Geçtiğimiz hafta, Avrupa Birliği (AB) fonu ile 2015 yılında Gaziantep Büyükşehir Belediyesi bünyesinde kurulan "Türk Arkeoloji Enstitüsü"nün düzenlediği Şura Ankara'da toplandı. Şura, arkeoloji dünyasında şu ana dek görmeye alışık olmadığımız türden tartışmalara neden oldu. Kimileri kendilerine haber verilmemesinden ötürü, kimi bu yapılanmanın içinde olmadığı için, kimi bu enstitünün kanuni bir statü ile Türkiye'deki arkeolojinin seyrine müdahale edeceği endişesi ile, kimi de AB fonunu kastederek "el parasıyla şatafatlı bir gösteri" olarak nitelendirdiği I. Türk Arkeoloji Şurası'nı ve düzenleyicilerini alışılmadık dil ve ifadelerle eleştirdi.
Türkiye'de çalışan yabancı arkeologlar ve arkeoloji dışındakiler tarafların rahatsızlıklarının tam olarak ne olduğunu anlayamadı.
Peki, Şura'yı eleştirenlerin tavrı basit bir biçimde "içinde benim olmadığım, bana danışılmamış, konuşmacı olarak davet edilmediğim bir yapı benim için yok hükmündedir" olarak nitelenebilir mi?
Son yirmi yılda arkeolojide, özellikle de Türkiye arkeolojisinde tartışılacak o denli mevzunun olmasına karşın arkeolojinin politikadan uzak kalması gereken bir alan olduğu yaygın inancıyla suskun kalan arkeologlar neden bu olay üzerine bu kadar gürültü kopardı?
Bir kazı yerinin başkanlığının niteliğine bakılmaksızın bir başkasına verildiği örnekler, yabancı kazıların yerli ve milli olma motivasyonu ile yavaşlatılması ya da durdurulması, politik, eleştirel sosyal medya paylaşımları olduğu için kazı listelerinden çıkarılan ve yasaklanan arkeologlar, adeta kendi ülkesinin arkeoloji geçmişi ve potansiyelinden bihaber olan partili bir bürokratın eseri olan yüzde 51-49 kuralı (yabancı kazı ekiplerinin yüzde 51'i Türk ekip üyelerinden oluşmalıdır), ülkemizde analizi yapılması mümkün olmayan ancak modern bilimsel arkeolojinin olmazsa olmazı olan ileri analizler için alınan örneklerin yurtdışına çıkarılmasına ilişkin getirilen katı kısıtlamalar, başta arkeobotani olmak üzere içinde "yanmış" bitki kalıntısı olma olasılığı olan toprak örneklerinin "Ata tohumu" olma potansiyeli barındırdığı inancıyla (ki yanmış bir tohum yeniden canlandırılamaz) kazı yerinden yurtiçi ilgili üniversitelere çalışılmak üzere götürülmesine dair getirilen yasaklar ya da taciz, mobbing ve çalışma koşulları gibi çok daha vahim sorunlar her daim halının altına itilmişken neden bu konuyu bu hararetle tartışadurduk? Dağıtılan kurullar, sit derecelerinde yapılan değişikliklere hiç girmiyorum bile.
Oysa evrensel normlarda, değişen, teknolojik aygıtların yoğun olarak kullanıldığı, yorumlamalı, eleştirel ve en önemlisi de insani, daha iyi bir arkeolojiye ihtiyaç duyarken tartışılan yine paylaşılamayan o malum pasta oldu. İçinde bulunduğumuz ortam şahaneymişçesine I. Türk Arkeoloji Şurası mevcut düzene zarar verecek bir tehdit olarak algılanmış olmalı. Tartışmanın dili her ne kadar meselenin aslında bir tür çıkar çatışması olduğunu gösteriyorsa da asıl sorun tarafların aslında aynı gemide olduklarının farkında olmamaları. Bu nedenle şahit olduğumuz şey, içinde bulunduğumuz ortamı iyileştirmek yerine kaptan köşkünde kim olmalıydı kavgası.
Şura, bu enstitü değil de Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü tarafından gerçekleştirilse bu kadar tartışılacak mıydı? Yoksa kazı ve araştırmalara izin verdiği için eleştirileri kendimize mi saklayacaktık?
Geçmişteki örnekler düşünüldüğünde elbette bu kadar konuşulmayacak, bu denli tartışılmayacaktı. Çünkü arkeologlar özellikle son yirmi yıldır kazı ve araştırma izinlerini veren kurumla karşı karşıya gelmek istemiyorlar. Arkeologlara danışılmadan, bu mesleği icra eden çoğunluğun görüşü alınmadan değişen uygulamalar, alınan kararlar, ve uzunca bir süredir karar vericilerin mesleği tanımayan partili bürokratlar olmasına karşın büyük bir suskunluk var.
Şura'ya katılan arkeologlar belki de bu bıkkınlık ve değişim motivasyonu nedeniyle oradalardı bilemiyorum. Fakat Şura'yı eleştirenlerin neredeyse tamamı mevzuatı hatırlatarak, enstitünün kazı ve araştırma izin ve seyrini değiştirecek bir tutumu olacağı endişesini dile getirdiler. Her ne kadar merkezi bir enstitüye karşı olsam da -nedenlerini birazdan anlatacağım- bu tür farklı yol arayışlarına ihtiyacımız olduğu da bir başka gerçek.
Geçmişte Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürleri ve yardımcıları arkeologlar arasından seçilirdi. Bu gelenek AKP iktidarıyla beraber yerini partili bürokratlara bıraktı. Beraberinde arkeologların bir araya geldiği sempozyumlarda partili bürokratlar işiniz kazı yapmak, politikadan uzak durun mesajları vermeye başladılar. Uzunca bir süredir kazı ve araştırma izinleri aşamasında, araştırmacıların sosyal medya hesaplarına, politik söylemlerine kadar her şeyi inceleniyor. Bazı meslektaşlarımızın elinden bu nedenle kazıları alındı. Güçlü, duayen ya da "vazifesi diğerlerinden daha mühim görülen" hocalar kendi çalışma bölge ve dönemsel alanlarına başkalarının girmesini (özellikle de genç araştırmacıların) yine söz konusu genel müdürlük tarafından engelleyebiliyor. Kazı ve araştırma başvurularını değerlendirmek için oluşturulan, bilim kurulları zaman zaman objektiflikten uzak davranabiliyor. Oysa bilim çok seslilik ile mümkün olabilir. Bu nedenle liyakate önem veren, bağımsız bilim kurumuna ihtiyacımız olduğu bir gerçek.
Örneğin geçtiğimiz yıl açıklanan, Dünya Neolitik Kongresi lansman gezisi dahil olmak üzere, 2023 yılında yapılacak toplantıya Türkiye ve Dünya'dan Neolitik dönem üzerine dahi çalışmayan uzmanlar davet edilmiş olmasına karşın, Türkiye Neolitik araştırmalarına uzun yıllardan beri yaptığı araştırmalarla katkı sağlayan, öğrenciler yetiştiren uluslararası tanınılırlığı ve saygınlığı olan profesör, doçent ve doktor seviyesinde pek çok meslektaşımız davet edilmedi. Adını Dünya Neolitik Kongresi koyup Anadolu'nun belirli bölgelerinde çalışanları ve onların ortaya çıkardığı sonuçları ve katkıyı yok sayan bir anlayış ne bilimin objektifliği ile ne de bilimsel etikle bağdaşır. İşte tam da bu noktada çağrıyı yapan hocanın "devlet bilime müdahale etmemeli" sözlerinin altını çizmek gerekiyor. Her ne kadar Dünya Neolitik Kongresi fikri bu duayen meslektaşımıza ait olsa da, resmi bir mektupla çağrıyı yapan, yerli ve yabancı meslektaşlarımızın gezi ve lansman sırasındaki masraflarını karşılayan, yani bu büyük organizasyona ev sahipliği yapan kurum Kültür Bakanlığı. Aynı bakanlığın verdiği izinlerle Neolitik Dönem üzerine kazı ve araştırma yapan pek çok araştırmacıya çağrı yapılmamış olmasını nasıl açıklayabiliriz? Devlet hocalar (da) istediğinde bilime müdahale edebilir şeklinde mi? Bu örnekten de anlaşılacağı üzere aslında filler tepişiyor. Meselenin bu denli uzamasının da tek nedeni galiba bu. Aslında tek, ortak dert var. Her şey yalnız bazılarının istediği gibi şekillensin, bazılarının istediği geçmiş anlatısı ve biçimi kabul görsün. Bu düzen böyle devam etsin. İşte bu nedenlerle alternatif yol arayışları önemli.
AB fonuyla kurulan enstitünün tüm motivasyonu "Türkiye'de Alman, İngiliz, Hollanda vb. Arkeoloji Enstitülerinin olmasına karşın bir tane bile Türk Arkeoloji Enstitüsü yok" söylemi. Bu uzunca bir süredir dile getirilen bir mesele. Bazıları için büyük bir yara. Keşke enstitü açınca beraberinde her şey değişebilse ama kolay bir süreç olmadığı gibi bu çağda ne kadar gerekli?
Örneğin Alman Arkeoloji Enstitüsü 1829'da Roma'daki çalışmaları yürütmek üzere kuruluyor. Merkezi Berlin'de olan, 40 milyon Euro'dan fazla yıllık bütçeleri ile dünyanın hemen her yerinde arkeolojik araştırmalar yürüten, çatısı altında pek çok uzman barındıran bir kurum. İstanbul Alman Arkeoloji Enstitüsü ise 1929 yılında kuruluyor. O yıllarda dünyanın nasıl bir halde olduğu, bu tür kurumların ulus devlet inşa sürecinde oynadıkları roller burada değinemeyeceğim kadar kapsamlı, derin bir konu. Hele de Nazi Almanya'sının onları arkeoloji ve tarihle olan ilişkilerinde nasıl zor durumlara soktuğu düşünülürse, bazen bu tür yapılar tehlikeli oyuncaklara dönüşebiliyor. Bir başka yazının konusu olsun milliyetçilik, ulus devlet ve arkeoloji. Doğu bloğunun dağılmasının ardından 1996 yılında Berlin'de Avrasya birimini kuran Alman Arkeoloji Enstitüsü, yakında yine Berlin'de Afrika Araştırmaları Bölümü'nü açmaya hazırlanıyor. Bu tarihçeden de anlaşılacağı üzere Alman araştırmacıların daha çok yurtdışı araştırmaları için kurulmuş ve yapılanmış 190 yıllık bir süreklilikten söz ediyoruz. Bütçesini konuşmayalım bile…
Arkeoloji varoluşu ve doğası gereği hep politik bir disiplin oldu. Özellikle de ulus devletlerin kurulduğu yıllarda. Biz de bu süreçten Türk Tarih Tezi ile nasibimizi aldık. Bir yandan genç Cumhuriyet'in arkeolojiye olan ilgi ve alakasını borçlu olduğumuz Güneş Dil Teorisi ile bilimsel veriler zamanın ruhu ve ihtiyacı nedeniyle hakikatten uzak bir şekilde yorumlanmıştı. İlk dönem Türkiyeli arkeologlar bu motivasyonla Hititler/Hattiler'in Türk olduğuna kendilerini ve başkalarını inandırdılar. 2000'li yıllara kadar ne onlar ne de arkalarından gelen ikinci ve üçüncü kuşak arkeologlar bu yanlışlığa ilişkin konuştular. Arkeolojinin Cumhuriyet'in ayrıcalıklı bir bilim alanı olduğunu söylediler ama ne bunun nedenini anlattılar ne de bu ayrıcalıklı olma halini evrensel normlarda sürdürmeyi tam anlamıyla başarabildiler. Belki bir tür yarım kalmışlık hissiyle belki bir tür Batı modeli ile kalkınabileceğimiz düşüncesi ile bilemiyorum ancak Türkiye'de arkeoloji bu kurucu kökleri tam olarak anlayıp, tartışmadan ve de ihtiyaç olan eleştirileri yapmadan yoluna devam etti.
Gaziantep'te AB fonuyla kurulan bir enstitünün "Yerli ve Milli Arkeoloji Enstitüsü" olarak ziyadesiyle altının çizilmesinin nedeni ve rol modeli büyük oranda Alman Arkeoloji Enstitüsü. Türkiye arkeolojisinin Alman meslektaşları ile yaptıkları iş birlikleri Cumhuriyet'in ilk yıllarına dayanıyor. Pek çok arkeoloji bölümünün kuruluşu ve gelişimini Nazi Almanya'sından kaçan bilim insanlarına borçluyuz. Yine Türkiye'de arkeolojinin Osman Hamdi ile birlikte Batılılaşma serüveninin önemli bir parçası olarak başladığını unutmamak gerekir. Cumhuriyet ile birlikte evrensel olması için yoğun bir çaba harcanıyor. Bugün sahip olduğumuz metodolojileri ve teknolojileri bu evrensel değerlere, şu aralar çok kızgın olduğumuz Batı'ya borçluyuz. Zaman içinde biçim ve bağlamı değişse de arkeolojinin tanımının yapıldığı, geliştiği bir coğrafyaya ev sahipliği yapıyor olmamızı iş birlikleri ile avantaja dönüştürmeye devam etmek yerine her alanda olduğumuz gibi arkeolojide de yerelleşiyor, içimize kapanıyoruz. İktidarın kendini konsolide etmek için bulduğu "Yerli ve Milli" formülünün iş birliğine ve evrensel olmaya ihtiyaç duyan, kurumsal olarak 100 yılı henüz doldurmamış arkeoloji disiplinine de ne yazık ki nüfuz etmiş durumda. Hal böyle olunca tüm ülke sathına yayılma arzusunda olan bu enstitünün Milli, Türk gibi söylemleri ön plana çıkarmasının tartışılmasını beklerdim.
Oysa Gaziantep'te AB fonuyla kurulan ve sahiden büyük emekler harcanan kurum daha en başında "Gaziantep Arkeoloji Enstitüsü" ya da "Mezopotamya Arkeoloji Enstitüsü" adıyla kurulsa, sözü edilen eğitimler, yayınlar, kütüphane, arşiv, arkeometri laboratuvarı önemli ve bir kazanım olacaktı. Hatta belki bunu başka yerel enstitüler de izleyecekti. Bu kopan gürültüden sonra kim niyetlense ayağı geri gidecek. Muazzam bir kültürel çeşitliliğe sahip olduğumuz bu kadim toprakların yerel, tematik araştırma laboratuvarları ve enstitülerine ihtiyacı olduğu bir gerçek ancak gelecek kaygısı ve istihdam sorunu nedeniyle köklü üniversitelerin bile kontenjanlarının boş kalması, son 20 yılda açılan arkeoloji bölümlerinin sırayla kapanıyor olması başka şeyleri, başka şekillerde tartışmamız gerektiğini söylemiyor mu?
Bu bağlamda Türk Arkeoloji Şurası, milli, ilk olma gibi gayesi olmaksızın herkese açık bir çağrı yapsa, kurulan enstitünün bir model olduğunu ve diğer yerel idarelere model oluşturması gerektiğini vurgulasa, arkeoloji ortamına önemli bir katkı zaten sunmuş olacaktı. Geç olduğunu düşünmüyorum, böyle bir enstitünün kurulmuş olması, arkeometri laboratuvarı, arşiv çalışmaları ve daha da önemlisi buradan uzmanlar yetişecek olması şüphesiz çok değerli ama çok sesliliğe ihtiyaç duyarken merkezi bir rol üstlenmesi doğru değil.
Merkezinde geçmiş toplulukların yaşam biçimlerini anlamak olan bir bilimi neredeyse sadece turizm geliri olarak gören bir anlayışa adeta teslim oluyoruz. Kazı ve araştırmaların biçim ve pratiğinin bu geçici hevesle biçimlendiriliyor olmasına, daha önce hiçbir dönemde olmadığı kadar bölgesel ve dönemsel hâkimiyet alanlarının oluşturulmasına tek bir sözü olmayanlar, dahası kendi konfor alanları için bu dönüşümün parçası olanlar bu tartışma dahil hemen her seferinde görüşlerine başvurulan hocaların hocalarından, duayenlerden başkaları değil ne yazık ki.
Türkiye'de arkeolojinin kuruluş öyküsü ile başlayan ve bilinçli olarak onarılmayan yanlışlar, darbelerin etkisi, YÖK ve son yirmi yıla damgasını vuran AKP iktidarının uygulamaları kadar, devletçi apolitik, eril, hiyerarşik ve kültür tarihçi arkeoloji anlayışının da yıllardır talep ettiğimiz değişimin önündeki en büyük engel olduğu bu tartışmada tarafların söylem ve ifadeleriyle bir kez daha kendini gösteriyor özetle.
Arkeoloji için nasıl bir gelecek istediğimizi halihazırda mesleğini icra etmeye çalışanların değil de çoktan emekli olmuş isimlerin bilindik ezberlerinden dinlemekten de alkışlamaktan da sıkılmadık. Biri diğerini sindirmeye çalıştığında ya da söylediği şeyin kabul görmesini istediğinde her daim aynı jokerlere başvuruluyor.
Bir avuç arkeolog olarak, neredeyse 25 yıldır özellikle kuramsal arkeolojinin yaygınlaşması için düzenlediğimiz toplantılarda arkeolojinin içinde bulunduğu bilim ortamı, bilimsel etik, devlet, hiyerarşi, iktidar, milliyetçilik, ayrımcılık gibi konuları tartışıp duruyor, daha nitelikli bir arkeoloji ortamı için yorumlayıcı ve eleştirel bir anlayışa ihtiyaç duyduğumuzu söylüyoruz. Bambaşka nedenlerle üretilmiş yerli, milli ya da dayatmacı, tek tipçi olmak gibi bir gayemiz yok. Amacımız çok sesli, hiyerarşilerden uzak, liyakat ve bilime odaklı evrensel ve iyi bir arkeoloji ortamı yaratabilmek.
Son yirmi yıla hemen her alanda damgasını vuran çürüme hâlinin arkeolojiye hiç tesir etmemiş olabileceğini düşünmek boş bir hayal. Hemen her alanda olduğu gibi yaşadığımız yozlaşma, liyakatin yerini başka değerlere bıraktığı anlayışın, Cumhuriyet ile birlikte devletin ayrıcalıklı bir bilimi olarak kurumsallaşan arkeolojiye de ağır hasarlar verdiğini reddetmek mümkün değil.
Arkeoloji böyle bir ortamda bilimsel ve nitelikli üretimden, adil akademik rekabetten çok, devlet bürokrasisinden devşirilen bir rant ve güç unsuruna dönüşmüş durumda. Müzelere eser kazandırmanın bir sonuç olmaktan öte, arkeoloğun birincil amacının bir yeri hatta bütün bir bölgeyi hızla kazıp, bitirip, analize bile ihtiyaç duymadan en güzel eserleri süratle müzelere kazandırmak olduğuna ilişkin bir algı yerleştirilmeye çalışılıyor. Geleceğe rezerv bırakmamız gereken bilgiye ilişkin bir tür tahribat seferberliğine girişilmiş durumda.
Şura'nın kanımca en önemli kazanımı, bu tartışmalarla birlikte arkeolojinin kısır iktidar çatışmalarına, hiyerarşiye, hocaların hocalarına, bürokratlara, biat alkışçılarına değil, eleştirel, özgür bir yapıya ihtiyacı olduğunu bizlere bir kez daha göstermesi oldu.
Yap-boza dönen kültür ve turizm politikalarının ve yıllardır sadece üst perdeden konuşan ama arkalarında kurumsal bir yapı bırakmamış, tüm amacı kendi inandığı biçimde bir geçmiş tasavvurunun kabul görmesi olacak kadar bencil akademiklerin gölgesinde değil, bilimsel değerlere, çeşitliliğe, iktidardan, parti, korku ve biattan arındırılmış yeni bir anlayışta, iyi bir arkeoloji, hatta arkeolojiler inşa etmeye mecburuz.