2002 seçimlerinden bu yana ekonomi ilk kez bir seçim sürecinde bu kadar rol oynuyor. Ekonomide uzun bir süredir devam eden bozulmanın iyice hızlanması ve geniş kitleler tarafından hissedilmeye başlanması ekonomik konuları seçim kampanyalarının merkezine yerleştirdi.
Türkiye ekonomisi 2017 yılında yüzde 7.4 büyüdü, bu OECD grubunda İrlanda’dan sonra en yüksek büyüme oranı. Bu performansın, sürdürülebilmesi mümkün olmayan teşvik politikalarıyla gerçekleştirildiğini göz ardı etsek bile, ekonomi bu hızla büyürken neredeyse tüm diğer göstergelerin olumsuz olması bile önemli bir tehlike sinyaliydi. Örneğin 2017 sonu itibariyle enflasyon yaklaşık yüzde 12, işsizlik yüzde 11 (15-24 yaş arası gençlerde yüzde 20’nin üzerinde) ve artık kronikleşen cari açık milli gelirin yüzde 5.5’i olarak gerçekleşti. Aynı zamanda TL dolar karşısında yılbaşından bu yana yüzde 25 değer kaybetti. Kurdaki bu artışın 2018 enflasyonunu daha da tetikleyeceği ve kontrol altına alınmasını zorlaştıracağı açık. Seçim nedeniyle ertelenen vergi ve zam artışları da üzerine tuz biber olacak.
Peki biz 2000’lerde ekonomik performansıyla örnek ülke gösterilen konumdan buraya nasıl geldik?
2001 krizi sonrası birbiri ardına gerçekleştirilen reformlar ekonomide yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Birinci kuşak olarak tanımlanan ve güçlü makroekonomik altyapı oluşturmaya yönelik bu reformlar mali sürdürülebilirliği tesis etmeyi ve hem güçlü para politikası, hem de sağlıklı bir finansal sektör için gerekli kurumsal çerçeveyi oluşturmayı hedef aldı. Bu hedeflere ulaşmak için de merkez bankası bağımsız hale getirildi, finansal sektörü denetleme ve düzenleme mekanizmaları oluşturuldu.
Bu reformlar beklenenin de ötesinde bir getiri sağladı; 2001’de yaklaşık yüzde 70 civarında olan enflasyon 2002 sonu itibariyle yüzde 30’a, 2004 yılı itibariyle de yüzde 9’a indi. Aynı dönemde ekonomi 2008 yılına kadar güçlü verimlilik artışları eşliğinde büyümeye devam etti.
Türkiye 2008 küresel finansal krizi patlak verdiğinde 2001’de başlattığı özellikle finansal sektör reformları sayesinde diğer yükselen ekonomiler gibi hazırlıklıydı ve krizi göreceli az hasarla atlattı. Buna bir de krizin şiddetli hissedildiği ABD ve İngiltere gibi ülkelerin radikal para politikaları - hem sıfıra yakın faiz hem de parasal genişleme - sonucu piyasalarda oluşan likidite fazlası eklenince Türkiye gibi yükselen ekonomilere gün doğdu.
Aslında bu dönem ekonomide dinamikler değişmeye başlamış, büyüme gözle görülür şekilde ivme kaybetmiş, verimlilik artışları neredeyse sıfıra inmiş ve enflasyon çift haneli rakamlara doğru tırmanmaya başlamıştı.
Daha da önemlisi 2001 sonrası inşa edilen ekonomik yapı bozulmaya başlıyor ve bağımsız kurumlar gözle görülür şekilde zemin kaybediyorlardı. Bunların içinde en keskin dönüş merkez bankası bağımsızlığı ve güvenilirliğinde yaşandı ve faiz artış konusu Türkiye ekonomisinin yumuşak karnı haline geldi.
Siyasi otorite düzenli olarak merkez bankasının faiz kararlarıyla ters düşmeye başladı ve ekonomik dengelerle hiç uyuşmayan faiz düşürme temennileri her seslendirildiğinde piyasa faizleri yukarı doğru harekete geçti.
Tabii Türkiye ekonomisinin sorunları faiz-enflasyon ikileminin çok ötesinde. 15 yıldır sürekli gündemde olan ama üzerinde hiç ilerleme kaydedilemeyen yapısal reformlar için bıçak kemiğe dayanmış bulunuyor.
İkinci kuşak diye adlandırılan bu reformlar eğitim, iş gücü piyasaları, vergi sistemi ve yargı reformlarından oluşuyor. Eğitim ve yargı alanlarında bir çok değişiklik yapılmasına rağmen ne eğitim kalitesinde ne de yargı bağımsızlığında bir ilerleme sağlanamadığı gibi iki alanda da ciddi gerileme söz konusu. Türkiye’de eğitim sistemi hala işgücü piyasasının gerektirdiği donanımda mezun veremiyor, en temel göstergelerde bile benzer ülkelerin gerisindeyiz. Örneğin ortaokul ikinci kısmından mezun olanların 25 yaş üzeri nüfusa oranı Türkiye’de yüzde 37 iken Polonya’da yüzde 84, Macaristan’da yüzde 75. Master ve üzeri derecelere sahiplerin oranı (yine 25 yaş üzeri nüfus içerisinde) Türkiye’de yüzde 1.8 iken Polonya’da yüzde 18.7, Macaristan’da yüzde 9 (Dünya Bankası verileri, 2015). Bu arada hem Polonya’nın hem de Macaristan’ın 2000’lerde - AB üyeliğinin de verdiği ivmeyle - orta gelir tuzağından kurtulmuş olduğunu eklemekte fayda var. Eğitimin kalitesi konusuna girmiyorum bile.
Yine aynı şekilde yüksek teknoloji ürünlerinin imalat sanayi ihracatı içindeki payı bizde yüzde 1.8 iken bu oran Çin’de yüzde 26.3, Güney Kore’de yüzde 26.2, Meksika’da yüzde 16.3 ve Brezilya’da yüzde 10.5. Türkiye ekonomisinin yapısal kırılganlıkları listesine tasarruf oranının düşüklüğü, ihracatın ithal girdiye bağımlılığı, ekonominin enerji ithalatına bağımlığı, gelir vergisi toplayamayan dengesiz vergi sistemi, kayıt dışı ekonominin büyüklüğü gibi daha birçok maddeyi ekleyebiliriz.
Uluslararası finansal piyasalarda rüzgarların tersine dönmesi bu sorunlar yumağı üzerindeki perdeyi kaldırdı, ve gerçeklerle yüzyüze gelmemizi sağladı.
Başkanlık bu tabloyu nasıl etkiler? Referandum sürecinde başkanlık ve parlamenter sistemlerin artıları-eksileri tartışılırken bir meslektaşımla hükümet sistemlerinin ekonomik sonuçlarını analiz eden ve geçen ay Public Choice dergisinde yayınlanan bir çalışma yaptık. 119 ülkenin 1950-2015 arası dönemde birçok ekonomik göstergesini analiz ederek başkanlık ve parlamenter sistemlerin ekonomik performans üzerine etkilerini karşılaştırdık. (McManus ve Özkan, 2018)*.
Ulaştığımız sonuçlar hem tereddüte yer vermeyecek kadar açık hem de oldukça ilginç. Bu bulgularımızı Nisan 2017’deki referendum öncesi T24’te de paylaşmıştım. Başkanlık sistemleri parlamenter rejimlere kıyasla oldukça kötü ekonomik performans sergiliyorlar. Ve iki sistemin ekonomik performans farkı ciddi boyutlarda; başkanlık rejimlerinde büyüme ortalama yıllık yüzde 1.2 puan daha düşük, enflasyon yüzde 6 puan civarında daha yüksek ve daha oynak gerçekleşiyor. Ayrıca gelir dağılımı da başkanlık rejimlerinde parlamenter sistemlere göre yüzde 15-20 arası daha bozuk.
Tabii başkanlık sistemleri de, uygulanan ülkeler de birbirlerinden oldukça farklı olabiliyor. Bu nedenle bir de ‘hangi koşullarda başkanlık ekonomi için daha riskli?’ sorusuna cevap aradık. Ulaştığımız sonuç şu; güçler ayrılığının zayıf, başkanın yetkilerinin fazla olduğu sistemlerde, hukukun üstünlüğü ve basın özgürlüğü kısıtlı olan ülkelerde başkanlık ekonomiye daha fazla zarar veriyor. Bu özellikler hem seçim sonrası yürürlüğe girecek Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemini, hem de ülkemizin demokratik ortamını neredeyse bire bir tarif ediyor.
Bu bulgular yeni yönetim sisteminin ekonomideki yangını söndürmek bir yana, ekonominin dengelerini iyice bozma potansiyelinin çok daha yüksek olduğuna işaret ediyor.
24 Haziran (8 Temmuz) seçimlerinin galibinin atacağı en doğru adım yukarıdaki reform listesine güçlü parlamenter sisteme geçişi içeren bir anayasa reformunu eklemek olur.