ hatırlıyoruz. Bu veya başka bir ülkede yaşamak, sadece "vergi vermek" ve 3 - 5 yılda bir "oy vermek"le yükümlü olmak değildir.
Devlet, bir arada yaşayan insanların daha iyi yaşaması, sağlıklarının, güvenliklerinin, eğitimlerinin ortak bir fondan (vergi) karşılanması anlamına gelir. Yani devlet vatandaşların yaşaması için vardır. Vatandaşlar devlet için değildir. Ama karşılığında görevler vardır. Vergi ve oy vermek bunlardan yalnızca ikisidir. Yanısıra, çevrenizi korumak, toplumun (polis olmadan da) düzenini ve güvenliğini sağlamak. Dengesizliklerin, eşitsizliklerin olmadığı sürdürülebilir bir hayat oluşturmak lazım. Bu nedenle eski esnafımız "bugün yan komşum siftah etmedi, git ondan al" diyordu.
Sivil toplum konusunda çok zayıf olduğumuz belli. Gerek Abdülhamit döneminin istibdatı, gerekse darbelerin korkusu ile ülkemizde "Kanarya Severler" gibi dernekler dışında sivil toplum örgütü pek yoktu. Hele 80 darbesinin etkisiyle, sanırım 90’lara kadar da göremedik. Şimdilerde derneklerimiz var ama sivil toplumculuğumuz hâlâ emekleme döneminde gibi. Bu alanın henüz güçlü olduğu söylenemez. En önemli etken, iktidar baskısı. Örneğin haziran ayında bilişim STK’ları ile CHP ve İyi Parti’nin yöneticilerinin katıldığı iki ayrı toplantı oldu ve katılan dernekler bu toplantılarda isimlerinin anılmasını istemediler. Oysa talepleri vardı, hükümetin açıkladığı "İstikrar Fonu" desteklerinde bilişim ve telekomünikasyon sektörünü ıskalamıştı. Seslerini duyurmak peşindeydiler ama iktidarın bu talepleri muhalafete ilettiklerini duymasından ve "madem onlara söylediniz yapmıyoruz" demelerinden çekiniyorlardı.
Ama itaat edilince yapıyorlar mı? Hayır. Derneklerin baskı unsuru olmayı beceremedikleri ortamda, hükümet kendi ajandasını takip ediyor. Aldırmıyor. Yani elde var sıfır.
Günümüzde, asıl konuşması ve ait olduğu grubun dertlerini bağırması gereken derneklerin sessiz kaldığı, hiç konuşamadığı bir dönem yaşıyoruz. Geçenlerde bunu sürekli sosyal medyada gündeme getiren eski bir milletvekili ve bir bilişim STK başkanı ile az biraz tartıştık. İzlemek isteyenler için link burada.
[1] İnternetimiz Uçuyor mu, Kaçıyor mu?
[2] Milli Eğitim Bakanlığı ile Ulaştırma Bakanlığı, Fatih Projesi Protokolü İmzaladılar
[4] TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANAYASASI
[7] Psikopolitika