Ankara'da, aylar önce bir dosya habere imza atan gazetecilerin kapısı akşam saatlerinde çalındı.
Gelenler, aynı yayın organında çalışan üç gazetecinin kapı numaralarına kadar biliyorlardı. Apartmana girmişler, doğrudan kapılarını çalmışlardı. Üç gazetecinin evlerine kalabalık gruplar eşzamanlı olarak baskın yapmışlardı.
Belli ki aldıkları görev fiziksel zarar vermek değildi, yoksa kolaylıkla yapabilirlerdi.
Korkuyla polisi arayan gazeteciler, ne yapacaklarını bilemiyorlardı.
Bir süre sonra gelen polisler ise çok iyi biliyorlardı.
Kalabalık gruplar değil gazeteciler gözaltına alındı, geceyi sorguda geçirdi.
JİTEM, Beyaz Toros hesaplarından gazetecilere siyasetçilere aralıksız tehdit mesajı atan, yeri yurdu belli insanlar hakkında bugüne kadar tek bir işlem yapılmadı.
Artık öylesine rahatlar ki "bize işlem yapacak savcı yok" diyerek mesaj atıyorlar gazetecilere.
Mafya grupları, dünyanın farklı köşelerinde çalışan gazetecilerin evlerine baskınlar yapıyor, Türkiye'de isimlerini haber ve yazılarında geçiren kim varsa tehdit ediyor.
Buna karşılık gözaltına alınanlar yine bütün faaliyetleri açık gazeteciler. Memleketin her yanından durmaksızın gazetecilerin gözaltına alındığı, darp edildikleri, haklarında dava açıldığı haberleri geliyor.
Son olarak Diyarbakır'da 21 gazetecinin gözaltına alınması ise bölgedeki gazetecilere yönelik farklı mesajlar içeriyor.
Baskı rejimine paralel olarak oluşturulan bir de sokak düzeni var.
Kavga eden insanların üzerinden, Cumhurbaşkanlığı forsu ile süslenmiş "fedai" kimlikleri çıkıyor, adına ocak, sancak, beylik koyan, mutlaka 15 Temmuz'da bir kahramanlık yaptığını iddia eden insanlar çakarlı lambalarla, silahlarla ortalıkta geziniyor.
"Yerlilik ve millilik" adı altında pastadan pay kapmaya çalışan bu kadar grup ve kişi olunca çatışma kaçınılmaz.
Herkesin yakın olduğu bir grup, bir güç odağı var.
Gruplar birbirleri hakkında raporlar hazırlıyor, birbirini ihbar ediyor, birbiri hakkında iddialarda bulunuyor
Ortak yanları ise şu ana kadar hiçbiri ile ilgili işlem yapılmamış olması.
Ancak belli ki herkes kutlu bir günü bekliyor. O güne kadar sabrediyor.
Kılıçdaroğlu'nun SADAT baskını olarak nitelendirilen açıklamasının altında bu büyük zemin yatıyor.
Memleketin hâli bu ama iktidara göre ülkeye zarar verenler demokrasi, hak, hukuk isteyen hainler!
Gezi davasının gerekçeli kararı, birilerinin hain ilan edilmesi için ne büyük emek ve zaman harcandığını ortaya koyuyor.
Anadolu Kültür Yönetim Kurulu Başkanı Osman Kavala'nın ağırlaştırılmış müebbet, yedi kişinin 18'er yıl hapisle cezalandırıldığı davanın uzun zamandır beklenen 610 sayfalık gerekçeli kararı, Türkiye özeti gibi.
610 sayfanın 570'inde, davanın bugüne kadar olan seyri, yapılan savunmalar, suçlamalar anlatılıyor.
2013'ten bu yana ortaya atılan suçlamalar artık komik bile sayılmaz.
Evde kalmanın eylem, poğaça almanın Gezi eylemlerini finanse etmek sayıldığı bir karardan söz ediyoruz.
Özgürlük, hak, doğa için yapılan eylemlerin, 28 Şubat tanklarından daha vahim bulunduğu bir bakış açısından.
Ama ne hikmetse, poğaçayı, iskemleyi, çekilmemiş belgeseli suç unsuru kabul eden mahkeme ve savcılık, yakılan bir cami, kirletilen bir ibadethane bulamamış.
Ne dokuz yıllık döneme ilişkin anlatımda ne de sözde suç unsurlarının sayıldığı bölümlerde yok tüm bunlar.
Ancak hukuksuzluk açık biçimde görülüyor.
Kavala'yı içeride tutabilmek için nasıl insan üstü bir çaba verildiği, AİHM kararını uygulamamak için nasıl yollar izlendiği bir bakışta görülüyor.
Ve aynı saatlerde, insan aklıyla alay eder Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, Türkiye'nin AİHM kararını uygulamadığını söylemenin haksızlık olduğunu söylüyor.
Gezi'nin gerekçeli kararının çıktığı saatlerde, aralarında HDP eski eş başkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ'ın da sanıkları arasında olduğu Kobani davasının duruşmaları yapılıyordu.
Tıpkı Gezi gibi Kobani davasının da bir an önce bitirilmesi ve özellikle Demirtaş'ın hükümlü hâle getirilmesi temel amaç. Artık sır değil.
Ancak zaten yargılama konusu yapılmış konuları tekrar tekrar yeni bir suç varmış gibi ele almak, yargılıyor görüntüsü vermek de kolay değil.
Duruşmada, M.Ö. adlı polis müşteki sıfatıyla ifade veriyor. Kobani eylemleri sırasında yaralandığını iddia eden polis, şikayetini tekrar ediyor.
Ancak sorulara da şu yanıtları veriyor:
- İlk ifadenizde de olayın azmettiricilerinden şikayetçi olmadığınızı beyan etmişsiniz. Buradaki sanıkları olay yerinde gördünüz mü?
"Kimseyi görmedim. Yine de polis memuru olarak medyadan takip ediyoruz. İnsanları sokağa kimin döktüğünü biliyorum. Bu nedenle siyasetçilerden şikayetçiyim."
- Politik tutumunuzdan dolayı mı böyle ifade veriyorsunuz?
"Medyada gördüğüm kadarıyla neyin ne olduğunu biliyorum."
- "Selahattin Demirtaş'ın 'sokağa çağrı' diye ifade ettiğiniz cümlelerini hatırlıyor musunuz?
"Hatırlamıyorum."
Elbette bu polis memuru ile sınırlı değil. Hangi konuda ifade verilmesinin istenildiğini heyete soran itirafçı, hiç olmayan itirafçı, hiç olmayan sosyal medya hesaplarından yapılan çağrılar söz konusu bu yargılamada.
Bitirilmek istenilen davalar, ekonomiye kötüye gittikçe güçlendirilen ve beslenen sokak, Sedat Peker'i susturmak için alınan özel önlemlerden, tehdit edilen gazeteciler için hiçbir önlem alınmamasına kadar uzanan bir vehamet. Çıkartılan antidemokratik yasalar.
Yaşananlara zemin oluşturan ve asıl ses çıkartması gerektiği yerde üç maymunu oynayan bir yargı.
Bütün bu birbirine bağlı iplerin elbette bir nedeni var.
Bütün bunların mağduru olanların dayanışma ve örgütlülükle, sabırla ve dirençle ipleri çözebilmeye gayret etmesi dışında ise bir yol yok.