Türkiye'nin dörtte birinin oyunu almış ana muhalefet partisinin lideri Kemal Kılıçdaroğlu, SADAT'ın önünde açıklama yapıyor. Seçtiği kelimeler ilginç:
"Terörist yetiştiriyorlar, paramiliter yapılanma…"
CHP'nin yarısı kadar oy alan İyi Parti Genel Başkanı Meral Akşener destekliyor bu açıklamayı:
"Tokat ve Konya'daki kampların fotoğraflarını gördüm. Açıklamaları ciddiye almak gerekir."
Yargı kılını kıpırdatmıyor. Ne küçük bir araştırma ne küçük bir inceleme.
Organize suç örgütü lideri Sedat Peker'in açıklama yapabildiği dönemde nasıl davranmışsa öyle davranıyor.
Rüşvet iddialarıyla ilgili, toplumu sindirme ve korkutma planı ile ilgili, silah kaçakçılığı ile ilgili, suikastlerle ilgili tek bir soruşturma yok.
O da yetmiyor, CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, Ensar ve TÜRGEV gibi vakıflar üzerinden ABD'de kurulan vakfa düzenli olarak para akışının söz konusu olduğunu açıklıyor.
CHP liderinin topluma neyi göstermek istediği açık. Bir yandan, "Bunlar seçim yaptırmazlar" algısına ve oluşturulan korku iklimine karşı SADAT üzerinden kurulmuş olması muhtemel başka yapılanmalara, "farkındayız" mesajını veriyor, diğer yandan korku iklimini yaratmak isteyenlerin aslında daha tedirgin olduğunu aktarmak istiyor.
Bir ülkenin, anayasa ve yasalara göre yapılacak seçimine bir yıl kala bütün bu tartışmaların olağan olup olmadığını tartışması gerekenler ise CHP liderinin ortaya attığı iddiaların yerinde olup olmadığını tartışmakla meşgul.
Muhalefet, elinde fazla da bir imkan bulunmadan, devlete, halka, bu seçimin olağan koşullarda gerçekleştirilebilmesi için elinden geleni yaptığını göstermekle meşgul. Türkiye kadar hafızasız bir toplumda, seçimden önce bütün bu belgelerin konuşulmayacağı ortada. Algı ve mesaj yönetimi asıl olan.
Ancak iktidarın da boş durmadığı ortada.
Türkiye, dokuz yıl önce bugün, örneğine rastlanmayan sivil ve barışçıl protesto gösterilerine tanıklık ediyordu.
Elbette hiçbir gücün, Türkiye'nin tüm kentlerinde, büyük bölümü herhangi bir partiye, derneğe, yapıya bağı olmayan milyonlarca insanı sokağa dökemeyeceği ortada.
Ancak bütün sözlere kulağını tıkayan iktidar, sadece itiraz ettiği uygulamaları gündeme getirmek dışında bir amacı olmayan insanların ortalığı yakıp yıktıklarını söylemekle meşgul tam dokuz yıldır.
Bıraktıkları çöpleri toplayan, elindeki yemeği yanındaki ile bölüşen, kendisinden olmayanı anlamaya gayret eden, demokratik ve sivil bir toplum talebini yüksek sesle dile getiren, ballı ihalelere, ranta, kayırmaya itirazını gösteren insanlar iktidarın gözünde çapulcu ve terörist hâlâ.
Gezi davasında, sokağa çıkan milyonlarca insana da hakaret eder biçimde, aleyhinde hiçbir kanıt bulunamayan ve beş yıldır cezaevinde tutulan Anadolu Kültür Yönetim Kurulu Başkanı Osman Kavala eylemleri organize etmekle, 18 yıl hapse mahkûm edildikten sonra tutuklanan Mücella Yapıcı, Çiğdem Mater, Hakan Altınay, Mine Özerden, Can Atalay, Tayfun Kahraman, Yiğit Ali Ekmekçi, Kavala ve kurulan örgüte yardım etmekle suçlandılar.
Bu isimler üzerinden kamuoyuna, "sokağa çıkılmasının sonunun belli" olduğu mesajının verildiği ortada. Sivil topluma da "suyu bulandırmayın" mesajının verildiği açık.
Anayasa, ifade özgürlüğü ve protesto hakkı başta olmak üzere temel hakların kullanımı konusunda verilen mesaj net.
Gezi davasının, Avrupa Konseyi'nin Türkiye ile ilgili olarak yaptırım süreci başlatmasına, bu sürecin işliyor olmasına rağmen bu şekilde bitirilmesi, "2023 öncesi biz gerekeni yapalım, sonrasına bakarız" düşüncesinin iktidarda yerleştiğinin resmi.
Şimdi 2023 öncesi bitirilmek istenen, en az Gezi davası kadar garipliklerle dolu olan diğer davada sıra: Kobani davası.
Bu davada, toplumsal meşruiyeti sağlamanın görece daha kolay görünmesi nedeniyle, yargının işi de daha kolay gibi görünüyor.
HDP eski eşbaşkanı Selahattin Demirtaş ile Gezi davasının bir numaralı sanığı Kavala'nın durumları benzer. Her ikisi de AİHM kararına rağmen cezaevinde tutuldular, her ikisinin de cezaevinde tutulabilmeleri için aynı eylemler nedeniyle farklı suçlamalar getirilerek farklı dava ve soruşturmalar açıldı. Bu iki isim hakkında yapılanlar, tarihe geçecek, derslerde anlatılacak kadar mühim ve kapsamlı.
28'i tutuklu 108 kişi hakkında görülen Kobani davasında, mahkeme, bir süredir seri yargılamalar yapıyor. Bir sonraki duruşma maratonu önümüzdeki hafta.
Davaya bakan Ankara 22. Ağır Ceza Mahkemesi'nin önceki başkanı Bahtiyar Çolak, suç örgütü üyeliği iddiasıyla gözaltına alındıktan sonra adli kontrol şartı ile serbest bırakıldı.
Çolak herhangi bir isim değil.
İddianameyi kabul eden, ilk duruşmalara bakan, tahliye kararlarında oy kullanmaktan, duruşmada kimin ne kadar söz alabileceğine kadar uzanan kararları veren isim.
Normal koşullarda Çolak'ın yürüttüğü yargılama faaliyetlerinin kuşkulu bulunarak bu işlemlerin yenilenmesi gerekir değil mi?
Hayır, öyle olmuyor.
Duruşmalar, bu kadar sanığın söz hakkı, savunma hakkı yokmuş gibi büyük bir hızla görülüyor. Amaç, Kavala gibi bir an önce Demirtaş başta olmak üzere sanıkları "hükümlü" hale getirmek.
Mümkünse, 2023 seçiminden önce yerel mahkemelerin verdiği mahkûmiyet kararlarının istinaf mahkemesi ve Yargıtay tarafından da onanması.
Böylece bir yandan Avrupa Konseyi'ne, anlamsız bir biçimde, "onlar artık hükümlü, tutuklu değil" mesajı verilmek bir yandan da seçim öncesi hem STK'leri, hem HDP'yi saf dışı bırakmak isteniyor.
Bu davanın iddianamesinin, HDP aleyhinde açılan kapatma davasının iddianamesinin özünü oluşturduğunu da unutmamak lazım.
Olası bir mahkûmiyet kararı, kapatma davası açısından da önemli bir kanıt.
Gezi davası da Kobani davası da sıradan intikam davaları değil. Her davanın, 2023'le yakından ilgisi var. CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu'nun mahkûm edilmesi, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu hakkındaki dava, yasaklama kararları, tazminat davaları gibi…
İktidar karşıtı görünen insanlar dahil, büyük bir kalabalık uluslararası düzeyde tanınan ve sevilen Aynur Doğan başta olmak üzere birçok sanatçının konserinin yasaklanmasını şehvetle alkışlayadursun, takvim işliyor.
Konser iptalleri, şenlik iptalleri, yürüyüş iptalleri, her biri elbette mevcut sistemin yarattığı tablonun eseri ve bu yürüyüşün bir parçası.
Bütün bunlara ardı ardına çıkartılan, "düzenleme" adı altında yapılan yasal değişiklikler de ekleniyor.
Bu nedenle muhalefetin sözü ve ses çıkartması, görünür gerçekliği ortaya koyması, söylediğinin mutlak karşılığının bulunmasından da önemli.