Türkiye'nin küresel ölçekte rekabet edebilecek, katma değeri yüksek teknik ürün oluşturma, yeni ürün ve süreç tasarımı ile teknoloji geliştirme alanlarında hedeflediği başarıya ulaşamaması büyük hayal kırıklığı yaratıyor.
Tartışmalar, "nasıl yüksek teknolojiye sahip olabiliriz?" sorusuna odaklanmış durumda.
Popüler deyimiyle, nasıl milli marka yaratabiliriz?
Çeşitli çözümler mümkün: Satın alır onun üzerinden ilerlersiniz; yap-işlet-devret modeli başka bir seçenek. Ya da kendiniz üretirsiniz. Bu yaklaşımlar geçmişte de uzun uzadıya tartışıldı, görüldü ki ilk iki seçenek sorunu çözmüyor.
Küresel anlamda teknoloji üretmenin yolu Ar-Ge'den geçmekte; adı üzerinde "Araştırma ve Geliştirme".
İşin en zor tarafı ise "Araştırma"; burada kastedilen bilimsel araştırmalar.
Günümüzde Ar-Ge, küresel rekabet ve pazar gereksinimleri tarafından tetiklense de onun lokomotif gücü ve temel besin kaynağı tartışmasız bilimsel çalışmalardır. Bu çalışmaların çıktısı da bilimsel yayınlar.
Dünya genelinde, teknolojik olarak önde olan ülkelerin bilimsel yayınlarda da aynı sıralamayı koruduğu görülüyor. Bu alanda Çin 426 bin, ABD 409 bin makale ile açık ara önde olan iki ülke. Sırasıyla Almanya, Japonya, Güney Kore gibi Ar-Ge üretimine büyük yatırımlar yapan ülkeler, bilimsel ve teknik makale sayısında da ilk 10'da yer alıyorlar.
Peki, bizde durum nedir? Bilimsel faaliyetler ve bilimsel çıktılarımız ne durumda?
Önce bilimin adresini belirlemeliyiz. Yanıt belli: Üniversiteler.
Türkiye'de 200'ü aşkın üniversite bulunuyor, bunların 73'ü vakıf üniversitesi.
Birkaç üniversite (ama kesinlikle yüzde 5'in üzerine değil) dışında bilime katkı yapmayı ilk sıraya koyan bir üniversite bulursak kendimizi mutlu ve bahtiyar hissetmeliyiz. Bütçelerinden araştırmaya ne kadar para ayırmışlar, altyapıları ne durumda, araştırma laboratuvarları var mı?
İşte size ülkenin "bilim politikası", gerisini konuşmaya gerek yok sanırım.
Geçtiğimiz hafta bir araştırma-haber yayınlandı gazetelerde. Bilimsel araştırmaların temel kaynağı olan tezlerin özel bürolarda, içlerinde akademisyenlerin de olduğu ekipler tarafından intihalsiz ve geçme garantili olarak para karşılığı yazıldığı iddia ediliyordu. Bir büro, 300 ile 15 bin TL arasında bir para karşılığında yılda 300-400 tez yazdığını belirtiyor. Ortalama 5 bin TL olsa, senede 2-3 milyon TL. Görülüyor ki bir 'tez yazma sektörü' oluşmuş durumda. Yalnızca tezler de değil, bilimsel makaleler ve sıradan ödevler bile bu bürolarda yaptırılır olmuş.
Daha fazlasını aşağıdaki linkten okuyabilirsiniz.
TIKLAYIN - 'Akademik tez' borsası: 7 bin 500 liraya tez 300 liraya ödev
Söz konusu tezler, üniversitelerin araştırma alt yapısını oluşturan lisansüstü tezleri kapsıyor, içinde doktora tezleri de var. Bu fabrikasyon üretimi sahte tezlerle doktora derecesi alan, hemen anında bir öğretim üyesi oluveriyor.
Ve o da tez yaptırmaya başlıyor. Artık nerede ve nasıl diye sormayın!
Dahası YÖK, son bilgilendirme ile bir öğretim üyesinin tez danışmanlığı sayısını 14, proje danışmanlığını 16 olmak üzere 30'a çıkarmış. Sanayi iş birliği çerçevesinde bu sayı yüzde 50 artırılabilirmiş. Yani öğretim üyesi lisansta beş derse girecek, bu sayının içinde olarak ayrıca lisansüstü derslerini sürdürecek ve 10'larca tez yaptıracak ve de bilimsel makale üretecek. Ek ders olayını ise tümüyle geçiyorum.
Akademik kadroların oluşmasında bilimsel yetkinlikler temel kriterdi ama o da zamanla aşındı. Zamanı dolanlar, akademik ünvanlarına otomatik bir düzenle kavuştuğu bir düzlemde, üniversite hocalarının bilim üretmelerini isteyen bir sistem de pek kalmadı.
Bu arada hakkını verelim, YÖK zaman zaman üniversiteleri bilime katkı anlamında zorluyor. Ama sonuç yok.
CV'leri boş, ama akademik yönetime bir o kadar hevesli yöneticiler grubu ile ancak bu kadar oluyor diyebilirsiniz. Bu kadrolar bilimsel bir vizyona sahip olmadıkları alanlarda nasıl strateji üretir, nasıl karar verirler diye de sormayın, zaten veremiyorlar. Sonuç ortada.
Bir de "araştırma üniversitesi" olmamak gibi bir vizyon geliştirildi. "Bilim üretemeyen üniversitelerde, bilim üretemeyen kadroların yetiştirdiği mezunlar nasıl araştırma- geliştirme süreçlerinde yer alır" sorusu da genel resmin bir özeti gibi.
Kaç üniversitenin bilim üretecek uluslararası ölçekte laboratuvarı var, kaç bilim insanı yetişmiş, kaç patent alınmış?
Onlar da topu "temel eğitim"e atacaklardır: "Ne yapalım? Öğrenci bize bilgisiz, heyecansız, tüm merak duyguları törpülenmiş olarak geliyor."
Aslında haksız da değiller.
Temel eğitime gittiğinizde ise başka bir dünya karşılaşıyor sizi; yaz, yaz bitmez.
Eğitim sisteminin "sistem" kısmını zaten göremiyorsunuz. Sistem dediğimiz şey, tüm bileşenleri ile birlikte, bir amaca yönelik, bir arada uyum içinde çalışır.
Bu sistemsiz sistemin tam merkezinden gelen birisi olarak, daha fazlasını yazmak içimden gelmiyor: Şimdilik!
Bu noktada sözü Barış Soydan'a bırakıyorum: 4 Ekim 2019 tarihli yazısında diyor ki:
"Türkiye teknolojide, katmadeğerde neden başarısız? Çünkü rezil bir eğitim sistemimiz var. Çünkü özgür düşüncenin olmadığı yerde yaratıcı fikirler zor çıkar. Biraz kafası çalışan yazılımcıların hepsi neden yurt dışına göç ediyor sanıyorsunuz? Sadece daha yüksek maaş için mi? Güldürmeyin."
TIKLAYIN - Barış Soydan yazdı: Türkiye ekonomisini batıran 100 günahın ilk 10 tanesi
Sonuç olarak teknolojide sınıfta kaldık, çünkü bilim üretemiyoruz.
Bilim üretemiyoruz, çünkü eğitim sistemimizde sorun var.
Eğitim sistemimizde sorun var ve herkes bunda hemfikir: En azından sorunun kaynağı konusunda!