Hayatımın belki de en mutlu günü1989-1990 sezonunda Beşiktaş'ın şampiyon olduğu gündü. Şerefli ikinciliklerden sonra yine yılmadan mücadele eden Siyah-beyazlı oyuncular nihayet mutlu sona erişmişlerdi.
Ama beni asıl sevindiren kazanılan şampiyonluk değil çok para harcamadan, yıldız futbolcular transfer etmeden, çalışmayla, öz veriyle, sabırla inşa edilen bir takımın mükafatını almış olmasıydı, alabilmiş olmasıydı.
Bu bir anlamda emeğin zaferiydi.
O günler Beşiktaş'ın en parlak günleriydi. Bir iki yıllık değil yaklaşık on yıla yayılan müthiş bir yeniden yapılanma ve bunların sonuçlarını alma günleriydi.
Ve tabi bu dönemin kulüp başkanının Süleyman Seba olmasının bunda doğrudan etkisi vardı. Her şeyden önce disiplin, çalışma ve istikrar geliyordu. Dürüstçe oynama, rakibe saygı duyma, sonuna kadar takımı için mücadele etme her Beşiktaşlı oyuncunun olmazsa olmazıydı.
Hatırlıyorum; bir Trabzon maçında Beşiktaş 1-0 galipken son on dakikaya girildiğinde Beşiktaşlı oyuncular ikinci golü atamayınca skoru koruma ihtiyacı duymuşlardı. Ama bu işten anlamadıkları o kadar belliydi ki topla çok komik hareketler yapıyorlardı. Maçın ardından Feyyaz'la konuştuğumda ve bunun nedenini sorduğumda "Bizde kimse zaman geçirmesini bilmez" demişti.
Tabii ki o günden bu güne çok şey değişti futbolda. Kulüplerin de zamana ayak uydurması gerekiyordu. Her şeyden önce yarışta kalabilmek için bütçelerin büyütülmesi gerekiyordu. Daha büyük hedefler koymak gerekiyordu. Bunlar tamam da Süleyman Seba'nın hayat verdiği ve temsil ettiği ve Beşiktaş'ın kültürüyle, gelenekleriyle de tıpa tıp örtüşen o değerler, 'şeref'inle oyna, hakkı'yla kazan' ilkesi, rakibine saygı ilkesi mesela, bugün neden demode olsun? İşin kolaycılığına kaçılması, başarmak için her yola başvurulması neden bugünün vaz geçilmezi olsun?
Günümüzde hem başarılı olan hem de hak ederek kazanan kulüpler, ülkeler yok mu? Vahşi bir yarışın bile buna engel olmadığını görmüyor muyuz?
İşte değerleri kaybede kaybede ülke futbolu olarak geldiğimiz nokta ortada. Kirin, çamurun, ilkesizliğin, rakibe düşmanlığın, nefret kültürünün üzerinde yükselen futboldan istikrarlı bir verim almak nerdeyse imkansız.
Bugün için Süleyma Seba'yı kaybettiğimiz için üzgünüz. Ve onun kaybı vesilesiyle kaybettiğimiz değerleri hatırlamaya çalışıyoruz. Bugün ve bir kaç gün daha o güzel değerlerden konuşacak ama sonra o bildik döngünün içine gireceğiz yine.
Yine dostluktan değil düşmanlıktan besleneceğiz, yine kazanmak için her yolu deneyeceğiz ve yine bundan hiç rahatsız olmayacağız, hatta işin gereği olarak göreceğiz.
Eğer Süleyman Seba'nın değerlerine saygı duyuyorsak onun arkasından ağlamak yerine değerlerine sahip çıkmak gerekmez mi?
Yeni Süleyman Seba'ların hayat bulmasına, yaşamasına imkan sağlamak, onların önlerini açmak gerekmez mi?
Herkes bir düşünsün bakalım; kulübünün başında dürüst, gerekirse kaybeden ama insana ve rakibine saygılı bir başkan mı istiyor yoksa ne yaparsa yapsın ama yeter ki formadaki yıldız sayısını arttırabilecek bir başkan mı?
İşte o zaman anlayacağız futbol mu değişti yoksa biz mi?
Ben Süleyman Seba gibi bir başkanı tanımaktan, beni her gördüğünde esirgemediği nezaketinden, ışıldayan gözleriyle yolladığı sevgisinden, bana akrabası gibi davranmasından, onun başkanlığındaki Beşiktaş takımını izlemekten, üyelik katımda onun imzasının olmasından, kısacası o günleri yaşamış olmaktan fazlasıyla mutluyum. Dahası gururluyum.
Dolayısıyla o saygı değer insana çok şey borçluyum.
Borcumu da arkasından ağlayarak ya da onu putlaştırarak değil ilkelerini gücüm yettiğince savunarak ödemeye çalışacağım.