Bugün, 18 Aralık 2014 tarihinde, MIT’den Prof. Daron Acemoğlu ile beraber “Hukuk ve İktisat İlişkisi: Özgürlüğün Toplumsal Refah Boyutu” konferansında konuşma yaptık. Yüksek nitelikli ve yoğun katılım bizi mutlu etti. İçerikli tartışmalar bize heyecan verdi. Konferansta vurguladığım temel tezlerimi, ilgili alt başlıklara da ayırarak, aşağıda daha derinlikli olarak ortaya koyuyorum. Elbette tüm görüş ve düşüncelerimin, tüm tezlerim ve teorilerimle beraber, akademik sıfatımla, herhangi bir müvekkilimle ilişkilendirilmeksizin, iletilmekte olduğunu bir defa daha vurgulamak isterim.
Bütün hakların temelinde ifade özgürlüğü vardır. Zira, talep edilerek sahip çıkılamayan hak aslında mevcut değildir. Bu sahip çıkma eylemi, ifade özgürlüğü ne kadar genişse o kadar etkili ve randımanlıdır. Yani, elinden bir hak alındığında yahut bir hakkı edinmek istediğinde bunu ifade edemeyen, ifade etme girişimi sebebiyle baskılanabilen herhangi bir toplumda bireysel özgürlükleri korumaya imkan yoktur.
Diğer haklardaki durumun ne olduğu da, ifade özgürlüğü yönünden adım atılmasının "doğru zamanı" diye bir şey olup olmadığı tartışmasıyla beraber, ifade özgürlüğünün toplumsal refah açığa çıkartıcı etkisiyle ilgisizdir. Örneğin, hemen her iktisatçı şu cümleyi kolayca bir ilk önerme olarak kabul edebilir: Mevzuatın lafzı yetersiz de olsa o mevzuatı iyi uygulayacak bir bağımsız yargının mevcut olması ekonomik büyüme için önemli bir ön şarttır. Bu cümleyi rahat kabullenen, ifade özgürlüğünün de her an ve her şart altında toplumsal refah yolculuğu için ilk temel adım olduğunu görebilmelidir. Zira bir hakkın talep edilebilmesi konusunun mahkemelerden de önce günlük hayattaki güvencesi, yukarıda da açıklandığı üzere, ifade özgürlüğüdür. Diğer haklardaki durum ve ihtiyaçlar ne olursa olsun, refah hedeflenerek şekillendirilen bir hukuk politikasında ilk adım noktası ifade özgürlüğüdür.
Bir başka perspektiften de aynı sonuca varılabilir. Sökülüp alınmamış, öylece verilmiş, hak bir işe yaramamaktadır. İşlevsel olmayan hak yok olur. O hakka talep yokken hak verilmişse, hak mevcut kalamaz. Kullanılmayan, istenmeyen, önemsenmeyen hak, ölür. Zira, Sigmund Freud’a hak vererek ifade etmek lazımdır ki, “Çoğunluk özgürlükten usulca kaçınır. Özgürlük sorumluluktur. Çoğunluk sorumluluktan korkar." Sahip çıkılmayan hak ve özgürlük bu terk edilmişlik içinde ölür. Bunu biz Türkiye halkı olarak iyi biliyoruz. Bunun doğal uzantısı, "talep edilemiyor" olduğunda da, bir hakkın mevcut olamadığıdır. Bunun tek istisnası, talep edilebilirliğin ta kendisini himaye eden çekirdek kavram olan ifade özgürlüğüdür. Bu çekirdek özgürlük, talep edilmeksizin verilmiş olsa dahi, kitleler tarafından geniş olarak başvurulmasa dahi, sıradanın dışında fikirleri ortaya atan fikir liderlerinin ve rahatsız edici kavramlarla ele aldıkları konuların üzerine yürüyen bireylerin yahut hak ihlallerine artık tahammülü kalmamış azınlıkların o anda korunmasına ve teşvik edilmelerine el verdiği ölçüde, işlevini sürdürür. Geniş tabanlı sahiplenilmeye muhtaç değildir. İnsanın "benim hakkımın asgari sınırı bu olmalı" dediği noktada bunu belli etme imkânını koruyan ifade özgürlüğü, bu işleviyle hakların genişletilmesi yolculuğundaki asgari haklar çekirdeğinin o toplumdaki durumu ne ise onun tespit edilip korunmasını sağlayarak da ilk genişleme adımı noktasının temel taşını himaye eder. İfade özgürlüğü çekirdeğinde de bozulma olduğu için o temel taşın dahi içe çökebildiği düzenlerde, bilinçli hukuk politikası tercihleriyle toplumsal refahın amaçlanması düşüncelerinden değil, olay sonrası gözlem yapılacak sosyal patlama noktalarından bahsedilebilecektir. Bu, hukukun iktisada destek verdiği nokta değil, hukukun gerçeklikten de, iktisattan da halktan da koparak işlevini yitirdiği noktadır ve bize, hukuk politikası adımlarındaki doğru ana tercihler bakımından, yol göstermez. Dolayısıyla, hakkında hukuk politikası tartışması yapmaya değecek ve hukuk ile iktisat arasında ilişki beklenecek herhangi bir hukuk düzeni için ilk şart ifade özgürlüğüdür.
Şu halde, toplumsal refahı ençoklaştırmak üzere hakların alanını genişletmenin ilk zorunlu adımı, ifade özgürlüğünü bilinçli bir hukuk politikası tercihiyle koruyup geliştirmektir.
Üstelik, sürdürülebilir ekonomik büyümenin ana unsuru olan inovasyonun can suyunu, yani yenilikçi düşünceyi, destekleyen temel hukuki enstrüman da yine ifade özgürlüğüdür. Zira, dar bir ekonomik pozitivizm yerine ekonomik dinamiklere bütüncül bakıldığında, serbest pazar ekonomisinin düşünceler ve fikirler pazarıyla etkileşimi görülebilmelidir. Düşünceler ve fikirler pazarı serbestleştirildikçe, aralarında yenilikçi düşüncenin de bulunduğu fikirler evreni genişleyecek ve kuvvetlenecektir. Genişleyecektir, zira, serbest piyasanın "ençoklaştırıcı (maksimizasyon odaklı)" eğilimleri düşünceler ve fikirler pazarı yönünden de tıpkı işlemektedir. Kuvvetlenecektir, zira, bir düşüncenin kendisini düşünceler serbest pazarı ortamındaki rekabette kabul ettirebilmek üzere o pazarda gerçeklik statüsüne erişmek için çabalaması kadar yenilikçi düşünceyi besleyen pek az dinamik vardır. Kaldı ki, rekabetçi bir fikirler pazarının dahi, özellikle de yenilikçi düşünceler bakımından, eğer pazardakilerin bu fikirlerin kalitesine dair bilgi eşitsizlikleri yahut bu fikirlerin negatif dışsallıkları varsa, aksaması olasıdır. Bu durumu giderecek ve serbest pazar dinamikleriyle düzenleyecek olan da yine ifade özgürlüğüdür. Zira, ifade özgürlüğü kavramların birbirine karıştığı, düşüncelerin ve fikirlerin kalitesine dair karmaşa yaşandığı noktalarda “gerçek”i ençoklaştırmanın tek imkanıdır. Bu, bugünün dünyasındaki peçeli görünümler ve ele gelmez kaygan zeminler bakımından, artık daha da ciddi bir durumdur. Berlin Duvarı yıkılışının 25. yılında duvarlar artık fiziksel değildir. Irkçı, kukuleta takmaz. Bağnazla özgürlükçü karışır. Mağdur hasımsızdır. Bu sebeple, etiketlerden kaçınıp fikirler serbest pazarında çarpıştırarak içerikli düşünce üretmek suretiyle peçeleri kaldırmak lazımdır. Bunu da ifade özgürlüğü sağlar. Yenilikçi düşünce ancak o karmaşadan uzakta sağlıklı yeşerebilir.
İfade özgürlüğünün bir halkı yenilikçi düşünceye yürütebilmesi için o andaki mevcut fikir seviyesinin yüksek olup olmadığı konusu da özel bir öneme sahip değildir. Oysa, bir toplumdaki mevcut düşünce seviyesinin durumu, ifade özgürlüğüyle desteklenmemiş basit temsili demokrasi gereçlerinden randıman alınmasına engel olabilir. Nitekim, ifade özgürlüğü eksik bir halkın köhnemişliğindeki basit temsili demokrasi gereçlerinin refaha dönük sonuçlarının daha tartışılabilir olacağını tespit etmek lazımdır. Sir Winston Churchill’e göre, “demokrasiye karşı ana argüman, ortalama oy verenle beş dakika sohbettir.” Ama, kanımca, o sohbetler yeterince yaşandığında, yaşanabiliyorsa, yani ifade özgürlüğü varsa, demokrasinin gerçek potansiyeli zamanla yine de ortaya çıkmaya başlar. Zira, mevcut düşünce seviyesinin ne olduğu ifade özgürlüğünden randıman alınmasına engel değildir. Bu tespitin önemi, hangi zaman anında tanınırsa tanınsın, ifade özgürlüğünün, fikri inşaat faaliyetine o anda bulunulan fikir seviyesi üzerinden imkân tanıdığıdır. Harvard Hukuk Fakültesi hocası ve ABD Yüksek Mahkemesi Yargıcı Oliver Wendell Holmes'un bir zamanlar dediği gibi, "bir defa yeni bir fikrin girişiyle genleşen zihin artık bir daha asla eski boyutlarına dönemez". Dolayısıyla, ifade özgürlüğü tanındıkça, fikirler de o fikirler için yeni fikirler her ne ise bunlarla inşa edilebilir olacaktır.
Ayrıca, ifade özgürlüğünün inovasyona verdiği destek bakımından da o anda o toplumdaki teknolojik seviyenin ve gerçek içerikli inovasyon düzeyinin yüksek olup olmadığının önemi yoktur.
Örneğin, global anlamda teknolojik ilerleme Türkiye'de şu aşamada muhtemel değil ise de, global anlamda yaratıcı yıkım süreci ve inovasyon yepyeni ürünle içerikli teknolojik ilerleme iken, Türkiye'de bu kavram globalde mevcut teknolojik sınırlara doğru yanaşabilmektir. İfade özgürlüğü bu iklim ve ortamda da tam işlevseldir. İnovasyonu bu anlamıyla da destekler. Zira, ifade özgürlüğü o global teknolojik sınıra doğru ülkesel bazda ve girişimci bazında yapılan hamlelerden edinilecek hasadı engelleyen aksaklıklarla mücadele imkanı sunarak o toplumun kendi düzlemindeki yaratıcı yıkım süreçlerine destek verir.
Hukukun ta kendisinin dışlayıcılıktan uzakta, halkın sahiplenişiyle, şekillendiriliyor olması toplumun gerçek ekonomik büyüme potansiyelini kucaklayabilmesi için ilk ön koşuldur. Bir üst yapı kurumu olan hukukun bir alt yapı kurumu olan iktisadı olumlu etkileyip desteklemesi de ancak bu şekilde mümkündür. Bunun zorunlu unsuru olan ifade özgürlüğü, bu şekillendirme esnasında dinamik etkinliği artırıcı ve yaratıcı yıkım süreçlerini destekleyici biçimde yenilikçi düşünceyi zaten ençoklaştırır. Ayrıca, bir başka boyutta da hukuku yenilikçi düşünceye hizmetkâr kılar: İfade özgürlüğü, zamanla halkın kendisinin talebiyle halkın refahına dayalı hukuk politikası tercihlerinin hukuk yapımına etkili penetrasyonunu sağlayacağı için de zaten doğrudan ülkedeki hukukun hedef ve amaç perspektifinde dinamik etkinliğin özellikle önemsenir hale gelmesine hizmet edebilecektir. Bütün bunların ilk ve ana bilinçli adımı, ifade özgürlüğünün genişletilmesi ve korunması için bilinçli hukuk politikası ve kamu politikası üretilmesidir.
Zira, ifade özgürlüğü, bilgiye erişim sağlayarak, bilgi asimetrilerini ortadan kaldırarak, yenilikçi düşünce mahsullerinin hasadını yapma imkanını ortadan kaldıran sistem aksaklıklarıyla mücadele olanağı ve gücü vererek, eldeki hakların kullanılarak korunup genişletilmesine imkan tanıyarak ve demokrasiyi sandıkta yaşanan anlık statik bir durum olmaktan çıkartıp toplumsal refahla ilişkisini daha randımanlı tetikleyebildiği günlük ve süreçsel düzleme yayarak da hukukun iktisadı olumlu etkilemesini sağlar. Bu suretle ifade özgürlüğü toplumsal taleplerin hukukun şekillendirilmesi süreçleriyle etkili iletişimini sağlayarak hukuka halka ait olma şansı verirken aynı zamanda yaratıcı yıkım sürecinin hammaddesi olan yaratıcı düşünceyi destekler.
Hep inovasyon penceresinden baktığımı ve büyümenin başka bacakları da olduğunu düşünenler olabilir. Oysa bu yönlerden de durum farksızdır. Büyümenin üç ana unsuru yatırım, ticaret ve istihdam ise, bunlar için "güven" lazımdır. Bu sebeple, maliye politikalarında ne kadar akıllı hamleler yaparsanız yapın, merkez bankası ne kadar stimüle edici para politikaları takip ederse etsin, “güven” olmadan sürdürülebilir büyüme sağlanamaz. Güven ise, iki yaşında çocuğa nasıl sağlanıyorsa öyle sağlanır: Şeffaflıkla. Nitekim, sivil toplumun siyasette egemenlik kurması suretiyle yönetimi tamamen şeffaflaştırmanın yolu ifade özgürlüğünü genişletmektir. Bunun tersi durumda, ifade özgürlüğünü daraltan, toplumundan sessizce kopar. Onun sesini duyamaz olur. Sesini duyamadıkça, burada açıkladığımız bağlantılar tersine dönmeye başlar. Hukuk halktan kopar. Halk hukuku sahiplenmez. Özgürlüğünü kollayamaz. Duraklamaya ve potansiyelini yitirmeye başlar. Zira, hep potansiyelli kalınamaz. Düşünce üretip yenileneceğine zaman kaybeden, sıradanlaşır. Duraklamak budur. Yüksek potansiyelli bir halk için risk, zaman kaybetmektir. Potansiyelini kullanamayan, zamanla, duraklamayı yani sıradanlaşmayı içselleştirir. Potansiyelinin bir zamanlar ne olmuş olduğunu dahi unutur. Bunun da panzehiri, yine, bu yazıda tartıştığım bağlantılar sebebiyle, ifade özgürlüğünün genişletilmesidir.
İnovasyon kavramına çok vurgu yaptığım eleştirisine benzer bir eleştiri de “ifade özgürlüğü” kavramının ta kendisine büyüme ve zenginlik ekseninde fazla vurgu yaptığım, çok derin biçimde çalıştığım bir hukuk alanı bu olduğu için elimdeki çekice bakıp herşeyi çivi zannettiğim yönünde getirilebilir. Öte yandan, tüm özgürlüklerin ana hammaddesini ifade özgürlüğünün sağladığı hususunu ortaya koyabildiysem, bağlantılarımın geri kalanlarında Amartya Sen’den ve 18 Aralık 2014’te bu konuda beraber konuşmacı olmaktan büyük keyif aldığım Daron Acemoğlu’ndan da destek görmekteyim. Nobel ödüllü Hintli ekonomist Amartya Sen özgürlükle zenginlik arası ilişkiyi somutlamaktadır. İnsanlığın korkunç kıtlıklarından hiçbiri işlevsel bir demokrasinin, sağlıklı muhalefetin ve özgür basının olduğu halkları vurmamıştır. Örnekler, 1930'lardaki Sovyetler Birliği, 1950'lerdeki Çin, 1970'lerdeki Kamboçya, 2000'lerdeki Kuzey Kore, Etiyopya ve Somali'deki militer diktatörlükler ve özgürlük öncesi kolonyel aranjmanlarıyla İrlanda ve Hindistan'dır. Üstelik, sadece zengin ülkeler kıtlığı önlüyor olmakla kalmamakta, fakir ama açık ve demokratik olan toplumlar da hiç kıtlıkla karşılaşmamaktadır. Prof. Daron Acemoğlu da "Ulusların Düşüşü (Why Nations Fail)" kitabında demokratikleşme ile kalkınma arasındaki ilişkiye yine kaçınılmaz bir açıklıkla ve çok ikna edici zengin değerlendirmelerle işaret etmektedir.
Belki bir diğer eleştiri alanı da kapitalist sistem verileri içerisinde kalarak, yani kapitalist sistemi veri kabul ederek, çözüm üretmeye gayret ettiğim için ifade hürriyetine haddinden fazla anlam yüklediğim, aslında başka modellerin de mümkün olduğu, örneğin bugünün Çin Halk Cumhuriyeti’nin bu modeli bulmuş olduğu, olabilir. Kapitalist sistemi savunma kastım olmaksızın ama onun da iyisi ve kötüsü olduğunu akılda tutarak, ifade özgürlüğü daralmış kapitalist sistemlerin de en etkili sömürüye el vereceği düşüncemle, Çin Halk Cumhuriyeti örneğinin açıkladığım hususlara ciddi bir sarsıntı getirmediğini ifade etmek isterim. Kanımca, bugünün Çin Halk Cumhuriyeti'nin kaydettiği büyüme rakamları da bu değerlendirme ve teorilerime istisna teşkil etmemektedir. 2235 yıldır devlet olarak varlığını sürdüren Çin'in son 30 yılda özgürleştiğine ve özgürleşmeye de devam ettiğine şüphe olmadığı gibi, "her halkın kendi potansiyeline göre sürdürülebilir büyümeyi ençoklaştırması" için ifade özgürlüğünün temel kavram olup olmadığını anlık fotoğraflarla test etmeye kalkışmak iyi bir fikir değildir. Yarı kölelik düzeninde maliyetleri asgaride tutarak üretim ve ihracat çılgınlığıyla edinilen kaynakların şehirleşmeye ve inşaata dayalı büyümeye doğru seferber edilmesi ile elde edilmiş büyüme performansının burada anlattıklarımıza istisna bir model getirmesi söz konusu değildir. Nitekim, Türkiye de bir başka boyutta aynı şeyi yapmış fakat üretip ihraç ederek finanse etmek yerine borçlanarak finanse etmiştir. Türkiye yönünden bu yolculuğun sonu daha çabuk gelmekte, orta gelir tuzağı her an daha gerçek hal almakta ve "sürdürülebilir" kelimesi her geçen gün daha çok anlam kazanmakta olduğu için büyümeyi destekleyici hukuk politikası tercihleri daha erken gündeme gelir iken, Çin yönünden bu yolculuk bu haliyle şimdilik sürebilmektedir.
Şu halde, özgürlükler çok ve çeşitli olsa da her özgürlüğün ana çekirdeğindeki kullanılabilme ve korunabilme ihtiyacı yönünden ortak zorunlu payda ifade özgürlüğü olduğu için, büyüme, kalkınma ve refah yolculuğunu tüm potansiyelinin gereğiyle yürütecek bir halkın ilk hareket noktası ifade özgürlüğü olmak zorundadır.
Eğer ifade özgürlüğünün genişletilmesi ve korunması için bilinçli hukuk politikası ve kamu politikası adımları atılmazsa, özellikle de iktidar kim olursa olsun halktan kopuklaşma alışkanlığı ve eğilimi olan herhangi bir devletçe yürütülen toplumsal düzenlerde, halkın kendi kaynaklarına ve kendi potansiyeline uygun sürdürülebilir büyümeyi sağlama yolculuğunu desteklemek için hukuk eliyle yapılabilecek hiçbir şey yoktur. İfade özgürlüğünde geri gidilmekte olan herhangi bir hukuk düzeninde, diğer haklar ile ilgili olarak ne yönde gelişmeler yaşanıyor olursa olsun, o toplumun kendi gerçek potansiyeliyle sürdürülebilir büyüme sağlaması yönünde hukukun iktisada verebileceği bir destek mevcut değildir.
Kaldı ki, ifade hürriyeti yönünden eksik statüde kalındıkça, hukukun iktisada refahın ençoklaştırılması ekseninde destek verebilmesi şöyle dursun, iktisadi süreçler hukukun ne olduğu ve nasıl yaşandığı hususunda zaten tayin edici önemde olduğu için, özgürlüklerin nasıl ve ne ölçüde yapılandırıldığı hususunda daraltıcı zemin değişikliği yaşanması ihtimali kuvvetlenir. İktisadi bir kriz yaşanmadıkça, bu eksik ifade özgürlüğü ortamında hukuk azınlık menfaatine hizmet edebilecek her şekle girebilmeye başlar. Halktan kopan bu hukuk mevcut durumdan istifade eden azınlıklara hizmet ederken iktisat politikaları hukukun bu şekillenmelerini halk için yutulur kılabilir. Nitekim, Arap Baharı esnasında Suudi Arabistan'da sosyal harcamanın zirve yapmış olması da bu politikanın sonuç vermiş olması da şaşırtıcı değildir. Hak talep edebilecek konumda olanlar o hakkı talep etme konusunda tutkulu olmamaya iktisadi hamlelerle ikna edilebilirler. Bu da ifade özgürlüğü eksik olan statüde uzun süreyle kalındıkça diğer hak ve özgürlüklerin erozyona uğrama ihtimalinin yükseldiğini gösterir. Yani, ifade özgürlüğünün bilinçli hukuk politikası ve kamu politikası ile desteklendiği samimi adımlar atılmadığı sürece, hukuk ve iktisat ilişkisi karşılıklı daraltıcı bir döngüsel ilişkiye dönüşür.
Bu daralan döngünün bir yerinde ekonomik kriz yaşanıp da döngü kırılabilir ama toplumun baştan bilinçli ifade özgürlüğü politikası tercihleriyle bireysel özgürlükler merkezli bir hukuk sistemi temelinde zenginleşmek yerine bu döngüselliklerle ilerleme kaydetmesini beklemek güçtür. Kaldı ki, o kırılma anına ifade özgürlüğü eksik girmek de kırılmayı en randımanlı ve düzeltici biçimde içselleştirip bundan ders çıkartarak hukuki zeminde gerekli düzeltmeyi yapmayı güçleştirir. Zira bir ekonomik kriz o anda statüko ne ise onu tasfiye etmeye muktedir olmakla birlikte, özellikle de bürokratik devlet tahakkümünün her daim mevcut olduğu Türkiye örneğinde defalarca gördüğümüz üzere, yeni kurulan seçilmiş yapıların da dışlayıcı olmasının yahut bir dönem kapsayıcı ilerleyip sonra dışlayıcılık pınarından kana kana içmelerinin önünde hiçbir engel yoktur. Elbette öyle bir "anlık kırılma noktası"nda ifade özgürlüğü de yeni düzenin eskisinin sakatlıklarıyla malul olmamasını sağlayamayabilir ama en azından söze konu krizin öğretilerinin olabildiğince gerçeğe yakın ve faydalı edinilmesini sağlayarak yeni yapının öncekinden ileride olmasını sağlayabilir.
Bir halkın aslında hep aynı dışlayıcılık döngüsünü seyredip değişen global konjonktür ve global düzlemde ilerleyen teknoloji sebebiyle ülkede kaçınılmaz olarak gerçekleşen asgari değişikliklerle avunmak yerine krizlerden birini kendi zenginliğinin sürücü koltuğuna oturma vesilesi olarak görebilmesi yönünden ifade özgürlüğü o anda da işlevseldir.
Öte yandan, belli dönemsel yahut yapılandırılmış demokratik gelenekleri olan ama günlük olarak ve bireysel bazda demokrasiyi coşkun yaşayamayan herhangi bir toplumun gerçek anlamıyla ve bilinçli politikalarla ifade özgürlüğüne kavuşturularak bireysel özgürlük merkezli bir hukuk sistemi çerçevesinde artık gerçek zenginlik ve büyüme potansiyeline yürümesi düşüncesi ile kıyaslandığında, salt ekonomik krizlerin öğretilerine sahip çıkarak ileri adım atılabilmesi çok etkinsiz bir öğrenme ve refah inşa etme yöntemidir.
Son olarak, toplumsal refahı “mutluluk”la da bağdaştırarak değerlendirmelerini yürüten okuyucunun bu yazıda sadece ekonomik büyümeden bahsedildiği ve gelir dağılımındaki adalet hususuna hiç değinilmediği hususundaki olası bir eleştirisinden evvel, o konuya da değinmekte fayda vardır. İlk söylenmesi gereken, ekonomik büyümenin kendi içinde çok önemli bir hedef olduğu ve gelir dağılımındaki adalet arayışının büyümenin arzulanması ile ilgili bir “ama” teşkil etmemesi gerektiğidir. Öte yandan, belli bir halk için adalet duygusuz refahın halkın mutluluğuna dönmemesi durumu söz konusu ise, ifade özgürlüğü, halk tarafından sahiplenilmiş hukuk politikasının adaletsizlik derinleştirici büyümede kamu menfaati bulmamasını ve büyümenin tabana da yayılması tedbirlerinin alınabilmesini sağlar.
Büyümenin gelir dağılımını bozucu olup olmadığı meselesine gözünü kapatma lüksü bulmuş olmadığına inanan, şimdinin yoksulunun geçmiştekinden gönençli olmasıyla avunmamayı seçen ve kendi zaman anı için sosyal adalet kovalayan herhangi bir toplumda, büyümede adalet arayışı ancak ifade özgürlüğüyle kamçılanabilecektir. İfade özgürlüğü, o toplumun yapısına, tarihsel evrimine, kültürüne ve yapısal özelliklerine göre, her zaman büyümede adalet arayışını tetiklemez. Öte yandan, büyümede adalet arayışını önemsemeyi seçen herhangi bir toplumda, bu arayış ifade özgürlüğü olmadan çağırılamaz. Kaldı ki, sadece gelir dağılımındaki adaletsizliklerin toplumsal eğilimler o anda öyle ise mücadeleye konu edilebilmesinde değil, gelir dağılımındaki adaletsizliğin kuşaklar arasında kurumsallaşması hususuyla mücadelede de ifade özgürlüğünün ciddi yeri vardır. Her mevki 30-40 yılda bir kuşak değiştirdiği ve pasta bölüşen bireyler insan bazında 30-40 yılda bir yenilendikleri halde 2500 yıldır dünya düzeni buysa, zehir her yetişkin kuşağında, ilaç, bir genç kuşağında olmalıdır. Öte yandan, zehir kültür içinde doğallıkla aktığı zaman, o zehirden özgürlüğünü ilan etmek isteyen bir yeni kuşağın birbirine sıkı kenetlenerek yeni bir dinamik ortaya çıkartabilmesi gerekir. İfade özgürlüğü, o bir genç kuşağın kenetlenmesini ve bir dinamik ortaya çıkartmasını kolaylaştıracak unsurdur. İfade özgürlüğü baskılandığı müddetçe, düzeni devam ettiren yetişkin kuşağı, ilaç arama hevesi olan genç kuşağı yaşlandırır. Bu da gelir dağılımındaki adaletsizliklerle ilgili mücadele gücünü kırar.
Sonuç
Dolayısıyla, hukuk politikasında bilinçli tercihlerle ifade özgürlüğünün desteklenmesi ve genişletilmesi, hem toplumun kendi potansiyelinin en üst seviyesinde sürdürülebilir olarak ekonomik büyümeyi sağlayabilme imkanı bulmasının ilk ve en randımanlı zorunlu adımıdır hem de eğer o toplumda bu umursanıyorsa büyüme esnasında gelir dağılımında adaletsizlik ortaya çıkması durumuyla da, sistemi şeffaflaştırarak, fırsat eşitliğine iterek ve denk zeminde içerik rekabetine yönelterek, mücadele etme imkanı tanır.